Perşembe, Haziran 22, 2006

GÖZLER (SÜT MAVİSİ)


Hala açıp kapatabildiği (sağ) gözünü yavaşça yumdu, başını yukarı doğru kaldırmaya çalıştı. Bunu sezen kadın, adamın başını iki eliyle tutup kendine doğru çekti, sıkıca iki memesinin tam ortasına bastırdı. Bir süre yalnızca adamın hırıltılı nefesi duyuldu. Sonra kadın fısıldayarak konuşmaya başladı:

“...tamam melih amca tamam artık korkma sakın bak ben burdayım sımsıkı sarılıcam sana göğsüme bastırıcam seni hani kaçamak bakardın da ben başımı kaldırınca utanır eğiverirdin gözünü yere koskoca adam yanakların kızarırdı yine de bakardın ya gel şimdi yasla başını göğsüme sımsıkı bastır yeter ki korkma...”

Herşey göz açıp kapatıncaya kadar olup bitivermişti. Reyhan öğle yemeğinden kalan tabakları toplamış, Melih Bey’i kızdırmadan kahvesini yapmanın telaşında bulaşıkları mutfak masasının üzerine yığmıştı. Gürültüyü duyduğunda cezveyi dolduruyordu. Ses Melih Bey’in oturduğu odadan gelmiş, Reyhan’ın ödünü koparmıştı.

Perihan Hanım bir haftadır Ankara’da kardeşinin yanındaydı. Giderken “Bak Reyhan” demişti. “Melih Bey kendini iyi hissetmezse, bir terslik olursa, korkarsan eğer, neler yapacağını biliyorsun. Önce doktoru arayacaksın, hani numarası aynanın üzerindeki kağıtta yazıyor; ve hemen ambulans numarasını”. Konuşmaları duyan Melih Bey “Şom ağızlılığa ne gerek var” diye kızıp söylenmiş, sonra da Reyhan’a “Bak kızım” demişti. “Sen buna boşver, benim ne dediğimi hatırla. Bana birşey oldu mu tek yapacağın kapıyı üzerime kapatıp bırakmak. Eğer beni hastanelere götürür de süründürürsen asla affetmem, geri gelir seni de alırım bilesin”.



Şimdi adamın bedeni tümüyle kımıltısızdı. Yüzünün sol yanı aşağı doğru sarkmış, sol gözü sıkıca kapanmıştı. Göğsünün inip kalkışı iyice yavaşlamış gibiydi. Nefesinin sesi neredeyse duyulmuyordu. Reyhan, önce adamın ağzının sağ yanından aşağı doğru inen pembemsi köpüğü, sonra halının üzerinde yavaşça yayılan ıslaklığı gördü. Midesinden yukarı bir alev yükseldi. Panik tüm bedenini kapladı.

“.... yapma melih amca n’olur yapma bırakma kendini böyle ablam tembih etmişti sen bekle gidip doktoru ararım ben hemen gelip seni alır götürürler hani izlerdik televizyonda nasıl canlandırırlardı ölenleri bile yeter ki sen birazcık dayan...”

Adam hareket ettirebildiği tek yerini, sağ göz kapağını usulca kımıldattı. Gözünü araladı. Islak, dipsiz bir bakışla dimdik Reyhan’ın gözlerinin içine baktı. Reyhan o bakışta, o tek gözde inanılmayacak kadar çok şey gördü: Tire’deki evlerini, yatalak dedeye çaput bağlarken ilenen, itip kakan ninesini.... Dedenin gözlerini, gözlerindeki sütlü mavi yalvarışı.... Her nasılsa eline geçirdiği çivi kutusunu.....

Reyhan o bakışa daha fazla dayanamayacağını hisssetti, yavaşça gözlerini yumdu. Düşüncelerini toparlamaya çalıştı.

Melih Bey’i hiçbir şey olmamış gibi düşündü. Birazdan yerden kalkacak, kahvesinin neden geciktiğine kızgın, televizyonun önüne oturacaktı. Söylenmesinin yapmacıklığı besbelli, Reyhan yine de telaşlı; kahve taşacak, kalan köpük sönmeden içeri koşturulacaktı. Sonra eski yazı masasının kilitli çekmecesi açılıp, en arkalara saklı tabakadan ince kahverengi bir sigara..... Reyhan birden ürperdi. Melih Bey’e ateş verirken yakalandığında Perihan hanımın neler dediğini hatırladı. Sahiden onun kendisini öldürme planlarına yardım etmiş olabilir miydi? Belki de bu hali, aniden fenalaşması......

Yüzünde biraz hınzırca bir gülümseme, “kala kala tek zevkim kaldı yaşamda” derdi Melih Bey. “Bunu da yapamazsam çekip gideyim çok daha iyi”. Suç ortağı Reyhan’dı. Perihan Hanım uzaklardaysa bu ortaklığın şiş karınlı bir bardak dolusu konyağı, ya da bir çay bardağı rakıyı kapsadığı bile olurdu. Reyhan Melih Bey’i severdi. Onu mutlu görmeyi, mutlu etmeyi severdi.

Allah için Melih Bey de Reyhan’ı kollardı. Perihan Hanım’ın hışmını engelleyecek irili ufaklı yalanlar, bayram harçlıkları ve ablasının ameliyatı için gizlice verdiği onca para.... Reyhan, Melih Bey’in de kendisini sevdiğini düşündü... Kim bilir, belki de çok sevdiğini.. Maaşından keserim dediği halde bunu hiç yapmamıştı. Aslında bunu yapmayacağını Reyhan da en başından biliyor muydu ne.



Ne kadardır aynı şekilde oturduğunun farkında değildi. Adamın başı hala kucağındaydı. Nefesini tutarak dinledi. Hiç ses duyulmuyordu. Kendini zorlayarak gözlerini araladı. İçin için beklediği mucizenin gerçekleşmiş olmasını umarak baktı. Hayır, herşey aynıydı.

“....zaman geçiyor yardım çağırmalı melih amcayı hastaneye götürmeli melih amcanın tek gözünü hastaneye götürmeli bitki olmaya götürmeli bitkinin gözü olur mu öyle bakma melih amca öyle bakma bana bakma bakmasana ...”


Reyhan, Melih Bey’in hayatta en çok korktuğu şeyi bilirdi: “Bitki olmak”. Bunun ne anlama geldiğini hiç sormamıştı. Ona göre bitki olmak, dedesi gibi olmaktı. Sıradan bir bitki değil ama. Etrafında neler olduğunu sezerek birazcık sulanmayı bekleyen, çiğnenmiş, ezilmiş bir bitki hani. İhmal edilmişlikten küskün, horlanmaktan boynu bükük, pörsümüş.... İyi de dedesi.... Peki, bitkiler hareket eder mi?

Gözlerini sımsıkı yumarak başını hızla salladı. Görüntülerin kaybolmasını bekledi.





Reyhan aslında öyle fazla uzun, fazla ayrıntılı düşünmelere alışık değildi. Hemen her zaman başkaları onun için seçimler yapar; onun adına kararlar alırdı. İlk kez durum farklıydı. Reyhan yaşamında hiç olmadığı kadar ciddi, hiç olmadığı kadar uzun uzun düşündü. Düşündükçe şaşılacak birşey oldu: Panik duygusu yavaş yavaş hafifledi. Dinginleşti. Neden bunları düşündüğünü anladı. Alması gereken kararı, kolaya kaçmaması gerektiğini bunun belki de yaşamındaki en güç karar olacağını....


“........korkma melih amca güven bana ben biliyorum sana ne gerektiğini korkma sakın bak ben burdayım sımsıkı sarılıcam sana göğsüme bastırıcam seni sımsıkı bastırıcam göğsüme sımsıkı bastır sımsıkı....”



Adam hareket ettirebildiği tek yerini, sağ göz kapağını usulca kımıldattı. Gözünü kapattı.





NURGÜL ÖZGİRGİN