Salı, Eylül 02, 2008

ÖRÜMCEK


Ufacık gövdesinin ön boğumundan çıkan ve gövdesinden çok daha uzun, kıllı ve incecik sekiz bacağını saymazsak, arkadaki öndekinden biraz daha irice ve uç uca eklenmiş iki pirinç tanesinden belki biraz şişmanca fakat daha büyük olmayan açık kahve renkli örümcek dikkatimi çektiğinde yeni ovulmuş beyaz emaye kaplı banyo küvetinin tabanında, küvete uzandığınızda sırtınızı yaslamaya yarayan eğimli arka kısma doğru ağır adımlarla yürüyordu. Oraya nasıl gelmiş olabileceği konusunda o anda hiçbir düşüncem yoktu fakat sonradan anladığım veya tahmin edebildiğim kadarıyla galiba o hep yarı açık duran banyo penceresinin dışında veya içinde bir yerlerde yuvalanmıştı ve eğer aşağıya av peşinde veya keşif amaçlı olarak kendi inmediyse, olasılıkla ben banyoya girmek için kapıyı açtığımda oluşan hafif hava cereyanına kapılıp düşüvermişti. Bu düşüncem belki örümceklerin o ipeksi salgılarıyla her yere kolayca tutunuverdikleri şeklindeki bilgilerimizle pek örtüşmüyordu ama örümceğin küvetin eğimli arka yüzeyine tırmanmak için yaşadıklarını görmek başka türlü düşünmeme de olanak vermiyordu. Eğer tamamen kişisel, patolojik bir durumu yoktuysa ki, bunu bilmem olanaksızdı, belli ki küvetin ıslak ve kaygan yüzeyi onun aynı kalınlıktaki çelikten daha güçlü olduğu ileri sürülen ince ipeksi iplikçiklerinin yardımıyla bir yerlere tutunup tırmanmasına elverişli değildi. Bu nedenle eğer doğrudan akıl yürüterek sonuca varmadıysa herhalde muslukların olduğu taraftaki ve iki yandaki daha dik olan duvarlarını benim onu görmemden daha önce denemiş ve dışarı çıkmak için başka bir strateji bulması gerektiğine ve en uygun yolun küvetin eğimli arka duvarı olduğuna karar vermiş olmalıydı.
Örümcekleri uğur sayan veya örümcek ağlarını bozmayı günah sayan insanlar gördüm. İnançlı Müslümanlar peygamberlerinin kendisini takip eden düşmanlarından saklanmak için sığındığı Hira mağarasının girişindeki bozulmamış örümcek ağlarını gören düşmanların mağarada kimsenin olamayacağını düşünerek takipten vazgeçmeleri öyküsüne dayanarak örümcek ağlarına bir kutsiyet bile yüklerler. Fakat yine de evlerde temizlik yapılırken tavan köşelerinde veya evin orasında burasında oluşmuş örümcek ağlarının bir sopanın ucuna takılan bir bezle silinivermesi veya elektrik süpürgesi ile emilip yok edilmesi de sıradan bir temizlik işidir. Kimse evini örümceklerle ve börtü böcekle paylaşmak istemez çünkü. Haksız da sayılmazlar hani; bizim ülkemizde kaç çeşidi yaşıyor bilmem ama dünya yüzünde iki yüz çeşidi ısırığıyla insanlarda sağlık sorunlarına yol açabilen toplam üç yüz elli çeşit örümcek varmış ve sanırım bu nedenle başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere örümcekleri sevmeyen ve onlardan korkan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Öte yandan bizde pek rastlanmıyor ama galiba bazı batı ülkelerinde kedi köpek gibi ev hayvanı niyetine evlerinde koca koca tarantulaları veya öldürücü karadul denilen örümcekleri besleyenleri de filmlerde filan hiç de az görmüyor değiliz. Ben örümcekleri seviyor muyum ya da onlardan korkuyor muyum, bundan pek emin değilim ama galiba onları çok ilginç buluyorum.
Örümcekleri ilginç bulmamın çocukluğumla ilgili bir yanı var sanırım. O zamanlar, yani ben çocukken, dünya hem ben çocuk olduğum için hem de elli yılı aşkın bir süre öncesinin dünyası olduğu için daha güzel bir yerdi. Altı yaşında bile değildim ama iki yaş büyük ağabeyim ve diğer çocuklarla yürüyerek evlerimizden kilometrelerce uzaklara gider, incir ağaçlarına tırmanıp dalından kopardığımız ballı incirleri yerdik veya kırmızı dut ağaçlarının en tepelerinde ağzımız burnumuz, her yanımız kırmızıya boyanıp da akşam dayağını veya azarını hak edecek kadar daldan dala atlayarak oynardık. Sonra, nasıl ve ne zaman ve kimden öğrendiysek öğrendik, bir miktar balmumunu önce elimizde ovuşturup iyice yumuşattıktan sonra şöyle yirmi otuz santim uzunluğunda bir kınnabın ucuna çekül gibi bağlayıp dut ve incir ağaçlarının biraz ötesindeki tepelerdeki makilerin arasında, kavurucu Akdeniz yaz güneşinin altında her türlü börtü böceğin, kertenkelelerin, yılanların ve akreplerin kol gezdiğini bildiğimiz topraklarda akrep ve örümcek yakalamak için yuvalarını arardık. Akreplerle örümcekler akrabadırlar. Bunu çok sonraları öğrendim tabii. Fakat o zamanlar tek bildiğim, daha doğrusu benden yaşça çok da büyük olmayan ağabeyim ve diğer çocuklardan öğrendiğim, akreplerle örümceklerin komşu olduklarıydı. Akrep yuvaları ile örümcek yuvalarının ayrımı deliklerin çapı ve yerdeki açılarına göre yapılıyordu. Akrep yuvaları biraz daha dar ve kabaca kırk beş derecelik bir açıya sahipti. Örümcek yuvaları ise ağzında çepeçevre bir miktar toprak birikmiş, iki santim kadar genişlikte dimdik deliklerdi. Biz o zamanlar örümceğe büyü derdik; büyüklerden öyle öğrenmiştik. Ucuna balmumu sarınmış ipimizi delikten içeriye sarkıtıp beklerdik. Akrep balmumunu tutunca bir daha bırakamazdı ve ipi çektikten sonra ucunda sallanan akrebi büyük çocuklardan birinin her zaman yanında getirdiği eski bir kutunun içine atıp ağzını kapatırdık. Bu dikkat isteyen bir işti ve ben yalnızca altı yaşında olduğum için sızlanmalarıma dayanamayıp benim de yapmama izin verilirse mutlaka büyük çocuklardan birinin ipi tutan elimi tutarak yaptığı bol çığlıklı denetimi altında yapabilirdim. Büyüler, yani örümcekler hem akreplerden daha büyük ve güçlüydüler, hem de galiba daha yetenekliydiler. Onlar da tıpkı akrepler gibi bacaklarını balmumuna geçirerek yukarıya çekilirlerdi fakat ipin ucunda biraz sallandıktan sonra can havliyle kurtulup büyük bir hızla kaçarak gözden kaybolurlardı. Bu sayede akrepleri bekleyen akıbetle tanışan örümcek çok az olurdu ve bunlardan yalnızca birine tanık olabilmiştim. Yakalanan akrepler çocukların bağırış çığırışları arasında ilkokulun bahçesine getirilir ve kutudan okulun bahçe duvarında saklı bir maşa yardımıyla tek tek çıkarılarak şimdi hatırladıkça utandığım bir ölüm ayininin kurbanı olurlardı. Yere çember şeklinde gazyağı veya ispirto dökülür ve maşayla alınan akrep, ölüm çemberinin ortasına bırakılarak çevresinde ateş yakılırdı. Akrep bir o yana bir bu yana hamle ettikten sonra çaresizliğe yenilir ve kendi kendini sokarak intihar ederdi. Bu arada attığımız vahşi çığlık ve sevinç kahkahalarından hiç söz etmeyeyim. İnsanları da kendi hayatlarına son vermeye sürükleyen benzer bir çaresizlik değil midir? Gülünecek yanı mı var?
Bir örümcek, yakalayan çocuğun her nasılsa balmumu kapanından kurtulup kaçmadan önce kutuya kapatıverdiği, upuzun ve kıllı kollarıyla neredeyse altı yaşındaki yumruğum iriliğinde kapkara bir örümcek, ölüm çemberinin içinde hem de ateş defalarca yeniden yakıldığı halde hayata tutunmayı nasıl başarmıştı, benim için bugün bile bir muammadır dersem inanın. Belki de bu yüzden zorluklar karşısında yılmayan, düştüğü zaman kalkıp hiç sızlanmadan yürüyen ve ateşin içinde cenneti yaratmaya çalışan insanlara büyük hayranlık duyuyor ve hep öyle biri olmak istiyorum.
Örümcek, önce ateş çemberinden kurtulmak için bir yol aradı kendisine. Her yöne doğru birer kez hareketlendi, ateşi geçemeyeceğini kısa sürede anladı ve çemberin tam orta noktasına çekilerek devinimsiz bekledi. Ateş sönmeye yüz tuttuğunda bir hamle yapacak oldu fakat ateşin aniden harlandırılmasıyla yine aynı noktaya çekilip beklemeye koyuldu. Bir daha da ateşin azalıp çoğalmasına hiç aldırış etmeksizin kıpırtısız bekledi. En vahşimizin ateşi birkaç kez üst üste harlandırmasına ve uzunca bir sopa ile dürtüklemesine karşın örümcek yerinden asla kıpırdamadı. Galiba sabırlı olmak zorunda olduğunu biliyordu; nitekim sonunda vahşilerin ilgisi başka bir yöne, başka bir çember yapıp zavallı akrepleri öldürmeye yönelince, örümceğin sönmeye yüz tutmuş ateş çemberinin yanında bir ben kaldım. Ateş nihayet söndü ve örümcek kısa bir süre daha bekledikten ve yerdeki is çemberinin üzerinden dikkatlice geçtikten sonra büyük bir hızla koşarak uzaklaşıp bahçe duvarının önündeki kurumuş çalılıkların arasında kayboldu.
Küvetin içindeki küçük örümcek küvetin eğimli kısmında yukarıya doğru çok az yürümüştü ki durdu ve olasılıkla stratejini gözden geçirdi. Tekrar aşağıya doğru yürüdü, düzlükte geriye doğru on, on beş santim kadar yürüdü, biraz dinlendi ve yokuşa doğru koşmaya başladı. Yolun neredeyse yarısını geçtikten sonra durdu, fakat duramadı ve kaygan küvetin tabanına yakın bir yerde tutunabileceği bir yere gelene kadar yavaş yavaş aşağıya kaydı. Biraz bekledi ve sonra da kararlı adımlarla daha aşağıdaki, ilk koşusuna başlamış olduğu noktadan biraz daha gerideki bir noktaya kadar yürüdü. Yine biraz bekledi ve ardından tüm bacaklarını birbiri üzerinde kullanarak bir çeşit masaj veya jimnastik benzeri bir şeyler yaptıktan daha önce yaptığı gibi hızla yukarıya doğru koşmaya başladı. Yokuştaki hemen hemen aynı noktaya geldiğinde durdu, aynı jimnastik hareketlerini tekrarladı ve yukarıya doğru yanlamasına bir yol tutturarak küvetin arkasındaki fayans kaplı duvarla birleşen, üzerinde ıslak şampuan şişelerinin filan durduğu on santim genişliğindeki düzlüğe çıktı. Kısa süre içinde şampuan şişelerinin üzerindeydi ve o yana bu yana yürüyordu. Fakat o ne! Tuvalette otururken birkaç saniyeliğine başka yöne kayan dikkatimi tekrar ona yönelttiğimde ne göreyim, zavallı örümcek onca çabanın ardından yine küvetin tabanında değil mi? Herhalde düşmüştü. Fakat emindim ki orada olmak istemiyordu çünkü ıslak, pürüzsüz ve kaygan küvet yüzeyi onun yeteneklerini kullanmasına elvermiyordu ve yine fakat görebiliyordum ki inancını kaybetmemişti. İkinci koşusuna başladığı noktaya yürüdü, jimnastik hareketleriyle süslediği aynı stratejiyi kullanarak süratle yukarıya çıktı. Bu kez arık duvarlardaki fayansların ve ıslak ve kaygan küvetin kendisine içinde bulunmak isteyebileceği bir çevre sunmadığını biliyordu ve dosdoğru küvetin duvarsız açık yanına doğru yürüdü ve parlak fayansların arasındaki çatlamış çimento derzini kullanarak banyonu döşemesine inerek yoluna devam etti. Tuvalette işim bittikten sonra ben de öyle yaptım. Bundan sonra hiçbir koşulda asla inancımı kaybetmeyecektim.
D. Kemal Tarım
İstanbul, 02.09.2008