Cumartesi, Ocak 17, 2009

LÜZUMSUZ ADAM


Okuma Talimatları:
Lütfen okumadan önce , okurken ve okuduktan sonra uyunuz.
1) Yüksek sesle okuyunuz.
2) Okumanız yedi dakikayı kesinlikle geçmesin.
3) Çocuklardan, mutlulardan, güneşten uzak tutunuz.
4) Beklenmeyen bir yan etki görüldüğünde en yakın mezarlık müdürlüğüne başvurup beden ölçülerinize uygun bir yer satın alınız.




















LÜZUMSUZ ADAM
Kesik kesik çizgilerle belirlenmişe benzer hatlarıyla öğle saatlerinde, az önce yağmaya başlayan yağmurun ıslattığı sokaklarda amaçsızca dolaşıyordu. Oysa bir saat önce uyanarak telaşla giyinmiş, yapması gerekenleri kafasında tasarlaması gerektiğini düşünmüş ve pantolonlarının arasından bir pantolon, gömleklerinin arasından bir gömlek, gravatlarının arasından bir gravat, çoraplarının arasından çiftleri tekleri harmanlayarak eş / eşsiz çoraplar, kazaklarının arasından bir kazak ve ayakkabı çiftlerinin arasından bu kez harmanlamayarak ayakkabılar seçip giyinmiş, sonrasında paltosunu üzerine geçirip kendini dışarıya atmıştı.
Hızlı hızlı otobüs durağına ulaşıp dikilmeye başladığında yapmurun yağdığını görmüş ancak şemsiyesini almadığını her nedense otobüse bindikten sonra bile hatırlamamıştı. Bunca telaş ve koşuşturmaca içerisinde işe yetişmesi gerekmediğini anlayınca, şoföre daha yavaş gidebileceğini söylemek üzere öne doğru insan koruluğuna daldı. Ve fakat elinde Güney Amerika’ya özgü palası olmadığından şoförün yanına varmak için iki “duracak”a gereksinimi olmuştu. Sarsıntının ve durkalkların ağırlığını bir öne bir arkaya vermesini gerektirmesi ve buna karşın yaratmakla mükellef olduğu direnci başarılı bir biçimde ayakparmaklarında noktalanan kaslarına iletmesi gerçeğini kesinlikle kabullenmişti ve uygulamış olmalı ki, bütün yolculuk boyunca bir kez bile otobüsün içinde yere düşmemişti.
Durağında indiğinde, şoförün kulağına daha yavaş gidebileceğini fısıldayıp fısıldamadığını merak edenlere, bunun şoförün kulaksız olması nedeniyle ilk anda meydana gelen şaşkınlıkla mümkün olmadığını, şaşkınlık geçtiğindeyse kendi “duracak” durağına varıldığından fısıldamanın lüzumsuzlaştığını söylemeliyim.
İnilen ya da diğer bir deyişle, duracakta durulan duraktan sonra çıkılan, olmadı bir başka söyleyişle hareket edilen sokağın ıslak ve zamanında öğle saatleri olduğunu başlangıçta söylemiştik. Bir önceki cümlede birinci çoğul şahıs kullanmam çok kişilikli olmamdan değil Tanrısal kitaplardan el-ağız alışkanlığı. Yoksa iki kişilik ismimle tek kişiyimdir bendeniz. Ancak konu ben değil benim anlattığım olduğundan ve o da hala sokakta, farkına bir türlü varamadığı sadece gördüğü yağmurun altında ilk hareketi beklemekte olduğu için lafı daha fazla uzatmayalım.
De hadi verdim bende “ OL” .
Hafif yokuşumsu ıslak sokakta yukarıya doğru yavaş yavaş çoğalan, hızlı hızlı yürüyen insanların arasında bulduk onu yeniden. Aldığı ilk hızla, eski günlerini aratır bir yavaşlıkla yürüttük. Bu ilkinin diğer ilklerden neden farklı olduğuna gelince, anlamasından kaynaklanıyordu. Yüzündeki dehşet ifadesi de bu yüzdendi. Yoksa yanından geçen bazılarının sandığı gibi akşamdan kalma, reflüsü azmış, midesinde gaz olan, sevgilisi tarafından az önce terk edilmiş, işsiz kalmış ya da alt dudağının içinde ve dibinde dişinin köküne yakın bir noktada oluşan aftın dişine sürtüyor olmasından kaynaklanmıyordu. O kadar basit bir anda olmuştu her şey. Sadece farketmişti tasarlaması gereken hiçbir şeyinin olmadığını. Bugüne dair de değildi bu tasarımsızlığı, önümüzdeki günlere de, hatta haftalara da, hatta hatta aylara da ve hatta hatta hatta yıllara da dair değildi. Telaş da uçup gitmişti ansızın.
Bunun, aldığı aile kültürü ve resmi eğitimiyle, daha sonrasında bir süre resmisizleşip ve daha sonra tekrar resmileşen iş hayatının sürekli olarak hazırladığı, doldurduğu, anlattığı ve korkuttuğu şeye çok ters bir durum olduğu lütfen kayıtlara geçsin.
İşte bu anda yürüyüşü artık bir motor hareket haline dönüşmekte olan adamımız, kendinde hasıl olan bu kendin olma durumuna bir isim, olmadı bir sıfat takma ihtiyacını neden hissetmiştir bilmiyoruz. Biz bilmiyor ve o da tasarımsızlığının derinliklerine dalmış düşünürken, saçlarının ıslaklığını, damlaların yerçekiminin dayanılmaz gücü karşısında, zayıf saç tellerini dolu başaklar gibi aşağıya nasıl eğdiğini ve eğilip şakaklarına yapışan tellerin göz kenarlarından aşağıya bir dere yatağı meydana getirdiklerini fark etti.
(Fark etmek, diğer bir söylenişle farkına varmak, bunca yılın sonunda yolculuğun varılacak bir “fark” diyarına olduğunu ya da bu “fark” denilen şeyin nasıl edilebileceğini fısıldadı kendi kulaklarına. Ancak duyamadı ne dediğini. Belki “ayırdına varmak” demiştir. Bilmiyorum kavramak dahi olabilir. Üstelik bunu kendisinin duyabileceği bir sesle söylemiş olsaydı parantezi hiç açmazdım bunu da bilin. Neden kapatmadığıma gelince bunu bilmeyin. Bilinecek olanları ben size bildiriyorum zaten. Hem sonra gerçekten düşündüklerini ve yüksek sesle söyleyeceklerini bizzat kendisi yazacak bu adamın. Ancak ne kendisinin düşünmediklerini ne de kendisinin kendine duymadığı sözcüklerini onun adına uydurup buraya yazamayacağım çünkü bu ahlaka uygun olmaz. Bence siz de parantezin kapanmasını beklemeyin devam edin.
Bütün bunları bazılarının tanımladığı gibi tanımlamayacaktır bizim hala yolda yürüyüp, inatla ıslanan adamımız. Boşluğa düşmüşlüğü falan yoktur kendisinin. Rögar kapakları da her ne hikmetse belediyemiz tarafından yerinde bırakılmış ve bu nedenle boşluğa düşüp ölebilme ayrıcalığına henüz sahip olunamamıştır. Bu ancak müstesna ülkemin eşsiz şairlerine tanınacak bir ayrıcalıktır.
Yani boşluk yoktur nokta
*
Sokağın ortasında mıyım? Ne zamandır durduğumu, insanların yanımdan geçerken bana baktıklarını, köpeklerin ayaklarıma bir ağaç olduğumu sanarak işediklerini bilmiyorum. Kaybolmuş. Bütün tasarılarım, kaygılarım, hedeflerim, gerçekliğim, korkularım, aşklarım, açlığım, hepsi ama hepsi kaybolmuş. Tabi ben orada öylece bunların şaşkınlığıyla dikilirken bir martının da beni zararsız olduğuma kanaat getirerek hedeflemesine şaşmamak gerek. ( Bu arada kanaatı getirme eylemi bir iş midir? Teknik olarak yani. Yatayda olması zorunludur o halde getiriliyor olduğuna göre. Gerçi yukarıya ya da aşağıya da getirilir ki bu durumda iş olamaz. Neyse.
Diyorum ki korkmayınca doğadaki canlılar daha bir rahat sıçıyorlar. Hatta belki de sadece korkmadıkları anlarda sıçabiliyorlar dilimize yerleşen o tuhaf sözün aksine. Üstelik hayvanların ki buna bizler de dahiliz, en zararsız ve en savunmasız oldukları an bence sıçıyor oldukları andır. Galiba kuşlar da bu nedenle bu tehlikeli duruma bir çözüm olsun diye uçarken sıçıyorlar. Ve böylece insanoğlunun kafasına sıçabilen tek canlı olarak kayda geçiyorlar. Sanırım bu kadar minik oldukları için şükretmeliyiz. Yani nasıl diyeyim çocukluğumdan beri takılan bir düşüncedir aklıma “jumbo”nun diyarında yaşayanların neler çektiklerini. Bu arada hiç yerdeyken sıçan bir kuş gördünüz mü? Şimdi düşünüyorum da ben görmedim. Gören olduysa da sanırım bu bir istisna olmalı. Martılarla olan sorunlarım oldukça eskilere dayanır. Ancak şimdi geçmişin kazanından bula çıkara kafama sıçan martıları kepçeleyecek değilim. Öncelikle lüzumsuzluğumu fark ettiğim şu üç beş dakika öncesinde ayaklarımın beni belirsiz bir hedefe götürmekteki isteksizliğine bir çözüm bulmalıyım. Gerçi bu bir sorun mudur ki bir çözüm üretilmelidir. Yanıt evet. Üstelik yağmur da yağmasını kesmişken köpek sidiği ve martı bokunun üzerimde kuruyarak berbat kokacağını biliyor ve buna tahammül etmek istemiyorum. Haydi benim vefakar ve saygıdeğer ayaklarım o kadar inatçı olmayın. Köpek sidiğinden evladır lüzumsuz bir adamı iki adım kenara taşımak.
Ve ayaklarım gördükleri lüzum üzerine bedenimin hareketlenmesine yeniden izin verdiler. Mutluluk verici bu an için onlara teşekkür ediyor ve yolun kenarında bir dükkanın yanındaki küçük ve alçak mermer çıkıntıya oturuyorum.
*
Oturdu. Bu andan sonrasının bu andan öncesine nazaran daha anlamlı olacağını söylemek isterdim. Ancak bunu benim söylemem mümkün değil. Sessizliğinde ve oturduğu soğuk mermere kaba etinden termodinamiğin sıfırıncı yasasını baz alarak aktardığı sıcaklık dışında gelecek nesillere ders mahiyetinde aktarılacak hiçbir şey yok. Bütün bu yaşananların zamanın o dehşetengiz okyanusunda bir su damlası olduğunun farkında olarak gelecek anlara dair ne anlatabilirim bilmiyorum. Belki de onu orada, sokakta insanlara bakarken yüzündeki anlamışlıkla, baktıklarının görülmesiyle ve geçmişten şu ana taşıdığı tasarılarının görülmeyen lüzumluluklar üzerine yok olmasıyla yalnız bırakmalıyım. Artık özgür. Bundan sonrası rüzgarın ellerinde. Mürekkebin ve kağıdın sınırlarının çok çok ötesine geçmiş durumda ve ben de tam bu yüzden ellerimi susturuyorum.
*
Susmayacağım. Bu mermerin üzerinde başlayacağım konuşmaya. Kaleminin mürekkebi tükensin ki, şu andan sonra lüzumsuzluğun tadını çıkaracağım. Tasarlamadan, kaygılanmadan, korkmadan, beyaz şehirlerin çizgisiz sokaklarında odun kömürü ayakkabılarımla fink atacağım. Konuşulmayıp içlerinden yirmidokuzunun çalındığı Ural tire Altay seslerimin simgesine dönüşmüş harflerimi martılar okusun beyaz çizgisiz şehirlerimde. Ben bu soğuk mermerden kalkıp, otuz dört yaşımda yeni(den) doğumu kutlayacağım bütün bedenimde hissettiğim lüzumsuzluğumla.
Ne mutlu lüzumsuz (olan) adama
Ve ne mutlu varoluşun lüzumsuzluğuna…

Lüzumsuz adam : Bir iş için gereken nitelikleri taşımadığı hâlde orada görevli olarak bulunan veya avare, boş ve ilgisiz kimse. ( kaynak: TDK )



yardaş
17/ 01/ 09
İstanbul

Pazartesi, Kasım 03, 2008

NEW YORK – GÖKDELENLERİN GÖLGESİNDEKİ ÇOCUKLAR

Kentler vardır; görkemli güzellikleriyle, ışıltılı görüntüleriyle, tarihi yapıları içindeki insanlarıyla büyülerler. Kentler vardır; yeşil öylesine dokunmuştur ki onlara, kendinizi pastoral bir resim içinde hissedersiniz.
Kentler vardır; New York gibidir.

Evet ne içine dalıp da kendinizi kaybedeceğiniz bir tarihi eser, ne de sokakları süslercesine tuvalden çıkmış yeşil var New York’ta. Ama sizi cezbeden, gözünüzü ondan alamadığınız bir çekicilik benliğinizi sarıyor bu uzun boylu şehirde. Tek başına birer çirkinlik örneği olan gökdelenler birleşip, “en güzel nasıl dururuz” diye düşünmüşler de; ondan sonra sıraya geçip poz vermiş gibiler. Atıyorum kendimi, bu gölgesinden serinlik eksik olmayan yapıların arasına. İlk kez böylesine çoklar benim için. Camlarından yansıyan güneş ışıkları bile ulaşamıyor bana. Manhattan’ın paralel caddelerinde, ki şüphesiz dünyanın en kolay adres bulunan caddeleridir; gökyüzünü delen ince, renkli, aynalı, uzun binalar bütün şehire hakim olmuşlar. Gökyüzünden aşağıya, yollardan da yukarıya bakmak istiyorum aynı anda. Büyüklüğün, binaların dev boyutluluğun farklı bir çekimindeyim adeta.

Manhattan’ın en ucundan yukarıya Harlem’e doğru bütün caddeler benim. Bir köşeyi dönüşümde Paul Auster’le karşılaşma olasılığını düşünerek, onun New York sokaklarında geçen bir romanını okuyorum molalarımda. Bu yol beni Harlem’e götürecek. Caddeler yormuyor, karşıma çıkan görüntüler, insanların koşuşturmacası seyre değer. Köşeden bir kahve alıyorum, bu şehir elde üstünden sıcak dumanları tüten bir kahveyle çok güzel yürünüyor. Gözüm yan duvarı boyanmakta olan bir binanın cephesinde çalışanlara takılıyor. Aklıma 1940’larda çekilen, gökdelenlerin tepesinde korkusuzca çalışanların fotoğrafları geliyor. Siyah beyazdır onlar ve yüksekliğin baş döndürücü etkisini fotoğrafa bakarken bile hissedebilirsiniz. Vizörümden yakınlaşıp, fotoğraflarını çekiyorum iskele üstünde çalışanların. Binaların arasında tepelerde kalmışlar. Nedense bu şehirde en çok ilgimi çekenler gökdelenler ve onlara inat tüm doğallıklarını yaşamaya çalışan çocuklar. Yolda bir grup çocuk beni durduruyor, şakalaşıyor, ellerindeki topla paslaşıyoruz. Grup bana poz veriyor. Yüzlerindeki neşe daha ne kadar sürecek bu ülkede, onlar büyüdükçe Amerika’nın yiyip tüketen çarkına kapılacaklar mı acaba? Bu düşünceler aklımdan geçerken ortalarında duran bir çift gözle karşılaşıyorum. Çikolata teninden ışıldayan gözlerinin çekiminde kalıyorum. Bir deklanşör sesi ve o an donuyor. Ayrılırken o bir çift göz de benimle beraber geliyor, eşlik ediyor sanki bakışıma.

Central Park’ın yemyeşil çimlerine uzanıyorum. Dinlenmek, sakince düşünmek, yeşilliğin arasından parkın karşı tarafında yükselen binalara bakmak bedenimi gevşetiyor. Dilleniyor binalar. Yalnızlar, hüzünlüler sanki. Parkın çevresi aç binalarla çevrilmiş, iştahla bakıyorlar aralarındaki vahaya. İnsanlar binalardan kaçarcasına atmışlar kendilerini yeşil halılara. Bu çok kapılı parkta günlerinizi geçirebilir, doğanın tadına varabilirsiniz.

Brooklyn Köprüsü şehrin içindeki farklı kısımları bağlayan en önemli araç benim için. Dünyanın sayılı köprülerinden birinin üstünde yürüyorum, alt kattan arabalar geçiyor. Köprü üstündeki detaylara dalıyorum. İlk geçişimdeki hayranlık sonralarda da değişmiyor. New York’ta kaldığım sürece hep Brooklyn Köprüsü’nün üstünden geçiyorum, karşımdaki yüzlerce binanın ilginç görüntüsünü buradan izlemek ayrı bir keyif.

Tribeca Film Festivali’nin içinde kalabalığa karışmış, sel sularına kapılmış ağaç misali bırakmışım kendimi. Film afişleri, tanıtımlar, haberler, şenlik eğlenceleri arasında kaybolmuş durumdayım. Triangle Below Canal bölgesi zaman içinde kısaltmasını vermiş şehrin bu kısmına ve bir film endüstrisinin merkezi olmuş. Eğlenceler içinde bir boyama perdesinin önündeyim ve karşımda dünyanın en güzel resmi ve bir çocuk var. Renklerle yaptıkları, boyamaları, boya tenekelerinin yerlerde devrilmiş duruşları beni film festivali içindeki bir filmin içine sokuyor. Filmin küçük oyuncusu kahramanım oluyor o gün. Onun mavi giysiler içindeki saf hali bir simge oluyor benim için. Çirkinliklere karşı kullandığım, düşündüğüm, zaman zaman baktığım bir sembol.

New York içinde yürüyorsanız, karşınıza çıkan müzelere, sergilere girip farklı dünyaların içinde de dolaşmalısınız. Guggenheim Müzesi, çevresindeki bütün köşeli mimari tarzına göre dairesel yapılmış, içinde de bu daireselliği yaşayabildiğiniz bir formdadır. Bu görüntü içinizdeki fotoğraf hırsını körükleyecektir. Amerika’nın en önemli mimarlarından kabul edilen Frank Lloyd Wright’ın New York’taki tek ürünü olması, bu yapıya karşı gösterilen ilgiyi de arttırmış haliyle. Sarmal yapısı içinde sergilenen kolleksiyonlar her gün binlerce ziyaretçiyle dolup taşmasını sağlıyor. Eskiden Guggenheim yakınlarında olan ancak sonradan yer değiştiren Ulusal Fotoğraf Müzesi, içinde sergilenen sıradışı çalışmalarıyla bir fotoğrafseverin kaçırmaması gereken bir mekan. Öyle ki, Irak Savaşına ait en acımasız, en gerçek ve tarafsız fotoğrafları bu müzede izleyebilmiş olmam sanırım bu sava iyi bir örnektir.
Tabii ki Doğal Tarih Müzesi insanlık tarihini anlatan dünyanın sayılı müzelerinden biri olarak üşenilmemesi gereken bir başka yerdir. Burada kendinizi gezegenlerden, dünyanın oluşumlarına, hayvanlardan insanlık tarihinin önemli aşamalarına kadar bir hayal dünyasında bulabilirsiniz.

Müzeyi bir dinlenme aracı olarak düşünürseniz, yine yollara düşme zamanı gelmiştir artık. Rota Harlem bu kez. İşte gezmek bazen şansınızı zorlayarak doğru zamanda doğru yerde olmayı yakalamaktır. Tıpkı bir gökkuşağını ya da yıldız kaymasını kaçırmamak gibi; o gün de New York Times tarafından bir yıldır planlanan Harlem Projesi’nin içinde bulunmak bulunmayacak bir fırsattı. Harlem’in bütün öğrencilerinin toplandığı yerde beni orada özgürce dolaşıp, etkinliğin içinde fotoğraf çekmemi sağlayacak tek bir beyaz yalan vardı. New York Times İstanbul servisinde çalışmak. İşte bu küçük beyaz yalanla kolay olmasa da, hayatımın en özgür ve en keyifli fotoğraf günlerinden birini geçiriyordum. Birbirinden güzel gülen, neşeli, rengarenk çocukların halleri, Harlem ve Amerika. Aynı mekan ama apayrı kavramlar, aynı mekanda olması bile garip geliyor insana.

New York yetmiyor bana ama artık dönüş zamanı. Kendimi rastgele attığım bir barda, karşımda caz yapan sevimli bir grup var. Son gecemin hüznü, müzikle birleşmiş caz olup akıyor. Henüz geceyarısı bile olmamışken bar müdavimlerinde bir azalma yaşanıyor. Ve hatta bir süre sonra tek kalıyorum bu dinlemesi pek keyifli grubun önünde. Endişem müziği bitirme olasılıkları, ne de olsa tek müşteri var; o da ben. Gülünesi ve şaşılası bir tesadüf. Türkiye’den bir kişinin böyle bir ortamda yalnız kalması. Sandalyemi çekiyorum gerilerden pist önüne, sadece bana müzik yapıyorlar. Bir ara sonradan isminin George Brown olduğunu öğrendiğim saksofoncu, kenarda sırasını beklerken sigara yakıyor. Amerika, kapalı mekan ve sigara. Anlaşılır gibi değil. Bir süre yüzümde muzip bir gülümsemeyle izliyorum George’u. Kim ne derse desin, bu müzik zencilere yakışıyor. Elimde kağıt birşeyler karalarken dayanamıyorum, kalkıp bir sigara istiyorum Mr. Brown’dan. Şaşırıyor ama veriyor. Belki de uzun zamandır gördüğü ilk otlakçı. “Sigara içmiyorum ama sizi görünce canım istedi” deyince gülümsüyor, veriyor bir tane. Yerime oturup, Amerika’da bulunmayacak bir ortamda caz dinliyorum. Gözümün önünden köprüler, gökdelenler, çocuklar geçiyor. Çocukların neşeli kahkahaları, gökdelenlere yansıyan güneşe karışıyor. Buraya gelmeden önce kafamda şekillenen New York’la; tanıştığım, yaşadığım New York’un ne kadar farklı olduğunu düşünürken; omuzuma bir el dokunuyor. George Brown elinde birasıyla yanıma oturuyor, bana da getirmiş bir tane. Ne yazdığımı soruyor, anlatıyorum. İlginç geliyor, “belki bir yerlerde bunları yayınlarım” dediğimde gözlerinin içi gülüyor, kendi fotoğrafının çıkma olasılığının heyecanıyla.
Sohbet ve müzik içiçe sürüyor. Kendimi o barın içinde düşünerek dışarıdan bakıyorum ortama, hatta daha da uzaklaşıyorum; gökdelenler, günbatımı, koşuşturan çocuklar, Harlem hızla akıyor gözlerimin önünden, yıllar geçiyor, bu kez evimizin minik de olsa Central Park’ı andıran görüntüsünün önünde buluyorum kendimi. Gözlerimi kapıyorum ve George Brown’ın muhteşem solosunu duyuyorum.

CEM SAVRAN

Cuma, Eylül 26, 2008

KIŞ HALLERİ


Tam yirmibeş yıl masa başında çalışan bir insanın vücudu neye benzer? Vücudum hiç hoşlanmasam da bir sandalyeye benzemişti; popom biraz geride, bacaklarım kıvrık... Oturmadığım zamanlarda da böyleydi bedenim. Bir kuruntuydu belki de benimkisi; ama ben öyle hissediyordum. Dahası sırtım kamburumsu bir hal almıştı ve yıllarca masa üstünde olan kollarım da ilerideydi. Masa başında oturduğum zamanlar vücudum kolayca sandalyenin ve masanın şeklini alıyordu; ancak ya yürüdüğüm zamanlar?.. İşte en büyük sıkıntıyı yürürken yaşıyordum. Düşünsenize vücudu sandalye biçimini almış birisinin yolda yürüme zorluklarını...

***

Yolda su birikintilerine bata çıka, zor bela yürürken, şemsiyem rüzgarın etkisiyle ikide bir ters dönüyordu.

Sabah evden çıkmadan önce akıllılık edip pencereden dışarı bakmıştım: Hava yağmurluydu. Şemsiyemi alıp çıkmıştım.

Kışın en çekilmez günleri yaşanıyordu; havalar sert ve yağışlıydı. Karanlık sokaklarda tek tük yürüyen insanların karaltıları vardı.

Ben bir önceki çalıştığım işte kapının önüne konulduktan, iki aylık işsizlik döneminden sonra, birbuçuk aydır yeni, belki de en son işime gidip geliyordum. Koşullar ağırdı; ancak bir kez daha işsiz kalma korkusuyla, yaşama dirençle sarılan ölüm döşeğindeki bir hasta gibi işime sarılmıştım.

Kendime işe gitme programı yapmış; bir kaç gün içinde bu ritme kendimi alıştırmıştım: Sabah beşbuçukta kalkıyor, altıbuçukta evden çıkıyordum; yedibuçukta, daha henüz gün ağarmadan Gebze’de, fabrikada oluyordum. Bu kadar erken işbaşı yapmaya alışık değildim; ama çare yoktu.

Aydın, aynı zamanda işçi servisini yapan formen, her gün tam altıellibeşte, Kozyatağı yaya üst geçidinin ayaklarındaki otobüs durağından beni alıyordu. İyi çocuktu Aydın, onu seviyordum. Ne olurdu bir de servis minibüsünü su birikintilerinin önünde durdurmasaydı? Minibüse binerken ayak bileklerime kadar suya batıyordum.

Geç kalmamak için telaşla yürüyordum; kaldırımda benim gibi erken işbaşı yapan, servis bekleyen karaltıların arasından geçtim. Yelkenlideğirmen Durağı’nda yine o iyi giyimli orta yaşlı adamla, güzel genç kızdan başka kimse yoktu; biri durağın bir köşesinde, öteki diğer köşesinde bekliyordu. Haftalardır aynı durakta, aynı saatte bekliyor olmalarına rağmen hala aralarına bir yakınlaşma yoktu; belki selamlaşmıyorlardı bile. Halbuki ben ne çok yakıştırıyordum onları birbirlerine.

Paçalarım şimdiden ıslanmıştı. Aldırmadan yürüdüm; kapalı dükkanların önünden geçtim; caddeler, sokaklar boyunca yürüdüm. Deniz küskünü martılar sığınmıştı evlerin saçaklarının altına; görmüyordum, ama arada çığlıklarını duyuyordum. Martıların çığlıklarından ve seyrek geçen arabaların motor seslerinden başka ses de yoktu sokakta.

Kozyatağı-Mecidiyeköy otobüsü her zamanki saatinde geçti yanımdan. Yine aynı yolcular mı var içinde diye baktım; ancak camların buğusundan içeriyi göremedim.

Şemsiyeyi tutan elim buz kesmişti; eldivenlerimi yanıma almayı unuttuğuma hayıflandım. Benzinliğin önündeki dar yaya yolundan geçerken bir kamyonet üzerime zifos sıçrattı. Islanmamak için geriye kaçtıysam da üstüm başım battı. Kızgınlıkla şoförün arkasından bağırıp, küfrettim, ama beni duymadı bile.

Aydın, yine aynı saatte, altıellibeşte geldi durağa. Bu çocuğun bu huyunu seviyordum. Minibüsün içi de karanlıktı; ama içeride kimlerin olabileceğini biliyordum: Orta koltukta diğer formen Cemil, en arka koltukta dolum hattından üç çocuk, ikinci sırada ise Aydın’ın hemşehrisi genç dul kadın. Aydın’ın hemşehrisi kadının bizim fabrika ile ilgisi yoktu. Çok yakın zamanda kocasını kaybetmişti; iki küçük çocukla kalakalmıştı. Allahtan bir yemek fabrikasında iş bulmuştu. Aynı mahallede oturan kadını sevabına alıp, Maltepe’de bırakıyordu, Aydın.

Kadın Maltepe’de indi. Haftalardır karanlıkta gidip gelirken bir kez bile yüzünü görmemiştim.

Maltepe’den, Kartal’dan, Pendik’ten servise binen işçiler oldu. Servis sıcaktı; alıştığım ezberlediğim yollarda camdan dışarıya bakmak yerine gözlerimi kapayıp kestirmeyi yeğledim. Hoş dışarı baksam da bir şey görebilecek durumda değildim; her yer karanlıktı.

***

Uyandığımda fabrikaya varmıştık. Hava hala karanlıktı. Diğer işçi servisleri de gelmişti. Şangırtılı şungurtulu bir sesle demir kapıyı açtılar. Üretim holünden ofislere geçtim. Odam buz gibiydi. Klimayı açtım; koltuğa çöktüm.

Naciye Hanım’ın sabah servisinde getirdiği çay içimi birazcık olsun ısıttı.

Çay servisini yaparken Naciye Hanım’ın dalgınlığını, yüzündeki üzüntüyü farkettim.

“Hayrola Naciyanım, bir sıkıntın mı var?” diye sordum.

Şaşırdı. Gözpınarlarından akıp solgun yanaklarına süzülen bir kaç damla gözyaşı, başörtüsünün kenarından firar etmiş bir tutam saçını ıslattı.

“Eniştem,” dedi, zorlukla yutkunarak.

Meraklı gözlerle yüzüne bakıyordum.

“Eniştem, kendini kitledi,” dedi.

“Nereye banyoya mı?” diye sordum saf saf.

Ben öyle yapardım; evdekilere kızınca banyoya girer, kapıyı üstüme kilitler, bizimkileri kınamak için sabaha kadar küvette yatardım.

“Yok, yok öyle değil,” dedi bu defa kendini tutamayıp gülerek.

Naciye Hanım’ın eniştesi SEKA’da çalışıyordu; SEKA’nın kapatılmasını protesto etmek için işçi arkadaşlarıyla birlikte fabrikanın Bakım-Onarım atölyesine kendilerini kapatıp, kapıları kilitlemişler; direnişe geçmişlerdi. Evdeki çoluk çocuk perişandı.

“Vah vah vah,” dedim, üzüldüğümü belirterek, “Hallolur inşallah.”

Paltomu çıkarmadan öğlene kadar çalıştım. Ayaklarım, paçalarım hala kurumamıştı.

Tuvalet ihtiyacım geldiğinde dışarı çıktım. Dönüşte üretim holünden geçtim. Aydın işçileri toplamış yerleri yıkatıp, temizletiyordu. Üretim yoktu: Satışlar iyice düşmüştü, dağ taş stoklarla doluydu.

Öğlene yakın Şafak Bey çağırdı.

Odasına giderken ayaklarım zaten geri geri gidiyordu. Bir de birinci kata çıkan merdivenleri tırmanmak iyice zordu... Yıllarca masa başında oturmaktan bedeni bir sandalyeye benzeyen birinin merdivenleri çıkma zorluğunu düşünün... Bacaklarım ileride, popom geride; doksan derecelik bir açıya sahip vücudumla terse doksan derecelik açılarla yükselen basamakları tırmanırken ellerimle trabzanlara tutunup güç almadan merdivenleri çıkabilmem mümkün değildi.

Odasına girdiğimde Şafak Bey yine bilgisayarının başındaydı. Bilgisayarın ekranında üretim holüne, ambara, ofislere yerleştirilen kameraların aktardığı görüntüler vardı: Patron hepimizi dikizliyordu.

Gümrüklerde biriken teminat mektuplarından yakındı:

“Yavaşsınız, yavaş,”dedi, dişlerinin arasından tıslayarak.

“Haklısınız,”dedim yatıştırmak için.

Tatsız bir sessizlik oldu.

Gözüm Şafak Bey’in masasının üstündeki gazetenin başlıklarına kaydı.

“Kendilerini aileleriyle birlikte fabrikaya kilitleyerek fabrikalarının kapatılması kararına direnen 600 SEKA işçisi, eylemlerine son vermedi. İşçiler nihai karar verilinceye kadar fabrikayı terk etmeyeceklerini söylüyor.”

Bir başka başlık:

“Genelkurmay İkinci Başkanı, asker maaşları, yarbaya kadar yoksulluk düzeyinin altında”, demiş,”Binbaşı dahil altındaki tüm rütbelilerin yoksulluk sınırının altında gelirlerinin olduğu”nu söylemiş.

Bir siyasetçi de başka bir demeç vermiş;

“Askerler yalnız değil, diğer kamu personelinin, memurların da durumu pek farklı değil.”

Yoksulluk kötü şey... Ekonomi sıkıntıdaydı, her yerde korkunç yoksulluk vardı.

Şafak Bey’le Teşvik Belgesinin durumundan, lisans başvurusundan konuştuk; sonunda, “Gidebilirsiniz,”diyerek beni azat etti.

Odama döndüğümde pencereden dışarıda lapa lapa kar yağdığını gördüm. Sabah bizim oralarda yağmur yağıyordu, şimdi burada kar yağıyordu. İstanbul, garip, kocaman bir şehirdi. Kimbilir karşıda, İstanbul’un başka bir köşesinde güneş açmış, yerlerde birikmiş karları eritiyordu belki de.

Fabrikanın yanında, boş bidonların depolandığı sundurmanın altına sığınmış bir köpek gördüm, camı açtım dikkatlice baktım; hayvanla gözgöze geldik. Sitemkar bir ifadeyle, inler gibi bir ses çıkardı.

***

Öğlen yemeğinde ancak kendime gelmiştim. İçtiğim sıcak çorba içimi ısıtmıştı.

Yemekten sonra çalışmaya devam ettim; arada sıkılınca kalkıp camdan dışarı baktım. Sundurmanın altına sığınan köpek hala oradaydı.

Naciye Hanım yemek sonrası çay servisini yaparken “Bir haber var mı?” diye sordum.

“Yok,” dedi, gözleri yine buğulanarak.

“Naciye hanım, yemekten artan kemik parçaları falan varmı?”

“Var, ama çöpe attım,” dedi.

“Olsun.”

Birlikte mutfağa gidip çöpe atılmış kemik parçalarını bir poşete doldurdum. Odamdaki pencereyi açıp sundurmanın altındaki köpeğe attım. Hayvan bulunduğu yerden kendisine atılan kemik parçalarına doğru bir iki adım ileri çıkıp, hamle yapıp, kokladı; sonra kemirmeye başladı. “Viyk”leyip, kuyruğunu sallayarak teşekkür etmesini bekledim; ama o aldırmadan önündeki kemikleri kemirmeyi sürdürdü.

Çay boşunu almaya geldiğinde Naciye Hanım, “N’aptınız yemek artıklarını?” diye sordu.

“Bahçedeki köpeğe verdim,” dedim.

Naciye Hanım, bakmak için camı açtı. Kar hızını arttırmıştı; lapa lapa yağan kar tanelerinin arasından gösterdiğim hayvana baktı.

“Allah iyiliğinizi versin,” deyip güldü, “O köpek değil ki, kurt!.. Aç kalmış anlaşılan ki aşağıya inmiş. Kışın buralara çok kurt iner.”

Afallamış gözlerle kar tanelerinin arasından hayvana baktım; gerçekten de bir kurttu; ben farkedememiştim.

Naciye Hanım, kahkahalar atarak çıktı. Hüzünlü bir gününde onu güldürmüştüm.

Cama yanaştım. İçerisi biraz olsun ısınmıştı; camlar buğulanmıştı, elimle camın buğusunu sildim. Kurt yine aynı duruşunu koruyarak sundurmanın altındaydı.

Aklımdan yaşlı kurtlarla ilgili bütün veciz sözler geçti: “Kurt dumanlı havayı sever”, “Kurdun adı yaman çıkmış, tilki vardır baş keser” , “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” ve diğerleri...

Tolstoy’un arzuladığı gibi; hem kurtların doyduğu, hem de koyunların sağ kaldığı bir dünya olabilir miydi?

Kendimle bir yakınlık buldum kurtla. Kurdun bizim kültürümüzde pek makbul bir yeri yoktu; ama bu kurt kendi halinde, mazlum bir kurttu...Kaderine razı, aç bir kurttu bu... Kim iddia edebilirdi kuyruğunu arka ayaklarının arasına sıkıştırmış bu hayvanın bir vahşi hayvan olduğunu ? Yoluk tüylerinin altındaki bedeninin yaşını anlamaya çalıştım: Yaşlı bir kurttu herhalde.

Penceredeki kar tanelerini ve kurdu izleyen gözlerim daldı.

Bütün hayatım, yirmibeş yıllık iş yaşamım bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti: Deneyimim arttıkça iyileşmesi gereken koşullarım, şu yıllarda tersine iyice kötülemişti.

İlkokulda mevsimleri nasıl sıralıyorduk? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış...Kış yılın son mevsimi… Ben hiç sevmem kışları; yılın en sevimsiz mevsimidir. Soğuk, yağışlı havalar,..Günler kısa, bereketsiz...Erkenden inen akşamlar…Koyu karanlık geceler…Ben de şimdi yaşamımın son, sevimsiz evresini; kışını yaşıyordum.

***

Öğleden sonra saatler daha çabuk geçmişti sanki. Pencereden dışarı baktığımda hava kararıyordu. İçerisi mi ayak uydurmuştu dışarının karanlığına, yoksa dışarısı mı içerdeki kararmış ruhumu sezip uymuştu bilemiyordum.

Mesai bitiminde servise binerken Naciye Hanımla karşılaştım. Yüzü gülüyordu bu kez.

“Eniştem çıktı, eyleme ara verdiler,” dedi, “İdare Mahkemesi kapatma kararını durdurmuş.”

Ben de onun kadar sevindim.

Minibüse binmeden önce sundurmanın altına doğru baktım. Hava iyice kararmıştı; karanlıkta görmeye çalıştım. Kurt hala oradaydı; gözgöze geldik, mahsun bakışları vardı. İnler gibi ağzını açtı, “İyi akşamlar,” demiştir, diye yorumladım.


M.HAKKI YAZICI
25 Mart 2005, Atatürk Kitaplığı-Taksim

Pazar, Eylül 07, 2008

KOMEN… KOMEN !..






“Komen!!!... Komen!!..”

Yıllar öncesinden, sokak aralarında misket yuvarladığımız, çember çevirdiğimiz, kukalı saklambaç, kovboyculuk oynadığımız çocukluk yıllarımdan; henüz dostlukların, arkadaşlıkların arasında hesap çetelesinin tutulmadığı yıllardan kalkıp gelen bu sihirli sözcüğü duyduğumda irkildim.

Kovboy filmlerinde sıkça duyduğumuz, bizim de kovboyculuk oynarken, “seni önce ben gördüm, ellerini kaldır ve sorun yaratmadan buraya gelip, teslim ol,” anlamında kullandığımız bu sözcüğün daha sonraları, lise yıllarımda, İngilizce derslerinde öğrendiğim “come on” sözcüğüne karşılık geldiğini farketmiştim.

Oyunlar !.. Çocukluğumuzun süsü...

Kafamı kaldırıp baktım. İri gövdesiyle, koca bıyıklı, kalın çerçeveli gözlüklü bir adam dükkanın kapısında durmuş, zaten loş olan dükkanın içine güneş ışığının girmesini engelleyerek, içeriyi iyice karartmıştı.

Çocukluğumuzun anılarının dünyasına yaptığım ani yolculuğun kapısını aralayan bu sözcükleri söyleyen adamın yüzünü seçmeye çalıştım.

Elinde kocaman bir su tabancası vardı; tetiğine basıp, yüzüme su püskürttü. Sonra da kalın sesiyle kahkahayı bastı. Böylesi sulu bir şakayı ancak tanıdık biri yapmaya cüret edebilirdi.

Adam, su tabancasıyla yüzüme su püskürtmeye devam ediyordu.

Sevinçle, “Hay bin kunduz!... Niko !?” diye haykırdım.

“Niko ya!.. Niko tabii, koca adam.”

Loş, köhne dükkanımda çiçekler açtı.

Senelerdir görmediğim çocukluk arkadaşım karşımdaydı. Hasretle kucaklaştık. İkimizin de göz pınarlarından birer damla yaş, artık buruşmuş olan yanaklarımızdan aşağı süzüldü.

Evet,... en iyi arkadaşım Niko, beni unutmamış, yıllar sonra da olsa gelmişti.

Niko, “Nasılsın?” diye sordu.

“Geçinip gidiyoruz,..kala yarabbim şükür,” diye cevap verdim ve güldüm.

“Suzi n’apiyor?”

Suzi’nin Kapalıçarşı’da dükkanı olan bir kuyumcu ile evlendiğini, Ada’dan taşındıklarını, biri kız, ikisi oğlan üç çocuğunun olduğunu Niko bilmiyordu.

“Suzi yok..,”dedim.

Eski güzel günler geldi hatırımıza… Koşarak birer ağaç kapıp, tırmanırdık; kimimiz bir elma ağacına, kimimiz bir kiraz ağacına...Yıldızlara daha yakın olduğumuzu sanırdık böylece...Sonra tek tek yıldızları paylaşırdık: Kutup yıldızını Suzi’ye bırakırdık.

Çok iyi arkadaştık; hiç kavga etmemiştik. Minicik aklımızla aramızdaki ilişkinin ömür boyu sürecek bir dostluk olduğunu düşünüyorduk. Kırmamıştık birbirimizi. Aynı kıza aşık olduğumuzu fark ettiğimizde bile...Annesinin iki yanından ördüğü, omuzlarına kadar sarkıttığı sarı saçları, çilli yüzü, hülyalı bakan ela gözleri ile Yorgo Bakkalın kızına... Suzi takmıştık adını.

Bizim hikayemiz farklıydı; aramızda sorun olmasın diye kendimize “esas oğlan”ın, Tom Miks’in adını takmamıştık. Tom Miks yoktu bizim dünyamızda. Oyunlarımızda ben, Konyakçı olmuştum; Niko ise Doktor olmuştu. Hikayelerimizde delikanlı Tom Miks’in yerine ihtiyar Konyakçı ile Doktor’un ikisi de aşıktı körpe Suzi’ye.

Binbir Surat’ın kaçırdığı Suzi’yi kurtarmak için serüvenlere atılırdık. Faytonlar, Kızılderililerin saldırdığı posta arabalarıydı. Suzi’yi kurtardıktan sonra, pastaneden aldığımız dondurmalarla Aya Yorgi Kilisesinin yanındaki arsadaki sığınağımıza, Nevada Kalesine gitmek üzere bir faytona binerdik. Suzi ortamıza otururdu. Apaçilerin her an olabilecek saldırılarına karşı tetikteydik. Bir elimizde dondurma, diğer elimizde oyuncak tabancalarımız dikkatle kolaçan ederdik etrafı.

Niko’yla her şeyimiz ortaktı : Hayallerimiz, tutkularımız,.. Nevada Kalesi’nde kan kardeş olmuştuk. Cebinden çıkardığı çakıyla önce kendinin sonra benim elimi kanatıp, kanayan elimi tutmuştu. Söz vermiştik; dostluğumuz hiç bitmeyecek, birbirimize her zaman sahip çıkacaktık.

Ortak bir de hazinemiz vardı: Hayallerimizi besleyen kitaplar. Annelerimizin çantalarından aşırdığımız elli kuruşluk bozuk paralarla aldığımız Tom Miks, Texas, Pekos Bill, Kinova, Teks mecmuaları. Ortak kitaplarımız o kadar birikmişti ki bir sandık dolusu olmuştu. Annem, babam Niko’nunkiler kadar hoşgörülü değildi; o tür kitapları okumamı yasaklamışlardı. O yüzden de kitapları Niko’ların evinde, bir sandıkta saklıyorduk.

Ama bir sabah evlerine gittiğimde Niko’ların aniden gittiklerini öğrendim. Haber vermeden…Hem de bir daha geri gelmemecesine…Vedalaşmadan….Ellerinde avuçlarında taşınamayacak ne varsa, her şeylerini satıp, savıp Yunanistan’a göçmüşlerdi.

Çocuk aklımla anlam veremedim…Çok kırıldım.

Sağdan soldan Atina’ya yerleştiklerini, iyi olduklarını duymuştuk sadece.

“Kaç yıl oldu görüşmeyeli?...Niye habersiz, aniden çekip gittin!?” diye sitem ettim.

Niko’nun cevabı daha sitemkardı :

“Yok yaaa!...Gitmeseydik de becersindi sizinkiler bizimkileri, d’il mi,” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu aramızda.

O korkunç, toplumsal cinnet günleri aklıma geldi.

6-7 Eylül Olayları olmuştu… O zaman çok küçüktüm; ne olduğunu anlayamamıştım.

Bir sabah erkenden babamla birlikte, Beyoğlu’nun alt tarafındaki dükkanımıza gitmiştik…Güzel bir eylül sabahı idi, görünüşte bir olağandışılık yoktu. Ancak aniden Galatasaray Lisesi tarafından korkunç uğultu ve küfürlerle, ellerinde taşlar, sopalar, bayraklarla büyük bir kalabalık peydahlanmıştı…Şuursuz bir güruh… Rumların işyerlerine, evlerine saldırıyorlardı. Türk komşularımız, durumu anlayıp, erken davranarak, Rumları çoktan kendi evlerinde saklamışlardı; kalabalık kapılarına dayandığında önlerine çıkıyor ve bunların Türk evi olduğunu söyleyerek savuşturuyorlardı. Bir ara kalabalıktakiler sokağın başındaki mobilyacı Aleko'nun dükkanının tabelasını gördüler. Dükkanın kapısını, vitrinini, camlarını, tezgahı,...her şeyi parçaladılar…Benzin döküp yakmaya hazırlanırlarken komşularımız engel oldular; bütün mahalleyi yakacaklarını, Türklere de zarar vereceklerini söyleyerek onları güç bela durdurdular.

Şuursuz kalabalık, yine bağıra çağıra, küfür ve uğultularla yokuştan aşağı yeni hedeflere yöneldi.

Öğlen saatlerine doğru, babamla el ele tutuşup tedirgin adımlarla Beyoğlu'na çıktık… Manzara ürküntü vericiydi… Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki bir dükkanın cam vitrini paramparça olmuştu. Vitrinde teşhir edilen, her gelip geçtiğimde durup, dakikalarca hayranlıkla baktığım, kocaman bir Osmanlı çinisi antika vazo bin parça olmuş, kaldırımda dağılmış yatıyordu.

İstiklal Caddesinin zemini elbiselerden, top top kumaşlardan, kırılmış vitrin camlarından, tabak çanaklardan, mutfak eşyalarından, görünmez bir haldeydi. Cadde boyunca kıymetli ev eşyaları; radyolar, buzdolapları, çamaşır makineleri, antika mobilyalardan dağlar oluşmuştu… Kırılmamış tek bir cam, tek bir vitrin yoktu… Sac kepenkler bile parçalanmıştı… Yürümek olası değildi… O sırada Taksim yönünden Beyoğlu’na tankların girdiğini gördük. Babamla korku ve dehşet içinde, ellerimizi sıkı sıkıya tutarak uzaklaştık.



Birkaç gün sonra babam, akşam yemeğinde, sofrada anlatmıştı. Niko’nun babası ile vapurda karşılaşmışlardı… Çok üzgündü… Onların da Beyoğlu’ndaki tuhafiyeci dükkanları talan edilmiş, yağmalanmıştı. “Dedelerimin memleketi İstanbul’da yaşamak bize haram oldu,” demiş, ağlamıştı.

Hepimizi suspus olmuştuk sofrada… Lokmalar boğazımızda düğümlenmişti… Niko’nun ailesi kadar üzülmüştük. Bizimkisi daha farklı, karmaşık duygulardı; olanlar hem kendimize yapılmış gibi üzgün, şaşkın ve kızgın, hem de bütün bunları kendimiz yapmış gibi utanç içindeydik. Evet,...Utanç ve üzgünlük bir arada.

Babalarımız da birbirine benzerdi; rakıyı ve aynı mezeleri severler, aynı ezgilerle hüzünlenir, aynı oyunlarla coşarlardı.

Babasını sordum.

“Geçen sene kaybettik. Ölürken hep memleketini, İstanbul’u sayıkladı. Onun İstanbul’u sizinkinden güzeldi,” dedi Niko. “ Rakıdan sonra “uzo”ya da bir türlü alışamamıştı.”

“Kitapları ne yaptın ?” diye sordum. “Bir sandık dolusu kitabımız vardı.”

Niko, çantasını açtı, içinden pırıl pırıl ciltli birer Tom Miks ve Texas çıkardı, tezgahın üzerine koydu :

“Al vre kitaplarını !... Çok agladin.”


M.HAKKI YAZICI

(*) Bu öykü 25 Eylül 2006 tarihinde T.Gazeteciler Cemiyeti’nin yayın organı Bizim Gazete’de yayımlanmıştır.

Salı, Eylül 02, 2008

ÖRÜMCEK


Ufacık gövdesinin ön boğumundan çıkan ve gövdesinden çok daha uzun, kıllı ve incecik sekiz bacağını saymazsak, arkadaki öndekinden biraz daha irice ve uç uca eklenmiş iki pirinç tanesinden belki biraz şişmanca fakat daha büyük olmayan açık kahve renkli örümcek dikkatimi çektiğinde yeni ovulmuş beyaz emaye kaplı banyo küvetinin tabanında, küvete uzandığınızda sırtınızı yaslamaya yarayan eğimli arka kısma doğru ağır adımlarla yürüyordu. Oraya nasıl gelmiş olabileceği konusunda o anda hiçbir düşüncem yoktu fakat sonradan anladığım veya tahmin edebildiğim kadarıyla galiba o hep yarı açık duran banyo penceresinin dışında veya içinde bir yerlerde yuvalanmıştı ve eğer aşağıya av peşinde veya keşif amaçlı olarak kendi inmediyse, olasılıkla ben banyoya girmek için kapıyı açtığımda oluşan hafif hava cereyanına kapılıp düşüvermişti. Bu düşüncem belki örümceklerin o ipeksi salgılarıyla her yere kolayca tutunuverdikleri şeklindeki bilgilerimizle pek örtüşmüyordu ama örümceğin küvetin eğimli arka yüzeyine tırmanmak için yaşadıklarını görmek başka türlü düşünmeme de olanak vermiyordu. Eğer tamamen kişisel, patolojik bir durumu yoktuysa ki, bunu bilmem olanaksızdı, belli ki küvetin ıslak ve kaygan yüzeyi onun aynı kalınlıktaki çelikten daha güçlü olduğu ileri sürülen ince ipeksi iplikçiklerinin yardımıyla bir yerlere tutunup tırmanmasına elverişli değildi. Bu nedenle eğer doğrudan akıl yürüterek sonuca varmadıysa herhalde muslukların olduğu taraftaki ve iki yandaki daha dik olan duvarlarını benim onu görmemden daha önce denemiş ve dışarı çıkmak için başka bir strateji bulması gerektiğine ve en uygun yolun küvetin eğimli arka duvarı olduğuna karar vermiş olmalıydı.
Örümcekleri uğur sayan veya örümcek ağlarını bozmayı günah sayan insanlar gördüm. İnançlı Müslümanlar peygamberlerinin kendisini takip eden düşmanlarından saklanmak için sığındığı Hira mağarasının girişindeki bozulmamış örümcek ağlarını gören düşmanların mağarada kimsenin olamayacağını düşünerek takipten vazgeçmeleri öyküsüne dayanarak örümcek ağlarına bir kutsiyet bile yüklerler. Fakat yine de evlerde temizlik yapılırken tavan köşelerinde veya evin orasında burasında oluşmuş örümcek ağlarının bir sopanın ucuna takılan bir bezle silinivermesi veya elektrik süpürgesi ile emilip yok edilmesi de sıradan bir temizlik işidir. Kimse evini örümceklerle ve börtü böcekle paylaşmak istemez çünkü. Haksız da sayılmazlar hani; bizim ülkemizde kaç çeşidi yaşıyor bilmem ama dünya yüzünde iki yüz çeşidi ısırığıyla insanlarda sağlık sorunlarına yol açabilen toplam üç yüz elli çeşit örümcek varmış ve sanırım bu nedenle başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere örümcekleri sevmeyen ve onlardan korkan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Öte yandan bizde pek rastlanmıyor ama galiba bazı batı ülkelerinde kedi köpek gibi ev hayvanı niyetine evlerinde koca koca tarantulaları veya öldürücü karadul denilen örümcekleri besleyenleri de filmlerde filan hiç de az görmüyor değiliz. Ben örümcekleri seviyor muyum ya da onlardan korkuyor muyum, bundan pek emin değilim ama galiba onları çok ilginç buluyorum.
Örümcekleri ilginç bulmamın çocukluğumla ilgili bir yanı var sanırım. O zamanlar, yani ben çocukken, dünya hem ben çocuk olduğum için hem de elli yılı aşkın bir süre öncesinin dünyası olduğu için daha güzel bir yerdi. Altı yaşında bile değildim ama iki yaş büyük ağabeyim ve diğer çocuklarla yürüyerek evlerimizden kilometrelerce uzaklara gider, incir ağaçlarına tırmanıp dalından kopardığımız ballı incirleri yerdik veya kırmızı dut ağaçlarının en tepelerinde ağzımız burnumuz, her yanımız kırmızıya boyanıp da akşam dayağını veya azarını hak edecek kadar daldan dala atlayarak oynardık. Sonra, nasıl ve ne zaman ve kimden öğrendiysek öğrendik, bir miktar balmumunu önce elimizde ovuşturup iyice yumuşattıktan sonra şöyle yirmi otuz santim uzunluğunda bir kınnabın ucuna çekül gibi bağlayıp dut ve incir ağaçlarının biraz ötesindeki tepelerdeki makilerin arasında, kavurucu Akdeniz yaz güneşinin altında her türlü börtü böceğin, kertenkelelerin, yılanların ve akreplerin kol gezdiğini bildiğimiz topraklarda akrep ve örümcek yakalamak için yuvalarını arardık. Akreplerle örümcekler akrabadırlar. Bunu çok sonraları öğrendim tabii. Fakat o zamanlar tek bildiğim, daha doğrusu benden yaşça çok da büyük olmayan ağabeyim ve diğer çocuklardan öğrendiğim, akreplerle örümceklerin komşu olduklarıydı. Akrep yuvaları ile örümcek yuvalarının ayrımı deliklerin çapı ve yerdeki açılarına göre yapılıyordu. Akrep yuvaları biraz daha dar ve kabaca kırk beş derecelik bir açıya sahipti. Örümcek yuvaları ise ağzında çepeçevre bir miktar toprak birikmiş, iki santim kadar genişlikte dimdik deliklerdi. Biz o zamanlar örümceğe büyü derdik; büyüklerden öyle öğrenmiştik. Ucuna balmumu sarınmış ipimizi delikten içeriye sarkıtıp beklerdik. Akrep balmumunu tutunca bir daha bırakamazdı ve ipi çektikten sonra ucunda sallanan akrebi büyük çocuklardan birinin her zaman yanında getirdiği eski bir kutunun içine atıp ağzını kapatırdık. Bu dikkat isteyen bir işti ve ben yalnızca altı yaşında olduğum için sızlanmalarıma dayanamayıp benim de yapmama izin verilirse mutlaka büyük çocuklardan birinin ipi tutan elimi tutarak yaptığı bol çığlıklı denetimi altında yapabilirdim. Büyüler, yani örümcekler hem akreplerden daha büyük ve güçlüydüler, hem de galiba daha yetenekliydiler. Onlar da tıpkı akrepler gibi bacaklarını balmumuna geçirerek yukarıya çekilirlerdi fakat ipin ucunda biraz sallandıktan sonra can havliyle kurtulup büyük bir hızla kaçarak gözden kaybolurlardı. Bu sayede akrepleri bekleyen akıbetle tanışan örümcek çok az olurdu ve bunlardan yalnızca birine tanık olabilmiştim. Yakalanan akrepler çocukların bağırış çığırışları arasında ilkokulun bahçesine getirilir ve kutudan okulun bahçe duvarında saklı bir maşa yardımıyla tek tek çıkarılarak şimdi hatırladıkça utandığım bir ölüm ayininin kurbanı olurlardı. Yere çember şeklinde gazyağı veya ispirto dökülür ve maşayla alınan akrep, ölüm çemberinin ortasına bırakılarak çevresinde ateş yakılırdı. Akrep bir o yana bir bu yana hamle ettikten sonra çaresizliğe yenilir ve kendi kendini sokarak intihar ederdi. Bu arada attığımız vahşi çığlık ve sevinç kahkahalarından hiç söz etmeyeyim. İnsanları da kendi hayatlarına son vermeye sürükleyen benzer bir çaresizlik değil midir? Gülünecek yanı mı var?
Bir örümcek, yakalayan çocuğun her nasılsa balmumu kapanından kurtulup kaçmadan önce kutuya kapatıverdiği, upuzun ve kıllı kollarıyla neredeyse altı yaşındaki yumruğum iriliğinde kapkara bir örümcek, ölüm çemberinin içinde hem de ateş defalarca yeniden yakıldığı halde hayata tutunmayı nasıl başarmıştı, benim için bugün bile bir muammadır dersem inanın. Belki de bu yüzden zorluklar karşısında yılmayan, düştüğü zaman kalkıp hiç sızlanmadan yürüyen ve ateşin içinde cenneti yaratmaya çalışan insanlara büyük hayranlık duyuyor ve hep öyle biri olmak istiyorum.
Örümcek, önce ateş çemberinden kurtulmak için bir yol aradı kendisine. Her yöne doğru birer kez hareketlendi, ateşi geçemeyeceğini kısa sürede anladı ve çemberin tam orta noktasına çekilerek devinimsiz bekledi. Ateş sönmeye yüz tuttuğunda bir hamle yapacak oldu fakat ateşin aniden harlandırılmasıyla yine aynı noktaya çekilip beklemeye koyuldu. Bir daha da ateşin azalıp çoğalmasına hiç aldırış etmeksizin kıpırtısız bekledi. En vahşimizin ateşi birkaç kez üst üste harlandırmasına ve uzunca bir sopa ile dürtüklemesine karşın örümcek yerinden asla kıpırdamadı. Galiba sabırlı olmak zorunda olduğunu biliyordu; nitekim sonunda vahşilerin ilgisi başka bir yöne, başka bir çember yapıp zavallı akrepleri öldürmeye yönelince, örümceğin sönmeye yüz tutmuş ateş çemberinin yanında bir ben kaldım. Ateş nihayet söndü ve örümcek kısa bir süre daha bekledikten ve yerdeki is çemberinin üzerinden dikkatlice geçtikten sonra büyük bir hızla koşarak uzaklaşıp bahçe duvarının önündeki kurumuş çalılıkların arasında kayboldu.
Küvetin içindeki küçük örümcek küvetin eğimli kısmında yukarıya doğru çok az yürümüştü ki durdu ve olasılıkla stratejini gözden geçirdi. Tekrar aşağıya doğru yürüdü, düzlükte geriye doğru on, on beş santim kadar yürüdü, biraz dinlendi ve yokuşa doğru koşmaya başladı. Yolun neredeyse yarısını geçtikten sonra durdu, fakat duramadı ve kaygan küvetin tabanına yakın bir yerde tutunabileceği bir yere gelene kadar yavaş yavaş aşağıya kaydı. Biraz bekledi ve sonra da kararlı adımlarla daha aşağıdaki, ilk koşusuna başlamış olduğu noktadan biraz daha gerideki bir noktaya kadar yürüdü. Yine biraz bekledi ve ardından tüm bacaklarını birbiri üzerinde kullanarak bir çeşit masaj veya jimnastik benzeri bir şeyler yaptıktan daha önce yaptığı gibi hızla yukarıya doğru koşmaya başladı. Yokuştaki hemen hemen aynı noktaya geldiğinde durdu, aynı jimnastik hareketlerini tekrarladı ve yukarıya doğru yanlamasına bir yol tutturarak küvetin arkasındaki fayans kaplı duvarla birleşen, üzerinde ıslak şampuan şişelerinin filan durduğu on santim genişliğindeki düzlüğe çıktı. Kısa süre içinde şampuan şişelerinin üzerindeydi ve o yana bu yana yürüyordu. Fakat o ne! Tuvalette otururken birkaç saniyeliğine başka yöne kayan dikkatimi tekrar ona yönelttiğimde ne göreyim, zavallı örümcek onca çabanın ardından yine küvetin tabanında değil mi? Herhalde düşmüştü. Fakat emindim ki orada olmak istemiyordu çünkü ıslak, pürüzsüz ve kaygan küvet yüzeyi onun yeteneklerini kullanmasına elvermiyordu ve yine fakat görebiliyordum ki inancını kaybetmemişti. İkinci koşusuna başladığı noktaya yürüdü, jimnastik hareketleriyle süslediği aynı stratejiyi kullanarak süratle yukarıya çıktı. Bu kez arık duvarlardaki fayansların ve ıslak ve kaygan küvetin kendisine içinde bulunmak isteyebileceği bir çevre sunmadığını biliyordu ve dosdoğru küvetin duvarsız açık yanına doğru yürüdü ve parlak fayansların arasındaki çatlamış çimento derzini kullanarak banyonu döşemesine inerek yoluna devam etti. Tuvalette işim bittikten sonra ben de öyle yaptım. Bundan sonra hiçbir koşulda asla inancımı kaybetmeyecektim.
D. Kemal Tarım
İstanbul, 02.09.2008

Salı, Ağustos 19, 2008

DALDAN DALA APTALLIK


Değerli arkadaşlarım,
Dışarıda ne kadar güzel bir hava var. Biraz sıcak ama gökyüzü masmavi. Şimdi boğazda buz gibi bir içeceği yudumlayarak denizi seyretmek veya bir kumsalda göbeğinizi güneşe sererek keyfetmek de var ama hepiniz lütfetmişsiniz, beni dinlemek için bu salonda toplanmışsınız. Teşekkür ederim. Bu iyiliğinize karşılık içimden bir ses, “Acaba,” diyor, “sözlerime başlamadan evvel hepinizi saygıyla selamlayarak huzurlarınızdan ayrılıyorum desem bu saygıdeğer hanımefendiler ve beyefendiler daha mı çok sevinirler?”
Bazılarınız beni iyi kötü tanır. Bazılarınız ise belki beni hiç bilmez; umut etmem ama belki az sayıda bazılarınızın da hakkımda pek de iyi olmayan düşünceleri vardır. Yani eminim sevenlerim de vardır sevmeyenlerim de. Fakat bu şimdi o kadar önemli değil. Mademki bu anlatacaklarımı dinlemek için buraya toplanmış bulunuyorsunuz ben de sizleri fazla merakta bırakmamak için izninizle bir an önce konuya gireyim istiyorum. Konunun özü, aslında tarih boyunca insanoğlunun yaşamındaki en büyük sorunlara sinsice yataklık eden ve her bir bireyin kendi var oluşu adına içtenlikle değerlendirmesi gereken üç unsur; özetle kibir, açgözlülük ve aptallık.
Açgözlülüğü ve özellikle de kibri şimdilik ve de yeri gelirse ele almak üzere bir kenara koyup öncelikle bir bakıma her ikisinin de arka planını oluşturan aptallığa değinmek istiyorum izninizle. Açgözlülük ve kibrin aksine, bilerek yapılmadığı, uyarılarak da olsa tekrarlanmadığı veya kişinin kendisinden başkasına zarar vermediği takdirde kolayca hoş görülebilecek, hatta gülünüp geçilebilecek bir şey de olabilen ve her şeyi kasıp kavurabilecek, yok edebilecek bir şey de olabilen aptallığa. İnsanoğlunun en tuhaf özelliklerinden biridir aptallık. Ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun bir gün kendi yaptığı bir aptallık sonucunda hayatını ve belki başkalarınınkini de mahvediveren insanlar yok mudur? Burada, yanmamakta direnen odun sobasını tutuşturmak için gazyağını boca eden ve kendisi de cayır cayır yanan avukat arkadaşımın ölüm döşeğinde son demlerini yaşarken gelen ziyaretçilerine, “Ne tuhaf bir adamım ben; yıllar boyunca hayatımı akıl satarak kazandım, şimdi kendi yaptığım bir aptallık sonucunda ölüyorum,” diye fısıldayışını hüzünle anmak istiyorum. Nur içinde yatsın.
Sanırım ben de oldukça tuhaf bir adamım. Bana benzeyen çok kişi var mıdır bilmiyorum. Sıradan insanın değerine inandığım için kendime de sıradanlığı yakıştırmama karşın, bir zamanlar yaşadığım dairenin sokak kapısına yapıştırdığım, üzerinde “sıradan insanların yaşadığı bu dünyada şükürler olsun ki ben de varım” yazılı küçük kartı görenler benim kendini beğenmiş biri olduğumu da düşünebilirlerdi elbette. Fakat aslında bu sadece kendi kendime yaptığım şirin bir şakaydı. Öte yandan elbette kendimi sever ve değer veririm. Hem de tüm tuhaflıklarıma ve ara sıra yapıverdiğim aptallıklarıma karşın. Diğer insanları ve yaşamın kendisini de sevmek ve en az kendi yaşamım kadar değer vermek için öncelikle kendimi sevip değer vermemden daha doğal bir şey olamayacağını kabul edersiniz sanırım. Fakat kabul etmeseniz de çok umurumda olmaz, çünkü dedim ya, ben oldukça tuhaf bir adamım. Tuhaf sözcüğünü kendi aptallıklarımı sıralarken kendimi bütünüyle aptal sözcüğüyle betimlememek için seçtiğimi anlamış olduğunuzu umuyorum. Aksi takdirde bu maazallah sizi de benimle aynı yere koyuverir ki, bunu hiçbirimiz istemeyiz değil mi?
Tuhaflıklarıma gelince, hangi birini sayayım? En iyisi baştan bir iki komik olanını sıralayayım da yeri gelince anlatırsam diğerleri hakkında siz karar verin. Efendim son zamanlarda parayla başım hayli dertte. Kimin değil ki dediğinizi duyar gibiyim fakat bu anlatacaklarım tam anlamıyla paranın kendisiyle ilgili değil. Belki birazcık ilgi kurulabilir çünkü dünya yüzünde giderek parayla ilgisi olmayan hiçbir şeyin kalmamakta olduğu gerçeği bir yana, paranın geldiği hızla, belki de göz açıp kapayana kadar kaçıp gitmesi ve her defasında nasıl olduğunu anlamasam bile bir şekilde hacıyatmaz gibi ayakta kalışımın ve bunlara kafa yoruşumun başımdan geçenlerin oluşmasında bir nebze etkisi olduğunu kabul etmem de gerekebilir. Her neyse artık, fazla uzatmadan anlatayım bari. Efendim geçen hafta hayli keyifli bir iş yapıp yaralarımın birazına merhem olacak kadar bir miktar para kazandım. Cuma akşamı işi bitirdim ve paranın Pazartesi günü hesabıma yatırılacağını bilerek işyerimden sevinerek ayrıldım. Hafta sonunu da rahat ve keyifli bir şekilde geçirdim. Fakat Pazartesi sabahı işyerime geldiğimde ne göreyim, muhasebecimin ayak işlerine bakan elemanı Ramazan kapımın altından bir sürü kâğıt atmamış mı? Sevincim kursağımda kaldı desem yeridir. Tahakkuklar, KDV, kira stopajı falan filan. Şöyle kabaca bir bakışla rakamları toplayıverdim, bu yağan yağmur değil asuman ağlar bana, rakamların toplamı neredeyse kuruşu kuruşuna kazandığım miktara eşitti ve bizim Ramazan’ın marifeti işte, ödemelerin aynı gün yapılması gerekiyordu. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bu hep böyle mi olacaktı? Şöyle bir düşündüm, hiçbir şey olmasa ya evdeki bir alet bozulur, ya arabam bir iş çıkarır ya da aklınıza ne gelirse işte, elimdeki parayı kapıp kaçacak bir şeyler mutlaka olur. Bakalım kazandığım para hesabıma yatmış mıydı? İnternetten baktım, yatmış; buruk bir sevinç kapladı içimi. Ya bir de para yatırılmamış olsaydı ne edecektim. Şimdi hiç değilse vergilerimi ödeyebilecek ve mümtaz devletim eliyle başıma gelebilecek başka sıkıntıları savuşturabilecektim. İşe iyi tarafından bakmak gerekir. Ben de öyle yaptım ve içimdeki burukluğu bir yana atarak sevindim.
Banka işyerimin tam karşısında. Vergi evrakını aldım ve bankanın yolunu tuttum. Bankada işlem yapmak için bekleyenler hayli kalabalıktı. Ben oldum olası kuyruğa girip sıra beklemeyi sevmem. Belki de bu güzel ülkemiz yedi düveli doyuracak olanaklara sahipken bir zamanlar her şeyin yokluğunun çekilmesi ve yıllarca birçok şeyi alabilmek için sonu gelmez kuyruklara girmemiz beni böyle yapmıştır. Bu noktada, bu anlattıklarımın ana temasını oluşturan kelimeyi kullanmasam da olur sanırım ama aç gözlü, kibirli ve dolayısıyla bencil ve öfkeli politikacıların çapsız ve çağdışı demokrasi anlayışlarıyla güzel ülkemizi ne hale getirmiş olduklarını, pek de hayırla olmasa da, anmadan geçmeyeyim istiyorum. Şimdi açlıktan ölecek olsam ekmek kuyruğuna zor girerim diyorum hep ama dilerim yaşam bu lafım yüzünden de burnumu sürtmez.
Bankalarda biliyorsunuz artık bir düğmeye basınca sıra numarası veren fiş makineleri var. Bir de her banka kendi devamlı müşterilerinin hayatını kolaylaştırmak için o bankaya ait kredi kartını fiş makinesine sokarak sırası daha çabuk gelen bir numara fişi alma olanağı sunarlar. Bu bazen kendinden sonra gelen on kişinin daha önce hizmet aldığını gören kuyrukzedelerin hararetli tepkilerine neden olsa da bankanın kartına sahip olanların işine gelir. Bende de o bankaya ait sanırım yalnızca para çekmeye ve yatırmaya yarayan bir paramatik olduğu için elbette benim de işime geliyor. Hele banka kalabalık olunca; ancak bazen söylenenlerin, homurdananların arasından bankoya yürürken azıcık utandığımı da itiraf etmeliyim.
Dedim ya banka o gün çok kalabalıktı. Oturanlar, ayaktakiler, oturacak yer olmadığı için fişini alıp sigara içerek dışarıda bekleyenler, girenler, çıkanlar, tam bir curcuna. Kartımı çıkarıp fiş makinesinin önüne geldiğimde arkamda dört kişi birikmişti bile. Kartımı makinenin kart girişine takacağım, fişimi alacağım, vergilerimi ödeyeceğim; bir sürü işim var, bir an önce işyerime döneceğim. Kartımı taktım ve düğmeye bastım. O ne! Kartı fiş çıkan deliğe takmamış mıyım? Lakin azıcık da olsa kartın ucu görünüyor. Tırnaklarımın ucuyla çekip alayım dedim, tutamadım ve galiba biraz daha içeri ittim. Mahcup bir ifadeyle arkama baktım, fiş sırasındakiler olmuş mu sekiz kişi? Buyurun buradan yakın. Hemen arkamdaki beyefendi bir tuhaf baktı yüzüme ama en çok arkalardan gelen bir homurtuyla irkildim, ellerim terlemeye başladı. En masum tavrımı takınarak ve içimden imdat diye bağırarak bir görevlinin yardımını alma umuduyla sağa sola bakınmaya başladım. Neyse ki fazla sürmedi, bankanın güvenlik görevlisi yetişti imdada ve makinenin kapağını açarak kartımı çıkardı, belki yine beceremem kaygısıyla kartı doğru yere takıp fişimi verdi. Benden para çıkacak ya, hiç beklemedim; sıram iki dakikada geldi ve homurtuların arasında bankoya gidip vergilerimi ödedim.
O günkü tuhaflıklarım bu kadarla kalmayacakmış. İşyerine döndüğümde cüzdanımda hiç para kalmamış olduğunu anımsadım. İşim çok ya akşam işten çıkınca çekerim diye düşündüm. Evde hiç yiyecek yoktu ve üzerimde bir miktar nakit para olması kesinlikle elzemdi çünkü parasız alışveriş yapmaya yarayan kredi kartlarımı biraz sonra anlatacağım nedenlerden dolayı kullanamıyordum. Neyse, yoğun geçen günün sonunda işyerinden çıkıp bankaya gittim. Bankanın dışındaki ATM makinesinin önünde üç kişi vardı. Nedense epeyce beklemek zorunda kaldım. Bu arada sabahki aptallığımı düşünerek kendime gülüyordum. Daha büyüğünü yapacağımı nereden bileyim? Nihayet sıram geldi ve arkamda birikmiş olan birkaç kişiye teknolojiyi doğru dürüst kullanmayı bilmeyen cahillerin yüzünden ne kadar da çok bekledik, şimdi ben on saniyede işimi halledivereyim de görün edası takınarak makinenin önünde yerimi aldım. Ooff off! Hızlı hareket edeceğiz ya, son anda uyanıp tutmaya çalışmama karşın beceremedim; kartı makinenin para çıkan yerinden içeri atıverdim. Halimi siz düşünün. Yetmiyormuş gibi arkamdaki yaşlı kadın da gülmeye başlamasın mı? Hiç sesimi çıkaramadım, kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve oradan uzaklaştım.
Güya akşam dışarıda bir yerde mum ışığında yemek yiyecektik. Arabamın yakıt ibresi dipteydi. Yalan söylemeyi de hiç beceremem hani ama sevgilimi aradım ve onu almaya gelemeyeceğimi, hem arabamın arıza yaptığını hem de kendimi çok kötü hissettiğimi söyledim. O zaman ben gelip seni alayım dedi ama ayaküstü bir yalan daha kıvırıp ateşimin olduğunu ve hemen yatıp uyuyacağımı söyleyip atlattım. Fakat mutfak tamtakırdı. Nasılsa kalmış bir dilim kuru ekmek ve kuruyup tadını kaybetmeye yüz tutmuş biraz peynir ile akşam yemeği işini hallettim; sabah kahvaltısı ise bankanın açılış saatine kadar bekleyecekti.
Şimdi birazcık akıllılık edip kendimi daha önce sözünü ettiğim, kullanılamaz durumdaki diğer kredi kartlarımın başına gelenleri anlatıp da siz değerli dostlarımın acımayla karışık alaycı gülüşmelerinize maruz bırakmadan önce hiç de komik olmayan başka bir konuya değinmek istiyorum. İran uluslar arası camianın nükleer programını durdurması için kendisine teklif ettiği paketi reddetmiş. Öte tarafta ise aşırı gücü ve o gücü aklı sıra sonsuza kadar sürdürmek için ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını zorla da olsa elde etmek isteyen ve bir punduna getirip İran’ın üstüne atlayıvermeyi ve bunu dünyanın geri kalanının yediğini zannedip demokrasi götürme kılıfına sığdırmaya çalışan bir AçgözlüBaşıbozukDeli var. Şimdi hangi birini savunayım. Al birini vur ötekine. Dünyanın durumu ortada. Fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama daha dün ateş kusarak demokrasi götürülen Irak’ta akan kanlar durmamışken fitili tutuşturulmaya çalışılan bombaya bakın ve aklınıza gelen ilk kelimeyi söyleyin lütfen. Neymiş? Aptallık! Daha yüksek sesle lütfen. AP-TAL-LIK!!!
Dünya Gıda Programı adlı kuruluşun yaptığı dünya açlık haritasına göre dünyada her gün 25.000 insan açlık ve fakirlik nedeniyle ölüyor. Açlığa bağlı hastalıklardan her beş saniyede bir çocuk yaşama veda ediyor. Yılda altı milyon beş yaşın altında çocuk beslenme yetersizliği ve açlığa bağlı hastalıklar nedeniyle toprak oluyor. Her yıl bir milyon bebek A vitamini eksikliği nedeniyle can veriyor. Bunları görmezden gelmek, bir yandan bu tür konulara havari gibi yaklaşıp diğer yandan bu korkunç kırım ve yıkımın sürüp gitmesine neden olan aptallığı, açgözlülüğü ve bencilliği uygarlık olarak yutturmaya çalışmak olsa olsa herkesi aptal yerine koyma aptallığından başka bir şey olmasa gerek. Burada daha açık olması için kibir yerine bencillik sözünü kullandım. Bana göre kibrin dışa yansıması bencillik, hırs ve yıkıcı rekabet ile olur da ondan.
Dünyada milyarlarca insan temiz içme suyundan yoksun. Zaten suyumuz, toprağımız, dünyamız elden gidiyor. Üstelik bunu herkes biliyor. Buzullar eriyor, denizler yükseliyor, adalar batıyor, ormanlar yanıyor, sayısız canlı nesli tükenmiş veya tükenmenin eşiğinde çaresiz var olma savaşı veriyor. Yüz milyonlarca insan ömründe bir çatı altında uyumadan doğup ölüyor ve ona yaşamak denilebilirse eğer yaşadığı her gününü en çok bir avuç dolusu yemek yiyerek geçiriyor.
Öte yandan kendi çağdışı bağnaz rejiminin pek de insani olmayan yanlarını görmezden gelip ve fakat haklı olarak büyük şeytan dediği ülkeyle, tabirimi mazur görün, sidik yarışına girmiş bir ülkenin, hemen yanı başımızda yaşanması olası dramı da bizi bekliyor. Bu bizim dışımızda, bizi ilgilendirmez diyebilir miyiz? Ben, dünyanın öbür ucunda yaşıyor olsaydık dahi diyemeyeceğimizi düşünüyorum. Haksız mıyım? Bu yarışı kim kazanırsa kazansın dünya biraz daha karanlığa batmayacak mı? Bundan başka bir dünya var da biz mi bilmiyoruz yoksa. Hani bunun içine ettikten sonra kaçacağımız başka bir dünya.
Ben eskiden bizim lokantalarımızdaki yemek porsiyonlarını Avrupa ve Amerika’da gördüklerimle karşılaştırır, bizimkilere kızardım. Şimdi tövbeler olsun diyorum. Bizim tabaklarımız iyi ki küçükmüş. O varsıl ülkelerde sağlıkla ilgili adamlar şimdilerde obezlik ve bağlantılı tuhaf hastalıklarla mücadele için, çare arayanlara porsiyonları küçültmeyi öneriyorlar. Haklılar çünkü gördüklerime bakarak, küçük bir Amerikan mahallesindeki lokantalarda bir akşam yemeğinde tüketilen ve yenilmeyip atılan yemeklerle eminim fakir bir ülkenin orta halli bir kasabası bir ay ziyafet çeker diye düşünüyorum.
Her neyse, şimdi gelelim şu benim kredi kartlarıyla ilgili diğer tuhaflığıma. Hak verin ne olur, bu kadar aptallığı sıraladıktan sonra, başıma gelenin düpedüz benim aptallığımdan kaynaklanmasına karşın insanın özüne, dolayısıyla kendi özüme olan saygımdan, o zaman çok içimi burkmuş ve kendime kahretmeme neden olmuş olsa dahi bu defalık buna aptallık demeyeceğim. Tabii ki siz ne isterseniz onu diyebilirsiniz. Size saygım varsa farklı düşüncelerinize de saygı göstermeliyim, öyle değil mi?
Efendim, yine uzun yıllar içinde uzun veya kısa aralıklarla işsiz güçsüz olduğum dönemlerimden birindeydim. Tahmin edersiniz ki para ile yine başım dertteydi. Evden pek çıkmıyor, bir şeyler yazıp çiziktirerek, çeviriler yaparak hayatımı kazanmaya çalışıyordum. O zamanlar haftada bir akşam, sizden değerli olmasın, çok değerli dostlarımın birkaç yıldır sürdürmekte oldukları edebiyat toplantılarını yeni keşfetmiştim ve büyük bir hevesle katılmaktaydım. Evimden hayli yürüdükten sonra dolmuşa binerek Üsküdar’a gelip motorla Beşiktaş’a geçtikten ve yokuş yukarı da olsa biraz daha yürüdükten sonra eski ve yeni dostlarımla öykü, roman, sohbet ve biraz da alkol derken harika vakit geçirip her sıkıntımı unutuyordum bu toplantılarda. Cinler ve şeytanlar sorunsuz ve neşeli ortamları mesken tutarlarmış. Gecenin ilerleyen saatlerinde keyfim yerinde, ışıl ışıl bir ruh haliyle toplantıdan ayrıldım. Sanırım benim kendi kendimin canını yakıp günler boyunca aptallığıma yanmama neden olan olayın planını o gün yaptılar. Neyse efendim, o gece son motora veya son otobüse yetişmek için acele eden bir kalabalığın arasında trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçerken motorun bilet parasını hazırlamak ve cüzdanımı da güvenceye almak için cüzdanımı çıkarıp elime aldım. O gece için kafamda kalan tek resim bu. Sonra eve geldim, rahat bir uyku çektim. Sonraki üç beş gün parayla pulla hiç işim olmadı. Olduysa da ortalıkta duran bozuk paralarla işimi görmüşüm belli ki. Derken efendim, gazetede gördüğüm evime hayli yakın bir yerin iş ilanına telefonla başvurup aynı günün öğleden sonrasına bir randevu aldım ve güzelce giyinip, kravat takıp görüşmeye gittim. Görüşme sonucu hüsran. Tatsız bir şekilde eve geldim. Takım elbisemi dolaba astım. Biraz okuyup rahatlamaya çalıştım. Evde su bitmiş. Telefonla bir damacana su siparişi verdim. Sucu gelince parası hazır olsun diye bozuk para kutusuna baktım. Yeterli olmadığını görünce cüzdanımdan alayım dedim ama demez olaydım. Cüzdanım sürekli bıraktığım yerde değilse mutlaka son giydiğim pantolonumun cebinde olur ama bakmadığım yer kalmadı; yok, yok! Delirmek işten değil, gündelik bir iki pantolonumun ceplerini, evin hemen her köşesini, yatağın altını, dolapların arkasını, mutfağı, banyoyu çılgınca tarumar ettim, yok! Evet, evet, iş görüşmesine giderken giydiğim elbiseyi de, dolaptaki hiç giymediğim elbiselerimi de dışlarından mıncıklayarak ikişer kez kontrol etmeyi ihmal etmedim. Çıldırmış gibiydim. Bu arada bazı ceplerden her nasılsa birkaç bozukluk çıktı ve su parasını hazırlayabildim fakat cüzdan sanki sırra kadem basmıştı. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak düşündüm. Cüzdanımla en son ne zaman görüşmüştük? Neden sonra Beşiktaş’taki trafik ışıklarında elinde cüzdanla yürüyen kendimin resmi canlandı kafamda. Lanet olsun, bir yankesicinin kurbanı mı olmuştum. Of ki of, on beş gün yetecek para vardı içinde; ya kredi kartlarım? Eyvah! Bankaları arayıp iptal ettirmek gerek. Öyle de zahmetli bir iş ki bu, bilen bilir. Önce iki önemli kartımın olduğu bankayı aradım, uzun ve sabırsız bekleyişlerden sonra müşteri temsilcisiyle görüşüp kartlarımı iptal ettirdim. Sonra nakit hesabımın olduğu bankayı arayıp yalnız para çekmeye yarayan, hani şu para çıkan deliğe atmış olduğum kartı iptal ettirdim. Son bankayı aradığımda paniğim biraz azalmıştı; candan bir genç adam benden bütün bilgileri aldıktan ve iptali onaylayıp onaylamadığımı sorduktan sonra, “Sizin için başka ne yapabilirim,” deyince biraz dertleşmek istedim. Delikanlı çocukmuş, sağ olsun, beni rahatlatmak için biraz konuştu. Bir ara, “Efendim,” dedi, ceplerinize iyi baktığınızdan emin misiniz?” Tam o anda kafamda bir ışık yandı söndü ama ne yalan söyleyeyim yüreğim de ağzıma geldi. “Ne olur birazcık bekler misiniz?” deyip yatak odasına koştum. Son giydiğim, askıdaki takım elbisenin pantolonunu baştan aşağı bir daha mıncıkladım. Lanet olsun! Bu arka cepleri neden böyle derin yapıyorlar ki? Cep içindeki ağırlıkla bir takla atmış ve meğer boşlukta sallanıyormuş; panikten olacak, o kadar yoklamama karşın elime gelmemişti. Sevineyim mi ağlayayım mı? Cüzdan elimde telefona koştum, bari son kartı iptal edilmekten kurtarayım diye ama geç kalmışım, çocuk iptal onayını alınca çoktan tamamlamış işlemi. İçimi derin bir sızı kapladı. Aynanın karşısına geçip kendime şöyle alaycı bakışlarla bakıp, “Aptal!” diye bağırdığımı anımsıyorum. Soyguncu bankaların kart yenileme ücretleri zaten yeterince can yakıyor, bir de o kartları getiren kuryeler nasıl denk getirip de benim evde olmadığım bir iki saat içinde geliyor ve fazladan iş çıkarıyor bilseniz. Tüm kartlar gelene kadar aynada kendi yüzüme bakamadım dersem inanın lütfen.
Değerli dostlarım, tam bu anlattıklarımı sizlere sunmak için hazırlanırken Gürcistan Güney Osetya’ya saldırdı. Rusya karşılık verip Gürcistan’a çullandı. Sınırdaki Gori adlı Gürcü kasabası harabeye döndü ve neredeyse haritadan silindi. Binlerce insan ya öldüler ya da yerlerinden yurtlarından, geleceklerinden koparıldılar. Ateş hala yanıyor ve aklını peynir ekmekle yemiş olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Gürcü devlet başkanı şimdi medya kanallarında kendisine neyin çarptığını anlayamamış bir halde sağdan soldan telefonla imdat dilenirken bir yandan da kravatını yerken görüntüleniyor. Evsiz barksız kalan, sırtlarındakilerden başka giyecek bir şeyi olmadan kaçıp kurtulanların ise eğer yardım kuruluşları zamanında yetişmezse yiyecekleri de yok, içecekleri de. Daha da acısı belki hiçbir gelecekleri de… Bu küçücük öykünün adını ne koymak isterdiniz? Evet, elbette, yine aynı şey, değil mi?
Şimdi size farklı bir öykü anlatmak istiyorum. Gözünüzün önüne uçsuz bucaksız bir çöl ve bu çölün bir yerlerinde yeşermiş küçük bir vaha getirin. Akşam olmak üzeredir ve bir bedevi yularından çekerek birlikte yürüdüğü, üzerinde iki büyük çuval yükü olan bir deveyle vahaya gelir. Su kuyusunun başına gelince devenin üstündeki çuvalları indirir, kuyudan kendisi ve devesi için su çeker ve gündüzleri çok sıcak olan çölde geceler çok soğuk olduğu için bir ateş yakar. Çöl deyince, bedevi deyince hemen aklınıza bir de kutup ayısı gelmesin lütfen. Çok ayıp ve konumuz bu değil fakat sanki yakın bir gelecekte o da olacak gibime geliyor. Kutuplardaki buzlar hızla eriyor. Yaşam alanları yok olan kutup ayıları hızla yok oluşa doğru gidiyor ve insanların büyük bölümü bu trajediyi sadece seyrediyor. Görünen o ki tek güvencemiz doğanın direnme gücü fakat küresel ısınmanın kaynayan kazanının altına hala kömür atmakta direnen aymazların çokluğunu düşününce doğanın direnme gücünün çoktan kırılmış olduğu da, kutup ayılarının ve tüm insanlığın işinin mucizelere kaldığı da ortada. Buzlar eriyor; denizler yükseliyor, okyanuslardaki adalar bir bir batıp sulara gömülüyor. Kıyılar, deniz seviyesinden yüksek olmayan büyük kara parçaları sular altında kalacak. O zaman belki doğanın küçük mucizelerinden biri gerçekleşecek ve her nasılsa yok oluşa direnen bir kutup ayısı akıl ermez yollardan geçip kendini çölde, bahtsız bir bedevinin karşısında bulacak. Demedi demeyin. Fakat o gün geldiğinde bahtsız bedevinin yaşadıkları tüm insanlığın kendi aymazlığı sonucunda duçar olduğu bahtsızlığın yanında komik bile sayılmayacak.

Her neyse, biz konumuza dönelim. Bizim bedevi ateşi yaktıktan sonra yemeğini yer, devesini besler ve uzanıp yıldızların eşi benzeri olmayan elmaslar gibi parladığı uçsuz bucaksız gökyüzünü seyre dalarak dinlenmeye çekilir. Derken efendim, ilerideki hurma ağaçlarının arasından bir karaltı çıkar, hançerine davranan bedeviyi ürkütmemeye çalışarak dostça seslenir. Karaltı sakin adımlarla yürüyerek yıldızların aydınlattığı açıklığa gelince, bedevi bunun ak saçlı, aksakallı, ulu görünüşlü bir adam olduğunu görür, saygıyla ayağa kalkar ve dostça selamlaşırlar. Adamın üstündeki giysilerin eskiliği ve yıpranmışlığı ateşin yalımları ve yıldızların ışıltısı altında ona daha da bir gizem, bir yücelik ve asalet katmaktadır sanki. Ateşin başına otururlar, aksakallı adam azığını çıkartıp karnını doyurur ve sonra da bedevinin adam gelince ateşin üzerine koyuverdiği çaydanlıkta kaynayan ot çayını yudumlayarak sohbete koyulurlar. Bedevi adamın saygın görünüşünden etkilenmiş olduğundan susar; söz sırasını ona bırakır. Adam, “Hımm,” der, “Bu deve senin mi?”
Bedevi – “Evet efendim, inşallah benimdir.”
Adam – “Maşallah iki çuval da yükün var galiba. Çuvallarda ne var?”
Bedevi – “Efendim, birinde buğday var. Öbürüne de devenin yükünü dengelesin diye kum doldurdum.”
Adam – “Anlaşılan devenin yükü ağır olunca sen de bu kadar yolu yürüyerek geldin. Buğday iki çuvala bölüştürseydin hem zavallı deveye fazla yük vurmamış olurdun hem de belki ara sıra sen de binip daha kolay yol almaz mıydınız?”
Bedevi – “Doğru yahu, bakın ben bunu hiç düşünememiştim. Sabah çok erken yola çıkacağım hemen kalkıp dediğinizi yapayım bari.”
Bedevi kalkar, kum çuvalını boşaltır ve buğday çuvalının yarısını boş çuvala aktarıp çuvalların ağzını bağlar. Yükü hafiflediği için sevinmektedir; artık kendisi de deveye binebilecektir. Hafiften bir yalelli mırıldanarak gelip ateşin başına oturur ve büyük bir saygı ifadesi takınarak şöyle der, “Efendim, siz çok akıllı bir adamsınız; herhalde bir yerlerde hükümdar filan olmalısınız.”
Adam – “Hayır, hükümdar filan değilim.”
Bedevi – “Öyleyse çok zengin bir adamsınızdır. Hanlarınız, hamamlarınız, kapınızda kullarınız, sürülerle deveniz filan vardır.”
Adam – “ Yok canım; üzerimde gördüğün şu eski urbalardan başka hiçbir şeyim yoktur.”
Bedevi – “Öyleyse ben sizin verdiğiniz aklı ne edeyim. Sizin kendinize hayrınız yok!”
Bu, bedevinin adamla konuştuğu son sözler olur; kalkar ve buğdayı yeniden tek çuvala doldurur, boşalan diğer çuvalı kumla doldurur, ağızlarını bağlar. Sessizce ateşin yanına döner, çaydanlıkta kalan çayı, adama bir tane daha içip içmeyeceğini bile sormadan döker ve yayıntılarını toplayarak uzanıp uyumaya çekilir. Sabah gün ışımadan yola koyulacaktır.
Bedevinin, bu akılla giderse, gününün hiç ışımayacağını, güneş tepedeyken bile hep karanlıkta yol alacağını söylersem kabul edersiniz sanırım. Kutup ayısına ne hacet, adamın bahtsızlığı kendinden menkul ama o farkında bile değil. Bir şey değil, olan zavallı deveye oluyor ve hatta garibimin kendisine oluyor. Tıpkı dünyanın durumu gibi, değil mi?
Ben küçükken çokça duyardım büyüklerden. Neymiş akarsu pislik tutmazmış, deniz pislik tutmazmış. Laf! Ama o büyüklere de kızmamak gerek. Onlar insanoğlunun ruhsal kimyasında ezelden beri var olan kibir, açgözlülük ve aptallık zehirlerinin günün birinde bendini yıkıp sel olacağını hayal bile edemiyorlardı belli ki. Doğaya hükmetmek ve yalnızca almak, neye mal olursa olsun almak sevdasındaki insanın ruhundan sel olup akan kirlilik yüzünden kirlenmedik ne akarsu kaldı ne de deniz. Sorsanız, o derelerin, o nehirlerin üzerine fabrikalar kuranların, onlara ruhsat ve kredi verenlerin kendi çevrelerinde akıllı birer beyefendi veya hanımefendi olarak tanındıklarını öğrenir ve şaşırmazsınız eminim.
Yukarıda anlattığım öyküdeki bedevinin gözünde güç ve zenginlik akılla eşdeğerdeydi. Fakat o bir garip, zavallı bir çöl bedevisiydi. Fakat dünyanın geri kalanına ne oldu? Aynı köpeklerin dünyasındaki gibi güçlünün zayıfı ezdiği, okumuşun okumamışın, bilgilinin bilgisizin ezici çoğunluğunun kendini güce, zenginliğe, şana şöhrete göre ayarladığı, her şeyin kirlenip yok oluşa gittiği bir dünyaya bu kadar zamanda nasıl geldik? Bu soruların en billurlaşmış cevabını bulmak için düşündüğümde benim aklıma sözünü ettiğim o üç zehirden, kibir, açgözlülük ve aptallıktan başka bir şey gelmiyor.
Aptallık insan ruhunun en karanlık yerinden doğuyor, kibir ve açgözlülüğü uyandırıp onlarla kol kola kılıyor ve aklı, izanı, vicdanı hükmü altına alıp beslenerek karanlık kusuyor. Bu noktada biraz da insanların inanç dünyalarıyla ilgili bir şeyler söylemek isterim. Herkesin inancına sonsuz saygım var. Yeter ki içten ve samimi olsun. Öte yandan bireyin iradesinin özgürlüğüne de inanırım. Yine, belki birçokları için tartışılabilir bir konu olmasına karşın dinlerin ortaya çıkışlarındaki ruhlarını ele aldığımda, din savaşlarını, aynı dinin mensuplarının bile birbirlerini yemelerini bir kenara bıraksam dahi kendi kendime akılla izah edemediğim birçok konu kalıyor geriye. Kendi aptallığıma verip geçeceğim ama bunu başaramıyorum. İki bin küsur yıllık kilisenin yüzyıllarca ihlaline günah deyip uğruna kelleler aldığı, insanları odun ateşinde yaktığı bazı kurallarını sonra elden geçirip bunlar artık günah değil demesini ve bugün yeni günahlar icat edip insanların özgür iradeleri üzerinde egemen olmaya kendilerinde hak görmesini kendime anlatabilmem olanaksız. Biraz bu tarafa gelecek olursak, toplumun üç aşağı beş yukarı yarısını oluşturan anamız, bacımız, eşimiz, kızımız, sevgilimiz kadınlarımızı örtmeyi, eve kapatıp toplumsal yaşamın dışına itmeyi dinsel vecibeyle yutturmaya çalışan, ahlak edebiyatı yapan bir zihniyetin sanki uğraşacak başka bir şey yokmuş gibi her geçen gün güçlenip yayılma çabaları karşısında düşünemiyorum bile. Sanırsınız ki bu zihniyetin tüm gücüyle hüküm sürdüğü ülkelerde ahlak düzeyi çok yüksek, kimse kimsenin ırzına namusuna göz dikmiyor, tecavüz etmiyor. Külahıma anlatsınlar. Kapkara çarşaflara bürünmüş, bırakın elini kolunu, yüzünü bile görmediği kadınla evlenen adam nasıl olsa işini gördükten sonra beğenmezse boş olup kurtarıyor ya yakasını, kadının özgür iradesi kimin umurunda. Bu örtünme işinin bir adım sonrası erkekleri de kapsayacak da şimdi pek konuşulmuyor. Her Cuma namazını kılmak için camiye giden bir esnaf arkadaşım vardı. Yaklaşık on beş yıl kadar önce bana artık camiye gitmediğini anlatmıştı. Neden mi? Efendim, çevre esnafının içinde şalvarlı, takkeli ve yaz kış pardösülü gezen bazı kara sakallı tipler de aynı camiye gidiyorlarmış. Bunlardan bir tanesi arkadaşıma hiç değilse camiye gelirken pardösü giymesini söylemiş. Arkadaşım nedenini sorduğunda hiç utanıp sıkılmadan demiş ki, secdeye durduğunda vücudunun hatları ortaya çıkıyor. Şimdi ben bunu biraz kibarca aktardım fakat kara sakallı daha kaba sözlerle söylemiş. Arkadaşım, “Lanet olasıca,” dediydi, “ben başımı secdeye koyduğumda senin de başını secdeye koymuş olman gerekiyor, sen kafayı kaldırıp milletin mabadına mı bakıyorsun!”
Şimdi, değerli dostlarım, önce ben size sormak istiyorum. Cevabınızı yüksek sesle söylerseniz de gücenmeyeceğim ama şöyle derince bir düşünün ve söyleyin, ben aptal mıyım? Sonra da kendi kendinize dönün ve varsa, kendi yapmış veya yapmakta olduğunuz aptallıkları samimiyetle gözden geçirin. Umarım onlar da benimkiler kadar masum ve tuhaflık deyip gülünüp geçilecek şeylerdir. Fakat bir aptallık var ki hepimiz evet hepimiz gölgesi altında uyuklamaktayız ve ara sıra uyanıp ayıldığımızda da şikâyet edip söylenmekten başka bir şey yapmıyoruz. Dünya elden gidiyor. Çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği her geçen gün karanlığa gömülüyor ve biz iyi insanlar bir araya gelip, gözlerimizin çapağını silip ayağa kalkmıyoruz. Bu gün için bundan daha büyük aptallık düşünülebilir mi? Ve değerli dostlarım, kendi kendimize sormamız gereken asıl soru şudur ki, aptallığı bir kenara bırakıp hep birlikte ayağa kalkarak kolektif bir aklın çevresinde toplanmak için daha çok bekleyecek miyiz?
Beni dinlediğiniz için teşekkür eder, hepinize ve tüm insanlığa akıl fikir dolu hayatlar dilerim.
Saygılarımla
D. kemal Tarım, Ağustos 2008

Salı, Temmuz 01, 2008

ARALANAN PERDE

Cocuklugum, derin cigligi duvarlarin ve askin
Ruyalarimda savrulurum her yer toz, balyoz...
Cokerse coksun haykirislarim morili karanliklarin dibine
Atarabasi, kiymik, caddenin karsisinda aralanan bir perde
Bu kacinci son...
Terzi Ali Er, elde makas duvarda devrim...
Cocuktuk, heybelerimizdeki derun hayaller birbirine carpardi...
Baktimdi sana, baktindi bana, gozlerindeki parlaklik, o muthis erinc...
Seni tutmam icin ellerime gerek yoktu;
Dokundum kirmizi yanagina ipin altindan gecerken.
Plevne Mahallesi bagirir, sokaklarindaki cocuklar ucarlar.
Hurriyetimiz, yanan mes alemiz yururken ara sokaklarinda bize seslenir
Cagirir kendine yillar yillar sonra uzaklardan...
Ne o agladin mi, kizgin misin? bilirim bu kacinci haksizlik
Gider birer birer hayatimizdan sevdiklerimiz,
Bakakaliriz arkalarindan yine de sen vardin
Gulerken yoksul hirkalarin arasindan...
Bak bu mesafe, uzak ara, hayatin actigi aramizdaki...
Sen nerede, ben nerede? yikaniyorduk halbuki o zamanlar ayni derede...
O dere artik ayni dere degil...
Kac cocugun var kimbilir. Oglan keske bana benzese...
Gelsen karanligin ortasindan simdi, yanagindan opuversem bir kere...
Alim, morum, kirmizi yanaklim saclarini savursan
Bir kere daha bana gulumseyerek baksan...
Terzi Ali Er, elde igne; hayat carsafindaki yirtik acilmis
Dikilmiyor...
Cocuklugum, derin cigligi duvarlarin ve askin
Ruyalarimda savruluyorum her yer toz, balyoz...



Adnan Turkoglu