Cuma, Ağustos 24, 2007

Bir Ziyaret
Dilek Dalaklı

Bu şehre gelmeyi sen mi seçtin?
Veyahut da kalmanı kim istiyor?
Peki bundan önce gelmene kim izin vermemişti?
Seni tutan öteki şehirler?
Hiç sanmıyorum. Onlar bu konuda çok da söz sahibi değillerdi sanki.
Şöyle söyleyebilirim: Bu şehirde kimin kalıp kimin gideceğine şehrin kendisi karar verir. Gönlü olursa kalabilirsin, gönlü olmazsa kalamazsın. Gitmeyi kafasına koyana "Dur, gitme!" diyecek cesareti olan, hatta başına açtığı ufak tefek belalarla bazen
bir uçağı bazen bir otobüsü kaçırtan odur. Bunu da biri diğerinin aynı olan günlerin güvenle tekrarlandığı, belli bir yaşa seni hapseden kompleksli başka şehirler gibi yapmaz.
Her gün, bir gün daha başka bir yaşta olduğunu sana küçük çelmeler takarak ya da ödüller vererek hissettirmeyi bilir.
Daha birçok şeyin yanısıra çekiciliği işte bundandır.
Bazen ama izin verebilir belki gitmene.
Kaçmaktan vazgeçtiğinde, ona geri döneceğini bildiğinde,
hiçbir yeri ondan daha çok sevemeyeceğini öğrendiğinde...
Başka yerlerde biriktirdiğin kendini getirebilirsin bu şehre.
Bugünün görünümü altındaki katmanlarından sızan ve bunu aşan bilgeliğiyle sormaz sana eskiden kimleydin, hangi şehirde. Omuzlarındaki yükü farkeder sen birşey demesen bile.
Bu şehre kim bilir kimler sırtında (karnında / cüzdanında / çorabında / otobüsün bagajına sızıntı yapan bidonda) ne taşımıştır da utanırsın belki kendi hafifliğinden.

Yeni yılın ilk gününde... dedim de. Yılbaşının bayramla birleşmesi savaşlara inat gizli bir ilahi şaka mıydı? Bu iyimser kardeşlik duygusundan pay çıkaranlar sadece doğulular mıydı?
Batılıların da böyle işaretleri izlediği oluyor muydu?
Yoksa bu işaretleri ne batılılar ne doğulular, ama sadece biz
1. köprüye yakın oturanlar mı farkediyorduk? Bilemiyorum.
Bunlar başka bir hikayenin konusu olabilir tabi de işte öteki hikayeye kadar kim öle kim kala diyeyim ve lafı fazla da uzatmayayım! Yeni yılın ilk gününde, artık yılbaşını yalnız geçirdiğime mi yoksa bayramda kimseyi ziyarete gitmediğime mi bilinmez, liseden bir arkadaşımın "niçin aramadın, gelseydin ya" sitemleriyle başlayıp "hadi Beyoğlu'nu gezelim, hadi kültür turu; kilise cami, bak gezi rehberi de var.." diye devam eden çağrılarına dayanamayıp karşıya geçtim. Karşıya geçişimi de ayrı bir maceraya dönüştürmek mümkünse de baklayı bir an önce ağzımdan çıkarmak ve şu hikayeyi anlatmak istiyorum aslında.
Bu arada sitemkâr arkadaşım gibi düşünceli okurları endişelendirmemek için bir not düşmekte yarar var. Canım yılbaşı eğlencesi çekmedi. İçki filan da içmek gelmedi içimden. İnsanlarla birarada olup da şakalaşmaları uzaktan izleme fikrine ise -kendim bile yapsam o şakaları- çok katlanasım gelmedi sadece. Bayramda da ailemi telefonla aramıştım zaten (Allah tekrarına kavuştursun!), mesafeli hallerime de çok alışık olduklarına göre anlam aramayı gerektirecek bir durum yok. Yabancı filmlerdeki gibi şükran gününde noelde yalnızlığın aklı başa getirmesi, sonra iyiliksever geniş ailede sofraya Yalnız için bir tabak daha eklenmesi şeklinde bir şeyler canlanıyorsa da kafalarda, lüzumsuz gerçekten. Zaten bu hikâye bununla ilgili bile değil. Bunları söylerken arkada asıl hikâyeyi toparlamaya uğraşıyordum sadece.

Eğlenmek için buralara geldiğimiz zamanlardan farklı olarak, daha bir keşfetmeye meraklı ruh haline geçiverdik. Cami kilise gezmek de değişikti de, İKSV'nin iki dükkan arasına girmiş o kocaman yeşil kapısı mesela tuhafımıza gitti, yani bir adım öncesinde kapının farkına varmamışken, bir adım sonra görüveriyorduk, sanki bir adım öncesine gitsek tekrar kaybedecekmişiz gibi. Yukarı aşağı oynatıldığında üstünde şekil değiştiren resimlerden bulunan kalemtraşlarla oynamak kadar keyifliydi bu keşif. Elimizdeki rehberde adı geçen, Galatasaray Lisesinin biraz ilerisindeki bir pasajı bulduk. Karanlık ve daracık bir girişten o ferahlatan avluya nasıl çıkıldıysa artık, vitrininde 1930'lu yılların şapka modelleri bulunan dükkânın biraz ilerisindeki banka reklâmlı tek tahtası eksilmiş banka dikkatlice oturduk. İki erkeğin -nadiren de olsa katlanıp bir diğerine- bir araya geldiğinde konuyu kendilerinden ve aşk hayatlarından uzak tutan konularda konuşmaları ne kadar doğalsa, iki kadın biraraya geldiğinde de o gün, kırık aşk acısı o kadar doğal açıldı ucundan, arkadaşım anlattı. Dinledim ben de. Ta ki önümüzden bize bakıp geçen iki kadın birşey unutmuş gibi geri dönüp arkadaşıma yaklaşıncaya kadar. Kadınlardan biri tanıyordu Elif'i. Selamlaşma konuşması beklediğimden fazla sürdü. Kendini Dilara diye tanıtan kadından, az önceki kırık aşk hikayesindeki sevgilinin haberlerini merakla dinledim, tesadüflere işaretlere takılmamak için kendimi zorlayarak. Bu detaylı bilgiler yüzünden bir sonraki gün Paşa Zade Camii'nin arkasındaki "çatı"ya sürüklenmemiz kaçınılmazdı. Dilara, aynı mahallede büyüdükleri Mehmet'in çocukluğunu biliyor ve onun için çok endişeleniyordu. Gerçi kendisi de görmemişti Mehmet'i ama eşinin Mısır Çarşısı'nın önünde Mehmet'i görüp o mu değil mi diye takip etmesiyle bulmuşlardı yaşadığı yeri. Dilara'nın Elif'le konuşması esnasında "çatı" öyle bir fenomen haline geldi ki bir gece klubü müydü kimseyi kolay kolay içeri almayan, yoksa Abidin denilen bir adamın apartman dairesi mi iyi ağırlanan dostlarının övgüyle isim taktığı, veyahut da keşlerin takıldığı virane bir afyon tekkesi miydi pek anlayamadım. Ama son seçeneği de Elif'e konduramadım. Yani daha önce bizi Asmalı Mescitteki hoş bir cafeye, sonrasında da herkesin çok güzel göründüğü, bir başka arkadaşımızın şirketteki Genel Müdür Yardımcısı'yla karşılaştığı o klube Elif götürmüştü. Yine insanların güzel giyinip güzel koktukları hoş mekânların varlığından kendisi sayesinde haberdar olmuştuk ve minnetimizi de "yine gidelim" diye dile getirmiştik ne de olsa. Arkadaşımın televizyon ünlülerinin yaşadığı bir semtte oturmasını ise biz taşradan gelenlerin kendilerini bu şehrin merkezine yerleştirme isteklerine bağlıyorum övünç veya utanç meselesi yapmadan kısaca. Ve yine hakkındaki tarifi kuvvetlendirmek için
Mehmet'in de kendi işinin patronu olduğunu belirteyim,
yine yorum yapmadan da bu hikâye kendini anlatsın artık.

Mehmet'le Elif en son bıraktığımda evlilik hazırlıkları yapan,
sosyal hayatları renkli, bu buluşmamızda gözyaşları arasında
Elif'in söylediğine göre doğacak çocuklarının isimlerine varıncaya kadar her şeyin netleştiği, ömürlerinin sonuna kadar hayatı birlikte geçirmek üzere plan yapmış bir çiftti.
Planlar yapmak, hayal kurmak hadi bir derece de bunları yüksek sesle de konuşup kesinleştirdiklerine göre ilişkinin nasıl bir sağlam zemin üzerinde bulunduğu konusunda kaygı duymaya gerek yoktu. Tek sorun Mehmet'in bir türlü rayına oturmayan işleri ve zorlandığı ödemelerdi. Ama olsun! Mehmet Elif'i seviyordu, adam çalışkandı, yurt dışı bağlantıları, çok zengin çok ünlü müşterileri vardı,
en önemlisi Elif'in deyimiyle "adam gibi adamdı".
Bu laftan onun delikanlı ve maço mu, dürüst ve mert mi yoksa biraz daha ileri gidip yatılacak kadın evlenilecek kadın ayırımı yapmayan adamlardan mı olduğunu anlamadıysam da Elif birşey anlıyordu belli ki.
Nasıl daha çocukluğunda bu şehre bir kamyonun arkasında göçmüşlerse ve kendini sıfırdan var ettiyse, işleri de öyle yoluna koyardı. Ama olmadı. İşler yoluna giremedi. Elif, Elif'in ailesi,
Elif'in soran arkadaşları, İstanbul'da yaşayan akrabaları vardı.
İşler düzelmezmiş gibi bir de beklentileri karşılayamamak,
çok olmaya başladı. Mutlu sularda yüzerken meleksi bir samimiyetle kendisinden beklenenin üzerinde vaatlerde bulunan her erkek gibi, kendini kaptırdığı hayallere sevdiği kadını da inandıran her erkek gibi, her kendisinden bekleneni karşılayamayan erkek gibi, Mehmet de önce Elif'i eleştirmeye başladı.
Sokakta sigara içilmesi, arkadaşlarla görüşülmeye başlanması, "kızın ailesi"nin biraz fazla sözünün geçmesi vs. Mehmet'in hırçınlığını ve Elif'e yaptığı zulmü arttırdı.
Sonunda her ailenin yaptığı gibi Elif'e sahip çıkıldı, ayrılık kabullenildi, Elif'e başını sokacak bir ev alınarak evler ayrıldı. Ayrılıktan arta kalan üzüntüler psikoloğa, aileyle konuşulamayacak diğer konular da yatılı okuldan arkadaşlarına havale edildi.
Herkes bundan biraz az veya biraz fazlasını yaşamıştı, garipsenmedi de çare arandı daha çok.

Dilara'dan, Mehmet'in çok kilo verdiğini, üstünün başının döküldüğünü, Abidin'in onu çok kötü etkilediğini, Mehmet'in artık sürekli "çatı"da olduğunu, işyerine gitmediğini, "çatı"nın gerçekten boğazı gören en güzel yer olduğunu, sürekli kendilerini güneşe serdiklerini, köpekler ve kedilerle yaşadıklarını dinledik.
Dilara yanımızdan ayrıldığında, Elif'in gözleri dolu doluydu.
Hani başka bir kadın olsa, ya da artık Elif Mehmet'e heyecan vermiyor olsa, çekip ondan kendini, başka bir hayata başlamak veya psikoloğun ya da benzer tonlamayla akıl veren o karı boşamacı -hepsi kadın!- arkadaşların söylediklerine uymak kolay olabilirdi.
Oysa, herif perişandı işte.
Aşkından olmasa bile, perişan olma durumu kadınların
en kalpsizinin bile kalbini yerinden sökmeye yarardı,
kendi iyi durumda olsaydı bile. Bu çok net.

Üstelik şimdi bir de tesadüf eseri Elif'in duymak istediklerini söyleyecek, düzenli memuriyet hayatına devam ederken aklının
bir köşesinde okuduğu kitaplara, seyrettiği filmlere kendini çok kaptırdığından, kafası bozulup yöneticisine kendisini işten atması için yalvaran bir mektup yazmış olan, yoldan çıkmaya ve yoldan çıkan başka insanlara rastlamaya ihtiyaç duyan bir arkadaş da bulunuyordu. Bu durumda "boşver bırak bu psikolog zırvasını,
ne anlar o senin iki kişilik ilişkinden" diyiverdim Elif'e.
Sonra da, "sen biliyor musun peki nerde bu yer" diye de motive edince işte ertesi gün düştük yola. Ben bu kasvetli durumdan kendime bencilce bir pay çıkararak sıfırlanmış bir hayatla karşılaşmaya ne kadar muhtaçsam Elif de o sıfırın sol yanına kendini koyup bir koca yaratmaya o kadar muhtaç durumdaydı.

Paşazade Camii'ne yaklaştığımızda, Elif uzaktan onun cami avlusunda olduğunu farketti. Mehmet'in onu o haliyle görmemden tedirgin olup utanmaması için benden geride durmamı rica etti. Yine de arkadan arkaya Mehmet'e çaktırmadan ve bu hikayenin polisiye bir hikayeye dönüşmesini önlemek ve Elif'i gözden kaybetmemek için baktım. Mehmet'i arkadan gördüm, sanki küçülmüş çekmişti. Kulaklarını ve boynunun bir kısmını görebiliyordum. Zaten önceden de esmerdi de teninin mor ve kahverengi karışımı bir renk almasına, bizlerin tatil olmazsa bilmediğimiz nasıl bir güneş neden olmuştu ki. Saçları uzun süre berber ve tarak görmediğinden bakımsız dalgalar bırakmıştı. Tepesinde daha önce fark etmediğim açıklık vardı.
Epey konuştular ve halledemediler meseleyi.
Elif, öyle dünyevi kavramlarla konuşuyordu ki, çizgi ötesine geçmiş karşı tarafın bir harfi bile anlamadığını biliyordum.
Adam, etyemez, sigara içmez, gün yüzü görür! olmuştu
ve biz ona hasta muamelesi yapıyorduk.
Onu eve çağırıyorduk "gel bir banyo yap, traş ol" diyerek.
Adam fırçalanmamış dişleriyle rahatça gülüp omuzlarını silkti.
Kendi hayatıyla kendi hayatı arasına giren ne varsa ("mediator namına" diye içimden geçiriverdim o saniye!) hepsini silip atmıştı. Geriye hiçbir şey bırakmamıştı. Bu dünyanın, yeryüzünün değil,
bizi saran bu alemin tüm kuşatmasından sıyrılmıştı ve üstüne bir rahatlık gelmişti. Eskiden kalitesiz bir şeyi üstüne giymeyen,
şimdi karşımızda çöpleri karıştıranların kostüm ve makyajına bürünmüş -bu durumun gerçek olduğunu algılamakta zorlanıyorduk hâlâ- bu adamın yaşamak için çalışmasına gerek yoktu. Kıt denilen kaynaklar belki de yetiyordu. Sevgi, aşk gibi kavramlara da ihtiyacı yoktu, Elif'in döktüğü dile duyarsız kalmasından anlaşıldığı kadarıyla. Ya da belki bunlar yeni tanımlamalar gerektiriyordu. Sanki Elif'in "seni hâlâ seviyorum" demesinden adam "*é@X!<#&" gibi bir şey anlıyordu. Sonradan Elif'le yazışmalarımızda
acaba bunun yerine "bak hayvanlarda da dişiler seçiyor,
ben de bir sebepten seni seçtim!" desen anlar mı
diye bir daha gözden geçirecektik meseleyi.
Adam "Beni rahat bırakın" kıvamından "Peki istediğiniz zaman ziyarete gelebilirsiniz, kapım açık" kıvamına geçinceye kadar biraz uğraştık. Aslında uğraşmadık da geri çekildik ve eve gelmesi için zorlamaktan vazgeçtik. Elif kapının aralık kalmasından rahatladı. Dönüş yolunda o akşam da onda kalmam için ısrar etti.
Sebep ne olabilir? Bir sonraki gün evde eldiven, çorap, çamaşır namına bulduklarını koca bir poşete koydu, bulamadıklarımızı da Eminönü'nden satın alarak yine yollara düştük. Bu defa camide bulamadık, çatının bulunduğu tarafa fazla da yaklaşmadan -sahi biz oraya niye hiç çıkmadık!- yukarıda gördüğümüz bir adama el salladık. Mehmet yanımıza indi. Halinde acizlik namına bir şey yoktu, ona getirdiklerimiz için "gidin ihtiyacı olanlara yardım edin" diyordu. İş güç ve fatura gibi gündelik sorunlara sahip olan insanlardan daha netti, daha kendine güvenliydi. Zaten insan dibe vurdu mu böyle şaşaalı şekilde dibe vurmalıydı, öyle 3 kuruşluk meseleler için değil.

İki gün ziyaretten sonra Elif "hafta sonları gidersem gelir misin benimle" dedi. İşte yarın yine gidiyoruz.
Elif biraz rahatlasa ve erzak taşıma işini bıraksa
belki biraz daha iyi olacak. Bir de Elif'in korkaklığından hiç çıkmadık yukarıya. Kimler var, kendilerini güneşe serip ne yapıyorlar.
Hâlâ sisler ardında bu kısım. Belki yarın bu konuda bir şeyler daha öğrenmek mümkün olabilir. En kötü ihtimalle beni verir, karşılığında Mehmet'i geri alırız.