Perşembe, Ağustos 09, 2007

EGO ŞİŞİRME İSTASYONU

Günün yorgunluğu yüzlerinden okunan çıraklar canla başla akşam temizliğini bitirmeye çalışıyorlardı. Bir köşede oturmuş, güleç yüzlü, görmüş geçirmiş olduğu her halinden belli olan usta günün yorgunluğunu çay ve günde iki defa, sabah kahvesiyle ve atölyeyi kapatırken içtiği sarma sigarasıyla çıkarıyordu. Ortaya seslendi:

“Yarın sabah kim açacak?” Oysa cevabını biliyordu. Çırakların en küçüğü olan, ilkokulu yeni bitirmiş oğlu, çocuk saflığına renk katan yaşına göre iri vücuduyla öne çıktı.

“Ben açacağım ya usta; çocukların hepsi de gelecek her zamanki gibi!” İstasyondayken babasına usta diye hitap etmesi gerektiğini biliyordu.

“İyi, aferin,” dedi usta, “Ben gelmeden tahtırevanı hazırlayın, yalnız kapısını çatmayın, sığdıramayız sonra; temizliğine, süsüne püsüne dikkat edin yeter.”

Çocuklar sevindiler ve heyecanlandılar. Yarın yine en sevdikleri işleri yapacaklardı; ego şişireceklerdi. Usta onlara her şeyi bir bir öğretiyordu; çok zevkli bir iş yapıyorlarmış gibi geliyordu ve hep kendilerini bile unutup bütün ilgilerini işe veriyorlardı. Bu iş başka türlü de yapılamazdı zaten. Usta onlara hep, “Bu işi iyi öğrenin, günün birinde kendi istasyonunuzu açtığınızda aklım sizde kalmasın,” derdi.

Usta dükkânın kapanmasından az önce, “Eve uğrayacağım sonra da yapılacak bir işim var,” diyerek hemen bir sokak ötedeki evine doğru yürüdü. Oğlan dükkânı kapattıktan sonra çıraklarla beraber evlere dağılacaklardı. Hep böyle yaparlardı. Hepsi de yakınlarda oturuyorlardı zaten. Bu iş uzakta oturarak layıkıyla yapılamayabilirdi çünkü acil durumlar olabiliyordu. Yarınki iş acil değildi fakat önemliydi.

Usta ertesi gün sabahın her zamanki saatinde işe geldiğinde kahvesi hazırdı. Sigarasını sararken çevreye göz gezdirdi. Her şey yerli yerindeydi. Oğlu da dâhil çıraklar ateş gibiydiler doğrusu. Tahtırevan atölyenin bu iş için en uygun yeri olan musalla benzeri bir mermer kaidenin üzerinde olanca güzelliğiyle görevini yapacağı anı bekliyordu. Tahtırevanın en göz alıcı parçası olan içeriden açılması çok kolay olmasına karşın dış etkenler nedeniyle gibi görünse de kimsenin üzerinde anlaşamadığı bir nedenden kilitlenip kalıveren, dışarıdan da ancak şifresiyle ve çoğu kez ustalık gerektiren yöntemlerle açılabilen kapı, diğer alet edevatla birlikte duvara dayanmış olarak bir kenarda duruyordu. Çırakların başka işler yaparken de gözlerini üzerinden ayırmadıkları şey ise şişirme pompasının önünde inik ve hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ego… O olmasa bu ve benzeri birçok istasyondan ekmek yiyen insanların işleri ne zor olurdu kim bilir?

Herkeste olan ve içeriden yapılan küçük ayarlarla veya ayarının kaçmasıyla büyüyüp küçülüveren, duruma göre sahibine de çevresine de türlü zorluklar çıkarabilen ya da bir deniz feneri gibi parlayıp ta uzaklardakilere yol gösterebilen bir şey. Bunun küçülüp büyümesi ile ilgili ihtiyaç duyulabilecek tüm kaynakların hem onun kendi içinde hem de çevresinde olduğunu bilen çoktur; belki de herkes biliyordur ama insanlar tembel. Kendileri uğraşmaktansa istasyona gelip, yara bereyi, patlak yerleri tamir ettirdikten sonra kendilerini şişirttiriyorlar ve binip tahtırevana gidiyorlardı. Ustanın ustasından el alır almaz bu istasyonu açması bu düşüncelerle olmuştu.


Usta kahvesini içtikten sonra çırakların yerde yatmakta olan egoyu ele alıp, yaralı ve patlak yerleriyle ilgilenmelerini istedi. Kendisi de bir yerinden tutuyordu. Çırakların öncelikle bunu iyi öğrenmeleri gerekiyordu. Tamirat iyi yapılmazsa hem kolay şişirilemezdi hem de kolayca sönüverir, kimseye yararı olmadığı gibi mahcubiyet de yaratırdı. Devir öyle bir devirdi ki pek çok kişi sık sık şişirilen bir egonun sonunda kendi kendisine zarar vereceğini düşünmüyordu. İyi ya, istasyonun varlık nedeni de bu değil miydi zaten? Alan memnun, satan memnun; yeter ki işi doğru yapsınlardı.

Tamir bittikten sonra şişirme işlemini usta yapacaktı. Bu uzun yılların deneyimini gerektiren, çok ustalık gerektiren bir işti. İşin iyi yanı şuydu ki, sarf malzemesi bedavaydı. Büyük egoların ücretsiz bağışladığı kokusuz, görünmeyen ve havadan daha ağır olmasına karşın bir garip devinimle uçucu oluveren bir malzemeydi bu. Usta bağışçıları görür görmez tanırdı. İstasyondan içeriye sessizce, neredeyse görünmeden girer ve köşedeki işi bilen için kullanımı kolay aygıta bağlanarak bağışlarını yapar ve yine sessizce giderlerdi. Böyle çok kişi gelmezdi ama yetiyordu işte; daha şişmeye gelen hiçbir egoyu geri çevirmemişlerdi.

Egonun tamiri bitip de son kontroller yapıldıktan sonra, usta gidip izleme cihazını ve bir iki aygıtın vanalarını, düğmelerini ayarladı, kalibrasyonu kontrol etti. Şişirme işleminin başından sonuna kadar titizlikle yapılması gerekiyordu. Patlama tehlikesi vardı. Müşteri memnuniyetsizliği de söz konusu olabilirdi çünkü sonuçta şişirilen şey bir egoydu. Ellerindeki ego ise daha önce de gelmişti ve usta bunun daha da dikkat gerektiren bir müşteri olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu. Kendi kendini iyileştirebilen türde bir model olmasına karşın bir nedenden bunu yapamıyordu. Ve bu egonun sorunu sanki birçoklarından biraz daha karışık unsurlar taşıyordu. Bir kere bu egoda kendi kendine büyümenin nöronlarına giden kanallar bazen nedensiz yere, bazen de kendini iyi görememekten veya aniden depreşiveren kendi iç şişinme duyguları yüzünden tıkanıyordu. Bunun sonucunda çareyi kendi içinde aramak yerine dışarıya dönüyor ve ihtiyacını karşılamak için uğraşırken ara sıra giriverdiği çatışmalarda yara bereye maruz kalıyor ve iniveriyordu. Bu durumlar aslında ona göre olmamalıydı, denilebilecek kadar malzeme de kendisinde vardı üstelik. Fakat ayar kaçtığında yakında bir istasyon olmasının kime ne zararı var ki diyen bir egoydu bu.

Usta, egoyu ana vanaya bağladı. Vananın yanındaki kırmızı kolu aşağıya çekti. Özgüven ekranının altındaki tuşlara basarak bazı logaritmik değerler girdi. Altında kendi çarpık el yazısıyla “namütenahi” yazan yan yatmış sekiz rakamı şeklindeki sonsuzluk işaretinin kolunu yavaş yavaş yukarıya doğru itmeye başladı. İzleme ekranında çeşitli işaretler, sayılar oynaşmaya başladı. Çıraklar yüzlerinde bir merakla karışık gülümseme ile nefeslerini tutmuş izliyorlardı. “Bunu hiç unutmayın, basıncı iyi ayarlamak lazım; aniden fazla basınç kullanılırsa patlayabilir, uygun basınç verilmezse de hiç şişmeyebilir” dedi usta, “özellikle tıkanık ve önceden şişmiş yerleri geçerken çok dikkat edilmeli ve oralar boşaltıldıktan sonra tam kıvamında şişirilmeli.”

Şişirme işleminin birinci aşaması kaynaşma aşamasıydı ve bazen kısa ama en çok üç saat sürüyordu. Bu arada birçok ayarlar yapılması gerekiyordu. Bağışçıların verdiği malzemeyi kullanan cihaz bunu ses ve duyguya dönüştürüyor ve egoya pompalıyordu. Sesin empedans ayarlarının ustaca yapılması ve parazitlenmenin olmayacağı kadar düşürülmesi gerekiyordu. Ses yavaş yavaş egonun içinde her yere ulaşıyor ve oradaki seslerle bütünleşerek bir prob yardımıyla cihaza geri dönerek otomatik olarak yeniden ayarlandıktan sonra egoya dönerek gidip geliyordu. Duygu ise sese tutunarak yola çıkıyor fakat yolda ayrılarak egonun yürek bölgesindeki adına vicdan denilen bir tel yumağına gidiyordu. Bu telin titreşimleri de aynı duygu gibi sese tutunarak işlenip geri gelmek üzere cihaza dönüyordu. Frekans ayarlarının bozulmaması için sürekli dikkat gerekiyordu.

Ayarların kalıcı olabilmesi için egonun ikinci doz aşamalarına geçilmeden bu tel yumağı üzerindeki küçük ve düğüm şeklindeki bir noktaya enerji göndererek o düğümü kendi kendine çözmesi gerekiyordu. Aksi halde ayar tutmayabilirdi. Bunun yapılıp yapılamadığını ise eski teknoloji kullanan bu istasyondaki cihazlarla anlamak olanaklı değildi. Bu noktada ustalık çok önemliydi. Usta müşterisini yolcu ederken içtenlikle hareket ederdi ama bazıları giderken kafasının içinde duyuverdiği bir sesten de hiç kaçınamazdı.

“Saldım çayıra, mevlam kayıra!” İnsanların kolayca birbirinin havasını kaçırabileceklerini biliyordu. Hiç kimse yapmasa, kendi kendilerine de yapıp suçu başkasına, bazen de istasyona atıveriyorlardı ya, ister istemez endişelenecek bir neden buluyordu.

Müşterisi çok çabuk geri dönerse, üzülürdü. İnsanları çok severdi çünkü. Ancak, “Ekmek parası; bu çocukların geleceğini de kurtarmak gerek,” deyip işi ekonomik yandan alarak üzüntüsünü çabucak yenerdi.

Egonun şişirilmesi işlemi tamamlanıp vanalar kapatıldıktan sonra işin en tuhaf ve zor kısmına geçildi. Egoyu süslü püslü tahtırevana bindirmek. Usta bu iş için şimdi kendileri de birer usta olan eski kalfalarından birkaçını ve kendisi ile birlikte yetişmiş birkaç ustayı çağırmıştı. Titizlikle taşınacak, sarkıp balon yapabilecek yerlere çok dikkat edilecek ve hiçbir sürtünme, düşürme, sendeleme olmadan tahtırevanın kapısından içeriye yerleştirilecekti. Sonra da tahtırevanın dört kolundan her birine ikişer kişi girecekler ve teslim yerine kadar taşıyacaklardı. Tahtırevan şişirilme işleminden sonra hem biraz hava değişimi gerektiği hem de bunun sarsıntısız yapılması gerektiği için çok gerekli bir unsurdu.

Taşıma işlemi bitip de kendi istasyonlarına dönmekte olan kalfalardan açık öğretimde üniversite okuduğu için herkesin üniversiteli diye çağırdığı daha genç olan biri diğerine, “Biliyor musun?” dedi, “Bizim usta bu müşteriye çok önem verir; ilk geldiğinde yanındaydım. Benim onun yanındaki son şişirme işlemimdi ve birlikte yaptıydık.” Usta çok üzüldüydü. “Böyle birinin bu şeye ihtiyaç duyması ne yazık,” dediydi.

“Nasıl geldiydi?

“Biliyorsun, bize gelenler ya geçerken görüp giriverir ya da planlar da gelir. Bu bizimki öyle yapmadı; günlerce istasyonun karşısında uzakça bir yerde durup baktı. Bazen bize doğru birkaç adım atıp sonra da vazgeçtiği, o kadar belli oluyordu ki el kol hareketlerinden. İlk önce çıraklardan biri fark etmiş, sonra usta bunu izlemeye aldı. Bir gün elinde çay bardağıyla el sallayıp çay içmeye davet etti. Yavaş adımlarla geldi. Yüzünde mahcup bir gülümseme vardı. Kararsız ve ürkekti ama cana yakındı. Usta bunu ikna edip dostluk ve diğerkâmlık cihazlarına bağladıydı. Biliyorsun onlar çabuk sonuç verir.”

“Doğru. İşimizi de gerçekten çok kolaylaştırıyorlar doğrusu. Şişirme işleminden sonra doğru yere konulup doğru frekansın bulunması çok zor ama… Sanki şimdi bu egoya uygulanmadı galiba?”

“Yok, bizim usta öyle şey yapmaz biliyorsun. Biz hala daha iyi bilmiyoruz kullanmasını ama o ana cihazdakini kullanmıştır. En uygun yüklemeyi yapmıştır mutlaka. Ne tuhaf değil mi, ayrı cihazların da çalışma ilkesi aynı gibi, ama biz ana cihazda şişirme yaparken aynı anda dostluk ve diğerkâmlık işini usta kadar iyi yapamıyoruz.”

“Bizdeki cihazlarda zamanlama ayarını bulmak çok zor da ondan herhalde.”

“Bu ego ilk geldiğinde usta buna ne biçim bir ayar çekmişti ana cihazla. Gerçi önce, …”
“Ha! Sahi biraz anlatsana…”

“Dediydim ya çay içmeye çağırdıydı usta, gelince oturup çay içtiler biraz sohbet ettiler, şakalaştılar ama biz bile görüyorduk arka yerde güvensizlik, Türkçesi patlamış tutunacak dal arıyor. Bunlar ustanın yorumları; bir de dediydi ki, o hemen görmüş, daha da arka yerde tutunduğu kocaman bir kendi dalı varmış. Güvensizlik o dalı da eğip bükmüş. Her şeyin ölçüsü kaçmış, güvensizlik kendini bazen aşırı güven olarak gösterir ya, bu bir o tarafa bir bu tarafa gitmeye eğilim yapmış, kendi de şaşırmış nerede duracağını, nasıl duracağını. Usta bunu ikna etmek için dostluk ve diğerkâmlık cihazlarına bağlayınca bir şeyler fark etti. Ara sıra gelip kısa da olsa o cihazlara bağlanmayı sevdi; usta buna kafa yordu, en uygun frekansı bulduğunu düşünüp özel bir şişirme çekme sözü verince ana cihaza bağlandı.”

“İstasyonu kapatırız artık herhalde. Haydi, iyi akşamlar.

“ İyi akşamlar ağabey.”

***

İstasyonda, usta her akşam yaptığı gibi çayını içip günün son sarma sigarasını tellendirirken dalıp gitmişti. Yine yüzünde alışıldık bir hüzün vardı; gün inerken kuytularda oynaşan gölgeler gibi kıpır kıpırdı yüzü. Düşüncelerle dolu olduğu her halinden belliydi. Sevimli oğlu yavaşça ve saygıyla yaklaştı; bütün gün gözlerini babasından ayıramamıştı. Dumandan uzak durmaya çalışarak izin istedi ve babasının ona bakınca aydınlanıveren gözlerindeki küçücük bir kıpırtıyı görüp, gösterdiği yere oturdu.

“Usta,” dedi çocuk, “Bu iş bize çok eğlenceli geliyor ama niyeyse sen bütün gün hep çok hüzünlüydün.”

“Siz daha çocuksunuz da ondan size eğlenceli geliyor oğlum. İnsanlar hep sizin gibi olsa…”

“Eğlenceli değil mi yani?”

“Yok, öyle demek istemedim. Doğru ayarı tutturursak ve sonuç da iyi olursa, yani bir müşteri ikinci kez gelmeye ihtiyaç duymazsa ve arada bir uğrayıp neşeyle sohbet ediyorsa daha bir mutlu olunuyor, yapılan işle övünülebiliyor.”

Çocuk sustu, babasının söylediklerini zihnine kazımaya çalışırken uzaklara daldı ve gözleri istasyonun en uzak duvarının üstündeki parlak çerçeveli siyah zemin üzerine parlak sarı harflerle yazılmış yan yana iki tabelaya kilitlendi.

“Usta,” dedi, “Şu tabelalar; birinin üzerinde şey diyor,” deyip okudu. “Her kim ego şişirme işi için gelmişse o bizim velinimetimizdir.”

“Onlar benim dedemin dedesinin ustasının, bizim hepimizin piri olan ustanın sözleri oğlum. Senin henüz görmediğin, kısmetse bir gün hepinizle birlikte gideceğimiz bir kasabanın en yüksek tepesinde bulunan bir çukurun en derin yerinde türbesi var. Himmet Dede türbesi deriz biz ama şimdiki gençler bazen bir tuhaf oluyor. Eskiden hiç değilse ego şişiren dede tepesi filan derlerdi o tepeye ama şimdi iyice tozuttular, egocu dede tepesi filan diyorlarmış; ne ayıp! Kimsede birbirine saygı kalmadı ki…”
Usta sarma sigarasının dumanlarına dalmış giderek mırıldanmaya dönüşen şekilde konuşmaya devam etti. Belli ki bu konuda biraz dertliydi.

“Gerçi bizde de kabahat var ya… Eskiden eski yazıyla yazılmış çok güzel iki tabelamız vardı, çalındılar. Herhalde bir yerlerde haraç mezat satılmışlardır. Çok güzeldiler. Kendine güven kazanmak anlamına gelen bir şeyler yazardı. O zamanlarda böyle aletler yok tabii. Ustamız Himmet Dede, büyük dedelerimiz hep sesleriyle, gönülleriyle yaparlarmış böyle işleri. Ama biz ne yaptık? Böyle kolaycı bir sürü alet edevat çıktı ya, kimse de kendi anadilini pek ciddiye almıyor ya, oturduk aletin yaptığı işi tabelamıza da yazdık millet anlasın diye…”

Artık sesi duyulmaz olmuştu; “Himmet Dedenin kemikleri sızlıyordur şimdi,” diye söyleniyordu oysa. “Bizde kabahat çok canım! Ben gençken bazı şımarıklar neler diyorlardı öyle kendi muhtacı himmet dede, başkasına ne himmet ede diye. Onları kazanmak için neler yaptım; başarabildim mi? Ne gezer. Neyse, şimdi bu aletlere de şükür, zoru kolaya sokuyor…”

Çocuk diğer tabelayı da okudu, “Her kim müşterisini şişirip patlatır veya ayarını doğru yapmaza günahı kendi boynunadır.” Sonra ekledi, “Günahı kendi boynuna ne demek?”

“Güzel oğlum, bu iş ustalık gerektiren bir iştir. Aletleri iyi öğrenmek yetmez. Az çok gönlünü de katmalısın; kendini bir an için müşterinin yerine koymalısın. İşi doğru ayarıyla yapmazsan, hem müşteri hem de çevresi zarar görür bundan. Günah! Aslında en iyisi müşterinin buraya hiç gelmeyip kendi ayarını kendi yapmasıdır. Kendi ellerinde tüm malzemeler var ama nedense ya bunu göremiyorlar ya da kullanamıyorlar.”

“Fakat herkes kendi ayarını kendisi yaparsa bize hiç müşteri gelmez ki!”

“Gelirler merak etme. Hem o zaman dostluk gibi şefkat gibi daha kolay cihazlarla çalışırız; daha zevkli olur. Yarın hatırlat da sana dostluk ve diğerkâmlık ayar cihazlarının çalışmasını anlatayım. Onlara her zaman ihtiyaç olacaktır. Ha, özgüven cihazının çalışmasını iyice belledin, değil mi?”

“Çalışıyorum usta.”

Usta sigarasını söndürdü. Hüznü kaybolup gitmişti. Derin bir mutluluk hissetti. Ayağa kalktı, o da hemen ayağa kalkıveren oğluna doğru bir iki adım yaklaşarak uzandı ve oğlanın yanağını sıkarken, “Aslan oğlum benim,” dedi.

D. Kemal Tarım
09.08.2007