Cuma, Ocak 26, 2007

GÜZEL İNSANLAR

Araba kullanıyorum. Kulağımda Haris Aleksiyu’nun hüzün dolu sesi. Öyle içten ki, dilini anlamasam da içime işliyor sözler. Camların ıslandığını sanıyorum, dışarısı görünmüyor çünkü. Günlerdir beklenen yağmur başladı demekki. Silecekleri çalıştırıyorum ama silecekler zorlanıyor. Birden camların kupkuru olduğunun farkına varıyorum. Islanan camlar değil, gözlerimmiş meğer, meğer ağlıyormuşum. Beynimin içinde yankılanıyor: “ Hrant Dink öldürüldü”, “ Hrant Dink öldürüldü”. Bu defa ne kadar ağlarsam ağlayayım içimin temizleneceğini sanmıyorum. Bu bir şeylerin birikimi mi yoksa artık bir şeylerin düzeleceğinden umudu kesmek mi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Artık yaşama sevincimin azaldığı ve bu durumun geçici olmadığı.

“İki taraflı bu yaşananlar, her iki tarafta aynı acıları yaşadılar” söylemine olabildiğince uzağım. Azınlıkların akibeti tüm dünyada benzer olsa da bizdeki bize ait çok büyük bir acı.
İnandığı yolda tek başına yürürken öldürülen tek kişi o değil elbette. Hepsi için üzüldüm. Ama sanki onun için daha farklı üzülüyorum. Bu toplumda azınlık olarak yaşamanın ne kadar da zor olduğunu kendim yaşayarak bilmesem de hissedebildiğimden, çocukluğundan bu yana - bilinçli olması şart değil iyi niyetli insanlar tarafından bile – çeşitli ayrımlara maruz kalmanın nasıl can acıtıcı olabileceğini tahmin ettiğimden dolayı farklı üzülüyorum onun için; yetimhanede büyüdüğü için, askerde arkadaşlarının arasında bir tek kendisinin Ermeni olduğu için çavuş yapılmayarak üzüntüden ağlattırıldığı için, mahkemelerde sayısız hakaretlere uğratıldığı için, işte tüm bunlardan dolayı farklı üzülüyorum Hrant’ın katledilişine.

Yerde yatıyor. Dün akşamdan beri bu görüntü gözümün önünde. Hiç yakışmıyor ona, bir an önce alsınlar istiyorum oradan. Bunu bile yapmıyorlar. Üzerinde gazeteden bir örtü , belki kendi yazısının olduğu bir gazete sayfası. Kafamı dağıtmaya konudan uzaklaşmaya çalışıyorum, araba kullandığımı hatırlıyorum.

Trafik iyice yoğunlaşıyor. Daha çok durmaya başlıyoruz. Önümde bir araba var: Sarı kahverengi arası, .ok renginde. Arka camı türk bayraklarıyla süslenmiş. İçinde hepsi bir tornadan çıkmış kızlı ve oğlanlı 5 kişi. Araba o kadar lüks, şoför o kadar genç, direksiyonu tutuşu o kadar kabadayı, yanındaki kız o kadar pespaye ki, senaryo az çok beliriyor kafamda. Arkadaki bayraklara çok farklı anlamlar yüklemiş olmalılar. Sayısı ne kadar çok artırılırsa o kadar milliyetçi olmak gibi. İnsanın örteceği ayıp çoğaldıkça, örtü genişlemeli, çıplak yanlar açığa çıkmamalı. Diğer şerite geçince yanıma düşüyor bu araba. Arkada oturan pencereden kolunu sarkıtan arkadaşının elindeki yüzük dikkatimi çekiyor. Kocaman bir ay yıldız var üstünde.

Arabaların arasında mendil satmaya çalışan küçük çocuklar, kağıt helva satan yaşlı amcalar, gül satan kadınlar var. Arabamın içinde onlarla sergilediğim zıtlığı hissedip utanıyorum, gözlerine bakamıyorum. Kibarca istemediğimi söyleyip uzaklaşmalarını bekliyorum. .ok rengi arabadaki gençler geliyor aklıma. Onlar rahatsızlık duydular mı acaba? Böyle insanlardan hala insanca duyarlılık beklemek gibi anlık bir yanılgıya düşmüşken kabadayı şoförün gül satan kadını uzaklaştırmak için elindeki sigara izmaritini kadının üzerine fırlattığını görüyorum ve kendime geliyorum. Kararlı bir genç o; saygı duyacağı kişinin kendinden daha çok parası olmalı. O paranın hangi yollarla kazanıldığının, ülkenin altını oyup oymadığının, ülkeyi zarara uğratıp uğratmadığının bir önemi yok. Bir bayrak daha asılır arka cama, çözülür mesele.

Nerden çıkar ki böyle insanlar, bu memleket güzel insanlarla dolu oysa.
Düşüncelerim tekrar kayıyor. Nasıl öldürdüler onu? Bundan öncekilerini? Keşke hastalıktan veya kazadan ölseydi. Yaşayıp yaşamayacağına, ciğeri beş para etmeyen serserilerden oluşan bir güruh karar verdi. Hazmedemiyorum. Birden bir siren sesi. Dikiz aynasından bakıyorum. Işıklarını görüyorum önce, sonra ambulansın kendisini. Yaklaşmaya başlıyor. Tüylerim diken diken. Ne zaman geçse yanımdan, duysam sesini hep aynı şeyi düşünürüm Kimbilir içindekinin ne derdi var? sevenleri ne yaparlar diye. Hemen sağa kaymak için sinyalimi veriyorum. Birden arabamdaki müzik susuyor, hastaya saygı duygusundan olsa gerek. Sadece sinyalin ritmik sesi duyuluyor, sanki yankılanıyor. Ambulans bağıra çağıra geçip gidiyor yanımdan. Daha geçer geçmez yan taraflardan bir araba çılgın gibi fırlıyor ve peşine takılıyor. Ne oluyor diye bakınırken anlıyorum ki ambulansın açtığı yoldan faydalanıp trafiğe takılmadan evine gitmek isteyen bir vatandaşımız bu. İçim daralıyor iyice. Bu nasıl fırsatçılık, her durumdan faydalanma, kendine pay çıkarma mantığı?

İlk olarak, gazetede çıkan yazısı nedeniyle mahkemeye verildiğinde tanımıştım onu. Yazısını kesip saklamıştım. Hala durur dosyamda. Yazdıklarından bir satır bile okumadan ona bu kadar düşman olanlar kim? Nasıl olur? Bir insan hiç tanımadığı birine sadece gazetelerdeki yorumlarından, televizyonlarda söylenenlerden yola çıkarak nasıl düşman olur? Bu memleket güzel insanlarla dolu oysa. Nedense birden .ok rengi arabadaki gençler ile ambulansın peşine takılan adam geliyor aklıma.

Eve geliyorum ve iniyorum arabadan. Alışveriş yaptığım için ellerim öyle dolu ki üşeniyorum iki sefer yapmaya. Hepsini yükleniyorum torbaların. Zorlandığım her halimden belli olmalı. Adımlarım yalpalıyor çünkü. Apartmanın kapıcısı görüyor beni. Yardım eder diye düşünüp rahatlıyorum. Her zaman kendi büyüğüm gibi davranırım ona; insanca ve saygı sınırları içerisinde. Normal çarşı saatleri dışında hiç talebim olmaz kendim giderim bir şey lazım olursa. O da beni sever, sayar diye düşünüyorum. Zar zor geçinir, çocuğu var iki tane, bir de çok bilmiş bir karısı. Birden, onu sürekli azarlarken sesini duyduğum apartman yöneticisinin karısının da önümde olduğunun farkına varıyorum. Ne kadar üzülürüm bağırırken duyunca. Nasıl hak bulur kendine böyle bir şeyi hiç anlayamam. Elinde bir poşet var kadının; içi yarı yarıya boş gibi, elinde sallanıyor yürürken. Saygıdeğer kapıcımız ok gibi fırlıyor yerinden. Koşarak geldiğini görünce elimdeki ağırlıkları alıp bana yardımcı olacağını düşünerek tam “sağolasın” demek üzereyken lafım ağzıma tıkılıyor. Kadının sallanan yarı yarıya boş poşetine sarılıyor alıyor elinden. Kadın önde, başı dik ve mağrur, o arkada gidiyorlar. Ben poşetlerle yarı ağlamaklı, öfkeli tırmanıyorum merdivenleri. Her gözyaşı Hrant’ı hatırlatıyor. Üzüntüm ona dönüşüyor. Nasıl öldürdüler, kim öldürebilir ki onu? Bu memleket güzel insanlarla dolu oysa.

Evdeyim nihayet, haberleri merak ediyorum. Onunla ilgili yeni bir şeyler var mı diye televizyonu açıyorum. Haber bulmak umuduyla kanalların arasında gezinirken bir kanalımızdaki dans yarışmasına takılıyor gözüm. Bir kız var ekranda, nerdeyse çıplak. Yanında anne babası duruyor. Onlarla konuşuyor sunucu. Konuşmaları zor anlaşılıyor. Giyimlerinden oldukça dar gelirli bir aile oldukları belli. Annenin başı örtülü, uzunca giyinmiş. Muhafazakar bir aile görüntüsü var. Ama çok modernlermiş sunucunun dediğine göre. Kızlarının başarısıyla övünüyorlamış. Kapatıyorum televizyonu. Kızları bir erkeğe aşık olsa bunu namus meselesi yapacak insanların işin ucunda para olduğunda nasıl da iki yüzlü bir ahlak anlayışıyla karşımıza çıktıklarına şaşırıyorum.

Yine o geliyor aklıma. Nasıl öldürürler onu? Güzel insanlarla dolu bu memlekette bu güzel insanı öldürecek kim çıkar diye tam isyan edecekken nedense .ok rengi arabası olan çocuğu, ambulans takipçisini, apartman kapıcısını, dansçı kızın ailesini hatırlıyorum birden.

Nasıl öldürdüler onu? Kim öldürebilir onu, bilmiyorum.....

MELTEM KILIÇÇI