Salı, Ağustos 19, 2008

DALDAN DALA APTALLIK


Değerli arkadaşlarım,
Dışarıda ne kadar güzel bir hava var. Biraz sıcak ama gökyüzü masmavi. Şimdi boğazda buz gibi bir içeceği yudumlayarak denizi seyretmek veya bir kumsalda göbeğinizi güneşe sererek keyfetmek de var ama hepiniz lütfetmişsiniz, beni dinlemek için bu salonda toplanmışsınız. Teşekkür ederim. Bu iyiliğinize karşılık içimden bir ses, “Acaba,” diyor, “sözlerime başlamadan evvel hepinizi saygıyla selamlayarak huzurlarınızdan ayrılıyorum desem bu saygıdeğer hanımefendiler ve beyefendiler daha mı çok sevinirler?”
Bazılarınız beni iyi kötü tanır. Bazılarınız ise belki beni hiç bilmez; umut etmem ama belki az sayıda bazılarınızın da hakkımda pek de iyi olmayan düşünceleri vardır. Yani eminim sevenlerim de vardır sevmeyenlerim de. Fakat bu şimdi o kadar önemli değil. Mademki bu anlatacaklarımı dinlemek için buraya toplanmış bulunuyorsunuz ben de sizleri fazla merakta bırakmamak için izninizle bir an önce konuya gireyim istiyorum. Konunun özü, aslında tarih boyunca insanoğlunun yaşamındaki en büyük sorunlara sinsice yataklık eden ve her bir bireyin kendi var oluşu adına içtenlikle değerlendirmesi gereken üç unsur; özetle kibir, açgözlülük ve aptallık.
Açgözlülüğü ve özellikle de kibri şimdilik ve de yeri gelirse ele almak üzere bir kenara koyup öncelikle bir bakıma her ikisinin de arka planını oluşturan aptallığa değinmek istiyorum izninizle. Açgözlülük ve kibrin aksine, bilerek yapılmadığı, uyarılarak da olsa tekrarlanmadığı veya kişinin kendisinden başkasına zarar vermediği takdirde kolayca hoş görülebilecek, hatta gülünüp geçilebilecek bir şey de olabilen ve her şeyi kasıp kavurabilecek, yok edebilecek bir şey de olabilen aptallığa. İnsanoğlunun en tuhaf özelliklerinden biridir aptallık. Ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun bir gün kendi yaptığı bir aptallık sonucunda hayatını ve belki başkalarınınkini de mahvediveren insanlar yok mudur? Burada, yanmamakta direnen odun sobasını tutuşturmak için gazyağını boca eden ve kendisi de cayır cayır yanan avukat arkadaşımın ölüm döşeğinde son demlerini yaşarken gelen ziyaretçilerine, “Ne tuhaf bir adamım ben; yıllar boyunca hayatımı akıl satarak kazandım, şimdi kendi yaptığım bir aptallık sonucunda ölüyorum,” diye fısıldayışını hüzünle anmak istiyorum. Nur içinde yatsın.
Sanırım ben de oldukça tuhaf bir adamım. Bana benzeyen çok kişi var mıdır bilmiyorum. Sıradan insanın değerine inandığım için kendime de sıradanlığı yakıştırmama karşın, bir zamanlar yaşadığım dairenin sokak kapısına yapıştırdığım, üzerinde “sıradan insanların yaşadığı bu dünyada şükürler olsun ki ben de varım” yazılı küçük kartı görenler benim kendini beğenmiş biri olduğumu da düşünebilirlerdi elbette. Fakat aslında bu sadece kendi kendime yaptığım şirin bir şakaydı. Öte yandan elbette kendimi sever ve değer veririm. Hem de tüm tuhaflıklarıma ve ara sıra yapıverdiğim aptallıklarıma karşın. Diğer insanları ve yaşamın kendisini de sevmek ve en az kendi yaşamım kadar değer vermek için öncelikle kendimi sevip değer vermemden daha doğal bir şey olamayacağını kabul edersiniz sanırım. Fakat kabul etmeseniz de çok umurumda olmaz, çünkü dedim ya, ben oldukça tuhaf bir adamım. Tuhaf sözcüğünü kendi aptallıklarımı sıralarken kendimi bütünüyle aptal sözcüğüyle betimlememek için seçtiğimi anlamış olduğunuzu umuyorum. Aksi takdirde bu maazallah sizi de benimle aynı yere koyuverir ki, bunu hiçbirimiz istemeyiz değil mi?
Tuhaflıklarıma gelince, hangi birini sayayım? En iyisi baştan bir iki komik olanını sıralayayım da yeri gelince anlatırsam diğerleri hakkında siz karar verin. Efendim son zamanlarda parayla başım hayli dertte. Kimin değil ki dediğinizi duyar gibiyim fakat bu anlatacaklarım tam anlamıyla paranın kendisiyle ilgili değil. Belki birazcık ilgi kurulabilir çünkü dünya yüzünde giderek parayla ilgisi olmayan hiçbir şeyin kalmamakta olduğu gerçeği bir yana, paranın geldiği hızla, belki de göz açıp kapayana kadar kaçıp gitmesi ve her defasında nasıl olduğunu anlamasam bile bir şekilde hacıyatmaz gibi ayakta kalışımın ve bunlara kafa yoruşumun başımdan geçenlerin oluşmasında bir nebze etkisi olduğunu kabul etmem de gerekebilir. Her neyse artık, fazla uzatmadan anlatayım bari. Efendim geçen hafta hayli keyifli bir iş yapıp yaralarımın birazına merhem olacak kadar bir miktar para kazandım. Cuma akşamı işi bitirdim ve paranın Pazartesi günü hesabıma yatırılacağını bilerek işyerimden sevinerek ayrıldım. Hafta sonunu da rahat ve keyifli bir şekilde geçirdim. Fakat Pazartesi sabahı işyerime geldiğimde ne göreyim, muhasebecimin ayak işlerine bakan elemanı Ramazan kapımın altından bir sürü kâğıt atmamış mı? Sevincim kursağımda kaldı desem yeridir. Tahakkuklar, KDV, kira stopajı falan filan. Şöyle kabaca bir bakışla rakamları toplayıverdim, bu yağan yağmur değil asuman ağlar bana, rakamların toplamı neredeyse kuruşu kuruşuna kazandığım miktara eşitti ve bizim Ramazan’ın marifeti işte, ödemelerin aynı gün yapılması gerekiyordu. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bu hep böyle mi olacaktı? Şöyle bir düşündüm, hiçbir şey olmasa ya evdeki bir alet bozulur, ya arabam bir iş çıkarır ya da aklınıza ne gelirse işte, elimdeki parayı kapıp kaçacak bir şeyler mutlaka olur. Bakalım kazandığım para hesabıma yatmış mıydı? İnternetten baktım, yatmış; buruk bir sevinç kapladı içimi. Ya bir de para yatırılmamış olsaydı ne edecektim. Şimdi hiç değilse vergilerimi ödeyebilecek ve mümtaz devletim eliyle başıma gelebilecek başka sıkıntıları savuşturabilecektim. İşe iyi tarafından bakmak gerekir. Ben de öyle yaptım ve içimdeki burukluğu bir yana atarak sevindim.
Banka işyerimin tam karşısında. Vergi evrakını aldım ve bankanın yolunu tuttum. Bankada işlem yapmak için bekleyenler hayli kalabalıktı. Ben oldum olası kuyruğa girip sıra beklemeyi sevmem. Belki de bu güzel ülkemiz yedi düveli doyuracak olanaklara sahipken bir zamanlar her şeyin yokluğunun çekilmesi ve yıllarca birçok şeyi alabilmek için sonu gelmez kuyruklara girmemiz beni böyle yapmıştır. Bu noktada, bu anlattıklarımın ana temasını oluşturan kelimeyi kullanmasam da olur sanırım ama aç gözlü, kibirli ve dolayısıyla bencil ve öfkeli politikacıların çapsız ve çağdışı demokrasi anlayışlarıyla güzel ülkemizi ne hale getirmiş olduklarını, pek de hayırla olmasa da, anmadan geçmeyeyim istiyorum. Şimdi açlıktan ölecek olsam ekmek kuyruğuna zor girerim diyorum hep ama dilerim yaşam bu lafım yüzünden de burnumu sürtmez.
Bankalarda biliyorsunuz artık bir düğmeye basınca sıra numarası veren fiş makineleri var. Bir de her banka kendi devamlı müşterilerinin hayatını kolaylaştırmak için o bankaya ait kredi kartını fiş makinesine sokarak sırası daha çabuk gelen bir numara fişi alma olanağı sunarlar. Bu bazen kendinden sonra gelen on kişinin daha önce hizmet aldığını gören kuyrukzedelerin hararetli tepkilerine neden olsa da bankanın kartına sahip olanların işine gelir. Bende de o bankaya ait sanırım yalnızca para çekmeye ve yatırmaya yarayan bir paramatik olduğu için elbette benim de işime geliyor. Hele banka kalabalık olunca; ancak bazen söylenenlerin, homurdananların arasından bankoya yürürken azıcık utandığımı da itiraf etmeliyim.
Dedim ya banka o gün çok kalabalıktı. Oturanlar, ayaktakiler, oturacak yer olmadığı için fişini alıp sigara içerek dışarıda bekleyenler, girenler, çıkanlar, tam bir curcuna. Kartımı çıkarıp fiş makinesinin önüne geldiğimde arkamda dört kişi birikmişti bile. Kartımı makinenin kart girişine takacağım, fişimi alacağım, vergilerimi ödeyeceğim; bir sürü işim var, bir an önce işyerime döneceğim. Kartımı taktım ve düğmeye bastım. O ne! Kartı fiş çıkan deliğe takmamış mıyım? Lakin azıcık da olsa kartın ucu görünüyor. Tırnaklarımın ucuyla çekip alayım dedim, tutamadım ve galiba biraz daha içeri ittim. Mahcup bir ifadeyle arkama baktım, fiş sırasındakiler olmuş mu sekiz kişi? Buyurun buradan yakın. Hemen arkamdaki beyefendi bir tuhaf baktı yüzüme ama en çok arkalardan gelen bir homurtuyla irkildim, ellerim terlemeye başladı. En masum tavrımı takınarak ve içimden imdat diye bağırarak bir görevlinin yardımını alma umuduyla sağa sola bakınmaya başladım. Neyse ki fazla sürmedi, bankanın güvenlik görevlisi yetişti imdada ve makinenin kapağını açarak kartımı çıkardı, belki yine beceremem kaygısıyla kartı doğru yere takıp fişimi verdi. Benden para çıkacak ya, hiç beklemedim; sıram iki dakikada geldi ve homurtuların arasında bankoya gidip vergilerimi ödedim.
O günkü tuhaflıklarım bu kadarla kalmayacakmış. İşyerine döndüğümde cüzdanımda hiç para kalmamış olduğunu anımsadım. İşim çok ya akşam işten çıkınca çekerim diye düşündüm. Evde hiç yiyecek yoktu ve üzerimde bir miktar nakit para olması kesinlikle elzemdi çünkü parasız alışveriş yapmaya yarayan kredi kartlarımı biraz sonra anlatacağım nedenlerden dolayı kullanamıyordum. Neyse, yoğun geçen günün sonunda işyerinden çıkıp bankaya gittim. Bankanın dışındaki ATM makinesinin önünde üç kişi vardı. Nedense epeyce beklemek zorunda kaldım. Bu arada sabahki aptallığımı düşünerek kendime gülüyordum. Daha büyüğünü yapacağımı nereden bileyim? Nihayet sıram geldi ve arkamda birikmiş olan birkaç kişiye teknolojiyi doğru dürüst kullanmayı bilmeyen cahillerin yüzünden ne kadar da çok bekledik, şimdi ben on saniyede işimi halledivereyim de görün edası takınarak makinenin önünde yerimi aldım. Ooff off! Hızlı hareket edeceğiz ya, son anda uyanıp tutmaya çalışmama karşın beceremedim; kartı makinenin para çıkan yerinden içeri atıverdim. Halimi siz düşünün. Yetmiyormuş gibi arkamdaki yaşlı kadın da gülmeye başlamasın mı? Hiç sesimi çıkaramadım, kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve oradan uzaklaştım.
Güya akşam dışarıda bir yerde mum ışığında yemek yiyecektik. Arabamın yakıt ibresi dipteydi. Yalan söylemeyi de hiç beceremem hani ama sevgilimi aradım ve onu almaya gelemeyeceğimi, hem arabamın arıza yaptığını hem de kendimi çok kötü hissettiğimi söyledim. O zaman ben gelip seni alayım dedi ama ayaküstü bir yalan daha kıvırıp ateşimin olduğunu ve hemen yatıp uyuyacağımı söyleyip atlattım. Fakat mutfak tamtakırdı. Nasılsa kalmış bir dilim kuru ekmek ve kuruyup tadını kaybetmeye yüz tutmuş biraz peynir ile akşam yemeği işini hallettim; sabah kahvaltısı ise bankanın açılış saatine kadar bekleyecekti.
Şimdi birazcık akıllılık edip kendimi daha önce sözünü ettiğim, kullanılamaz durumdaki diğer kredi kartlarımın başına gelenleri anlatıp da siz değerli dostlarımın acımayla karışık alaycı gülüşmelerinize maruz bırakmadan önce hiç de komik olmayan başka bir konuya değinmek istiyorum. İran uluslar arası camianın nükleer programını durdurması için kendisine teklif ettiği paketi reddetmiş. Öte tarafta ise aşırı gücü ve o gücü aklı sıra sonsuza kadar sürdürmek için ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını zorla da olsa elde etmek isteyen ve bir punduna getirip İran’ın üstüne atlayıvermeyi ve bunu dünyanın geri kalanının yediğini zannedip demokrasi götürme kılıfına sığdırmaya çalışan bir AçgözlüBaşıbozukDeli var. Şimdi hangi birini savunayım. Al birini vur ötekine. Dünyanın durumu ortada. Fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama daha dün ateş kusarak demokrasi götürülen Irak’ta akan kanlar durmamışken fitili tutuşturulmaya çalışılan bombaya bakın ve aklınıza gelen ilk kelimeyi söyleyin lütfen. Neymiş? Aptallık! Daha yüksek sesle lütfen. AP-TAL-LIK!!!
Dünya Gıda Programı adlı kuruluşun yaptığı dünya açlık haritasına göre dünyada her gün 25.000 insan açlık ve fakirlik nedeniyle ölüyor. Açlığa bağlı hastalıklardan her beş saniyede bir çocuk yaşama veda ediyor. Yılda altı milyon beş yaşın altında çocuk beslenme yetersizliği ve açlığa bağlı hastalıklar nedeniyle toprak oluyor. Her yıl bir milyon bebek A vitamini eksikliği nedeniyle can veriyor. Bunları görmezden gelmek, bir yandan bu tür konulara havari gibi yaklaşıp diğer yandan bu korkunç kırım ve yıkımın sürüp gitmesine neden olan aptallığı, açgözlülüğü ve bencilliği uygarlık olarak yutturmaya çalışmak olsa olsa herkesi aptal yerine koyma aptallığından başka bir şey olmasa gerek. Burada daha açık olması için kibir yerine bencillik sözünü kullandım. Bana göre kibrin dışa yansıması bencillik, hırs ve yıkıcı rekabet ile olur da ondan.
Dünyada milyarlarca insan temiz içme suyundan yoksun. Zaten suyumuz, toprağımız, dünyamız elden gidiyor. Üstelik bunu herkes biliyor. Buzullar eriyor, denizler yükseliyor, adalar batıyor, ormanlar yanıyor, sayısız canlı nesli tükenmiş veya tükenmenin eşiğinde çaresiz var olma savaşı veriyor. Yüz milyonlarca insan ömründe bir çatı altında uyumadan doğup ölüyor ve ona yaşamak denilebilirse eğer yaşadığı her gününü en çok bir avuç dolusu yemek yiyerek geçiriyor.
Öte yandan kendi çağdışı bağnaz rejiminin pek de insani olmayan yanlarını görmezden gelip ve fakat haklı olarak büyük şeytan dediği ülkeyle, tabirimi mazur görün, sidik yarışına girmiş bir ülkenin, hemen yanı başımızda yaşanması olası dramı da bizi bekliyor. Bu bizim dışımızda, bizi ilgilendirmez diyebilir miyiz? Ben, dünyanın öbür ucunda yaşıyor olsaydık dahi diyemeyeceğimizi düşünüyorum. Haksız mıyım? Bu yarışı kim kazanırsa kazansın dünya biraz daha karanlığa batmayacak mı? Bundan başka bir dünya var da biz mi bilmiyoruz yoksa. Hani bunun içine ettikten sonra kaçacağımız başka bir dünya.
Ben eskiden bizim lokantalarımızdaki yemek porsiyonlarını Avrupa ve Amerika’da gördüklerimle karşılaştırır, bizimkilere kızardım. Şimdi tövbeler olsun diyorum. Bizim tabaklarımız iyi ki küçükmüş. O varsıl ülkelerde sağlıkla ilgili adamlar şimdilerde obezlik ve bağlantılı tuhaf hastalıklarla mücadele için, çare arayanlara porsiyonları küçültmeyi öneriyorlar. Haklılar çünkü gördüklerime bakarak, küçük bir Amerikan mahallesindeki lokantalarda bir akşam yemeğinde tüketilen ve yenilmeyip atılan yemeklerle eminim fakir bir ülkenin orta halli bir kasabası bir ay ziyafet çeker diye düşünüyorum.
Her neyse, şimdi gelelim şu benim kredi kartlarıyla ilgili diğer tuhaflığıma. Hak verin ne olur, bu kadar aptallığı sıraladıktan sonra, başıma gelenin düpedüz benim aptallığımdan kaynaklanmasına karşın insanın özüne, dolayısıyla kendi özüme olan saygımdan, o zaman çok içimi burkmuş ve kendime kahretmeme neden olmuş olsa dahi bu defalık buna aptallık demeyeceğim. Tabii ki siz ne isterseniz onu diyebilirsiniz. Size saygım varsa farklı düşüncelerinize de saygı göstermeliyim, öyle değil mi?
Efendim, yine uzun yıllar içinde uzun veya kısa aralıklarla işsiz güçsüz olduğum dönemlerimden birindeydim. Tahmin edersiniz ki para ile yine başım dertteydi. Evden pek çıkmıyor, bir şeyler yazıp çiziktirerek, çeviriler yaparak hayatımı kazanmaya çalışıyordum. O zamanlar haftada bir akşam, sizden değerli olmasın, çok değerli dostlarımın birkaç yıldır sürdürmekte oldukları edebiyat toplantılarını yeni keşfetmiştim ve büyük bir hevesle katılmaktaydım. Evimden hayli yürüdükten sonra dolmuşa binerek Üsküdar’a gelip motorla Beşiktaş’a geçtikten ve yokuş yukarı da olsa biraz daha yürüdükten sonra eski ve yeni dostlarımla öykü, roman, sohbet ve biraz da alkol derken harika vakit geçirip her sıkıntımı unutuyordum bu toplantılarda. Cinler ve şeytanlar sorunsuz ve neşeli ortamları mesken tutarlarmış. Gecenin ilerleyen saatlerinde keyfim yerinde, ışıl ışıl bir ruh haliyle toplantıdan ayrıldım. Sanırım benim kendi kendimin canını yakıp günler boyunca aptallığıma yanmama neden olan olayın planını o gün yaptılar. Neyse efendim, o gece son motora veya son otobüse yetişmek için acele eden bir kalabalığın arasında trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçerken motorun bilet parasını hazırlamak ve cüzdanımı da güvenceye almak için cüzdanımı çıkarıp elime aldım. O gece için kafamda kalan tek resim bu. Sonra eve geldim, rahat bir uyku çektim. Sonraki üç beş gün parayla pulla hiç işim olmadı. Olduysa da ortalıkta duran bozuk paralarla işimi görmüşüm belli ki. Derken efendim, gazetede gördüğüm evime hayli yakın bir yerin iş ilanına telefonla başvurup aynı günün öğleden sonrasına bir randevu aldım ve güzelce giyinip, kravat takıp görüşmeye gittim. Görüşme sonucu hüsran. Tatsız bir şekilde eve geldim. Takım elbisemi dolaba astım. Biraz okuyup rahatlamaya çalıştım. Evde su bitmiş. Telefonla bir damacana su siparişi verdim. Sucu gelince parası hazır olsun diye bozuk para kutusuna baktım. Yeterli olmadığını görünce cüzdanımdan alayım dedim ama demez olaydım. Cüzdanım sürekli bıraktığım yerde değilse mutlaka son giydiğim pantolonumun cebinde olur ama bakmadığım yer kalmadı; yok, yok! Delirmek işten değil, gündelik bir iki pantolonumun ceplerini, evin hemen her köşesini, yatağın altını, dolapların arkasını, mutfağı, banyoyu çılgınca tarumar ettim, yok! Evet, evet, iş görüşmesine giderken giydiğim elbiseyi de, dolaptaki hiç giymediğim elbiselerimi de dışlarından mıncıklayarak ikişer kez kontrol etmeyi ihmal etmedim. Çıldırmış gibiydim. Bu arada bazı ceplerden her nasılsa birkaç bozukluk çıktı ve su parasını hazırlayabildim fakat cüzdan sanki sırra kadem basmıştı. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak düşündüm. Cüzdanımla en son ne zaman görüşmüştük? Neden sonra Beşiktaş’taki trafik ışıklarında elinde cüzdanla yürüyen kendimin resmi canlandı kafamda. Lanet olsun, bir yankesicinin kurbanı mı olmuştum. Of ki of, on beş gün yetecek para vardı içinde; ya kredi kartlarım? Eyvah! Bankaları arayıp iptal ettirmek gerek. Öyle de zahmetli bir iş ki bu, bilen bilir. Önce iki önemli kartımın olduğu bankayı aradım, uzun ve sabırsız bekleyişlerden sonra müşteri temsilcisiyle görüşüp kartlarımı iptal ettirdim. Sonra nakit hesabımın olduğu bankayı arayıp yalnız para çekmeye yarayan, hani şu para çıkan deliğe atmış olduğum kartı iptal ettirdim. Son bankayı aradığımda paniğim biraz azalmıştı; candan bir genç adam benden bütün bilgileri aldıktan ve iptali onaylayıp onaylamadığımı sorduktan sonra, “Sizin için başka ne yapabilirim,” deyince biraz dertleşmek istedim. Delikanlı çocukmuş, sağ olsun, beni rahatlatmak için biraz konuştu. Bir ara, “Efendim,” dedi, ceplerinize iyi baktığınızdan emin misiniz?” Tam o anda kafamda bir ışık yandı söndü ama ne yalan söyleyeyim yüreğim de ağzıma geldi. “Ne olur birazcık bekler misiniz?” deyip yatak odasına koştum. Son giydiğim, askıdaki takım elbisenin pantolonunu baştan aşağı bir daha mıncıkladım. Lanet olsun! Bu arka cepleri neden böyle derin yapıyorlar ki? Cep içindeki ağırlıkla bir takla atmış ve meğer boşlukta sallanıyormuş; panikten olacak, o kadar yoklamama karşın elime gelmemişti. Sevineyim mi ağlayayım mı? Cüzdan elimde telefona koştum, bari son kartı iptal edilmekten kurtarayım diye ama geç kalmışım, çocuk iptal onayını alınca çoktan tamamlamış işlemi. İçimi derin bir sızı kapladı. Aynanın karşısına geçip kendime şöyle alaycı bakışlarla bakıp, “Aptal!” diye bağırdığımı anımsıyorum. Soyguncu bankaların kart yenileme ücretleri zaten yeterince can yakıyor, bir de o kartları getiren kuryeler nasıl denk getirip de benim evde olmadığım bir iki saat içinde geliyor ve fazladan iş çıkarıyor bilseniz. Tüm kartlar gelene kadar aynada kendi yüzüme bakamadım dersem inanın lütfen.
Değerli dostlarım, tam bu anlattıklarımı sizlere sunmak için hazırlanırken Gürcistan Güney Osetya’ya saldırdı. Rusya karşılık verip Gürcistan’a çullandı. Sınırdaki Gori adlı Gürcü kasabası harabeye döndü ve neredeyse haritadan silindi. Binlerce insan ya öldüler ya da yerlerinden yurtlarından, geleceklerinden koparıldılar. Ateş hala yanıyor ve aklını peynir ekmekle yemiş olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Gürcü devlet başkanı şimdi medya kanallarında kendisine neyin çarptığını anlayamamış bir halde sağdan soldan telefonla imdat dilenirken bir yandan da kravatını yerken görüntüleniyor. Evsiz barksız kalan, sırtlarındakilerden başka giyecek bir şeyi olmadan kaçıp kurtulanların ise eğer yardım kuruluşları zamanında yetişmezse yiyecekleri de yok, içecekleri de. Daha da acısı belki hiçbir gelecekleri de… Bu küçücük öykünün adını ne koymak isterdiniz? Evet, elbette, yine aynı şey, değil mi?
Şimdi size farklı bir öykü anlatmak istiyorum. Gözünüzün önüne uçsuz bucaksız bir çöl ve bu çölün bir yerlerinde yeşermiş küçük bir vaha getirin. Akşam olmak üzeredir ve bir bedevi yularından çekerek birlikte yürüdüğü, üzerinde iki büyük çuval yükü olan bir deveyle vahaya gelir. Su kuyusunun başına gelince devenin üstündeki çuvalları indirir, kuyudan kendisi ve devesi için su çeker ve gündüzleri çok sıcak olan çölde geceler çok soğuk olduğu için bir ateş yakar. Çöl deyince, bedevi deyince hemen aklınıza bir de kutup ayısı gelmesin lütfen. Çok ayıp ve konumuz bu değil fakat sanki yakın bir gelecekte o da olacak gibime geliyor. Kutuplardaki buzlar hızla eriyor. Yaşam alanları yok olan kutup ayıları hızla yok oluşa doğru gidiyor ve insanların büyük bölümü bu trajediyi sadece seyrediyor. Görünen o ki tek güvencemiz doğanın direnme gücü fakat küresel ısınmanın kaynayan kazanının altına hala kömür atmakta direnen aymazların çokluğunu düşününce doğanın direnme gücünün çoktan kırılmış olduğu da, kutup ayılarının ve tüm insanlığın işinin mucizelere kaldığı da ortada. Buzlar eriyor; denizler yükseliyor, okyanuslardaki adalar bir bir batıp sulara gömülüyor. Kıyılar, deniz seviyesinden yüksek olmayan büyük kara parçaları sular altında kalacak. O zaman belki doğanın küçük mucizelerinden biri gerçekleşecek ve her nasılsa yok oluşa direnen bir kutup ayısı akıl ermez yollardan geçip kendini çölde, bahtsız bir bedevinin karşısında bulacak. Demedi demeyin. Fakat o gün geldiğinde bahtsız bedevinin yaşadıkları tüm insanlığın kendi aymazlığı sonucunda duçar olduğu bahtsızlığın yanında komik bile sayılmayacak.

Her neyse, biz konumuza dönelim. Bizim bedevi ateşi yaktıktan sonra yemeğini yer, devesini besler ve uzanıp yıldızların eşi benzeri olmayan elmaslar gibi parladığı uçsuz bucaksız gökyüzünü seyre dalarak dinlenmeye çekilir. Derken efendim, ilerideki hurma ağaçlarının arasından bir karaltı çıkar, hançerine davranan bedeviyi ürkütmemeye çalışarak dostça seslenir. Karaltı sakin adımlarla yürüyerek yıldızların aydınlattığı açıklığa gelince, bedevi bunun ak saçlı, aksakallı, ulu görünüşlü bir adam olduğunu görür, saygıyla ayağa kalkar ve dostça selamlaşırlar. Adamın üstündeki giysilerin eskiliği ve yıpranmışlığı ateşin yalımları ve yıldızların ışıltısı altında ona daha da bir gizem, bir yücelik ve asalet katmaktadır sanki. Ateşin başına otururlar, aksakallı adam azığını çıkartıp karnını doyurur ve sonra da bedevinin adam gelince ateşin üzerine koyuverdiği çaydanlıkta kaynayan ot çayını yudumlayarak sohbete koyulurlar. Bedevi adamın saygın görünüşünden etkilenmiş olduğundan susar; söz sırasını ona bırakır. Adam, “Hımm,” der, “Bu deve senin mi?”
Bedevi – “Evet efendim, inşallah benimdir.”
Adam – “Maşallah iki çuval da yükün var galiba. Çuvallarda ne var?”
Bedevi – “Efendim, birinde buğday var. Öbürüne de devenin yükünü dengelesin diye kum doldurdum.”
Adam – “Anlaşılan devenin yükü ağır olunca sen de bu kadar yolu yürüyerek geldin. Buğday iki çuvala bölüştürseydin hem zavallı deveye fazla yük vurmamış olurdun hem de belki ara sıra sen de binip daha kolay yol almaz mıydınız?”
Bedevi – “Doğru yahu, bakın ben bunu hiç düşünememiştim. Sabah çok erken yola çıkacağım hemen kalkıp dediğinizi yapayım bari.”
Bedevi kalkar, kum çuvalını boşaltır ve buğday çuvalının yarısını boş çuvala aktarıp çuvalların ağzını bağlar. Yükü hafiflediği için sevinmektedir; artık kendisi de deveye binebilecektir. Hafiften bir yalelli mırıldanarak gelip ateşin başına oturur ve büyük bir saygı ifadesi takınarak şöyle der, “Efendim, siz çok akıllı bir adamsınız; herhalde bir yerlerde hükümdar filan olmalısınız.”
Adam – “Hayır, hükümdar filan değilim.”
Bedevi – “Öyleyse çok zengin bir adamsınızdır. Hanlarınız, hamamlarınız, kapınızda kullarınız, sürülerle deveniz filan vardır.”
Adam – “ Yok canım; üzerimde gördüğün şu eski urbalardan başka hiçbir şeyim yoktur.”
Bedevi – “Öyleyse ben sizin verdiğiniz aklı ne edeyim. Sizin kendinize hayrınız yok!”
Bu, bedevinin adamla konuştuğu son sözler olur; kalkar ve buğdayı yeniden tek çuvala doldurur, boşalan diğer çuvalı kumla doldurur, ağızlarını bağlar. Sessizce ateşin yanına döner, çaydanlıkta kalan çayı, adama bir tane daha içip içmeyeceğini bile sormadan döker ve yayıntılarını toplayarak uzanıp uyumaya çekilir. Sabah gün ışımadan yola koyulacaktır.
Bedevinin, bu akılla giderse, gününün hiç ışımayacağını, güneş tepedeyken bile hep karanlıkta yol alacağını söylersem kabul edersiniz sanırım. Kutup ayısına ne hacet, adamın bahtsızlığı kendinden menkul ama o farkında bile değil. Bir şey değil, olan zavallı deveye oluyor ve hatta garibimin kendisine oluyor. Tıpkı dünyanın durumu gibi, değil mi?
Ben küçükken çokça duyardım büyüklerden. Neymiş akarsu pislik tutmazmış, deniz pislik tutmazmış. Laf! Ama o büyüklere de kızmamak gerek. Onlar insanoğlunun ruhsal kimyasında ezelden beri var olan kibir, açgözlülük ve aptallık zehirlerinin günün birinde bendini yıkıp sel olacağını hayal bile edemiyorlardı belli ki. Doğaya hükmetmek ve yalnızca almak, neye mal olursa olsun almak sevdasındaki insanın ruhundan sel olup akan kirlilik yüzünden kirlenmedik ne akarsu kaldı ne de deniz. Sorsanız, o derelerin, o nehirlerin üzerine fabrikalar kuranların, onlara ruhsat ve kredi verenlerin kendi çevrelerinde akıllı birer beyefendi veya hanımefendi olarak tanındıklarını öğrenir ve şaşırmazsınız eminim.
Yukarıda anlattığım öyküdeki bedevinin gözünde güç ve zenginlik akılla eşdeğerdeydi. Fakat o bir garip, zavallı bir çöl bedevisiydi. Fakat dünyanın geri kalanına ne oldu? Aynı köpeklerin dünyasındaki gibi güçlünün zayıfı ezdiği, okumuşun okumamışın, bilgilinin bilgisizin ezici çoğunluğunun kendini güce, zenginliğe, şana şöhrete göre ayarladığı, her şeyin kirlenip yok oluşa gittiği bir dünyaya bu kadar zamanda nasıl geldik? Bu soruların en billurlaşmış cevabını bulmak için düşündüğümde benim aklıma sözünü ettiğim o üç zehirden, kibir, açgözlülük ve aptallıktan başka bir şey gelmiyor.
Aptallık insan ruhunun en karanlık yerinden doğuyor, kibir ve açgözlülüğü uyandırıp onlarla kol kola kılıyor ve aklı, izanı, vicdanı hükmü altına alıp beslenerek karanlık kusuyor. Bu noktada biraz da insanların inanç dünyalarıyla ilgili bir şeyler söylemek isterim. Herkesin inancına sonsuz saygım var. Yeter ki içten ve samimi olsun. Öte yandan bireyin iradesinin özgürlüğüne de inanırım. Yine, belki birçokları için tartışılabilir bir konu olmasına karşın dinlerin ortaya çıkışlarındaki ruhlarını ele aldığımda, din savaşlarını, aynı dinin mensuplarının bile birbirlerini yemelerini bir kenara bıraksam dahi kendi kendime akılla izah edemediğim birçok konu kalıyor geriye. Kendi aptallığıma verip geçeceğim ama bunu başaramıyorum. İki bin küsur yıllık kilisenin yüzyıllarca ihlaline günah deyip uğruna kelleler aldığı, insanları odun ateşinde yaktığı bazı kurallarını sonra elden geçirip bunlar artık günah değil demesini ve bugün yeni günahlar icat edip insanların özgür iradeleri üzerinde egemen olmaya kendilerinde hak görmesini kendime anlatabilmem olanaksız. Biraz bu tarafa gelecek olursak, toplumun üç aşağı beş yukarı yarısını oluşturan anamız, bacımız, eşimiz, kızımız, sevgilimiz kadınlarımızı örtmeyi, eve kapatıp toplumsal yaşamın dışına itmeyi dinsel vecibeyle yutturmaya çalışan, ahlak edebiyatı yapan bir zihniyetin sanki uğraşacak başka bir şey yokmuş gibi her geçen gün güçlenip yayılma çabaları karşısında düşünemiyorum bile. Sanırsınız ki bu zihniyetin tüm gücüyle hüküm sürdüğü ülkelerde ahlak düzeyi çok yüksek, kimse kimsenin ırzına namusuna göz dikmiyor, tecavüz etmiyor. Külahıma anlatsınlar. Kapkara çarşaflara bürünmüş, bırakın elini kolunu, yüzünü bile görmediği kadınla evlenen adam nasıl olsa işini gördükten sonra beğenmezse boş olup kurtarıyor ya yakasını, kadının özgür iradesi kimin umurunda. Bu örtünme işinin bir adım sonrası erkekleri de kapsayacak da şimdi pek konuşulmuyor. Her Cuma namazını kılmak için camiye giden bir esnaf arkadaşım vardı. Yaklaşık on beş yıl kadar önce bana artık camiye gitmediğini anlatmıştı. Neden mi? Efendim, çevre esnafının içinde şalvarlı, takkeli ve yaz kış pardösülü gezen bazı kara sakallı tipler de aynı camiye gidiyorlarmış. Bunlardan bir tanesi arkadaşıma hiç değilse camiye gelirken pardösü giymesini söylemiş. Arkadaşım nedenini sorduğunda hiç utanıp sıkılmadan demiş ki, secdeye durduğunda vücudunun hatları ortaya çıkıyor. Şimdi ben bunu biraz kibarca aktardım fakat kara sakallı daha kaba sözlerle söylemiş. Arkadaşım, “Lanet olasıca,” dediydi, “ben başımı secdeye koyduğumda senin de başını secdeye koymuş olman gerekiyor, sen kafayı kaldırıp milletin mabadına mı bakıyorsun!”
Şimdi, değerli dostlarım, önce ben size sormak istiyorum. Cevabınızı yüksek sesle söylerseniz de gücenmeyeceğim ama şöyle derince bir düşünün ve söyleyin, ben aptal mıyım? Sonra da kendi kendinize dönün ve varsa, kendi yapmış veya yapmakta olduğunuz aptallıkları samimiyetle gözden geçirin. Umarım onlar da benimkiler kadar masum ve tuhaflık deyip gülünüp geçilecek şeylerdir. Fakat bir aptallık var ki hepimiz evet hepimiz gölgesi altında uyuklamaktayız ve ara sıra uyanıp ayıldığımızda da şikâyet edip söylenmekten başka bir şey yapmıyoruz. Dünya elden gidiyor. Çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği her geçen gün karanlığa gömülüyor ve biz iyi insanlar bir araya gelip, gözlerimizin çapağını silip ayağa kalkmıyoruz. Bu gün için bundan daha büyük aptallık düşünülebilir mi? Ve değerli dostlarım, kendi kendimize sormamız gereken asıl soru şudur ki, aptallığı bir kenara bırakıp hep birlikte ayağa kalkarak kolektif bir aklın çevresinde toplanmak için daha çok bekleyecek miyiz?
Beni dinlediğiniz için teşekkür eder, hepinize ve tüm insanlığa akıl fikir dolu hayatlar dilerim.
Saygılarımla
D. kemal Tarım, Ağustos 2008