Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Adalar Seyir Defteri – 1 / 12.03.2005

Güzel olduğu kadar soğuk bir günün ilk ışıkları. İçimde son iki aydır yapamadığım o erken kalkıp yollara koyularak, görüntü ve an avcılığı için yürüyüp fotoğraf çekme arzusu en üst noktasında.
Vapurla Büyükada’ya hareket ederken tutamıyorum kendimi. Büyülenmişcesine kalkıp, çıkıyorum üst güverteye. Karşımda dalgalar, onların hareketinde oynayan, uçup konarak cilve yapan martılar. Yalnız ve mahzun değiller bugün, zaten onları şarkı dışında pek öyle görmediğimi düşünüyorum. Ama bu görüntü bende bir hüzün yaratıyor. Hüzün benim hayatı sevmemdeki önemli bir unsur. Nasıl en zor anda bu hayattan zevk alabiliyorsam, aynı şekilde minik bir hüznü de yakalayabiliyorum. Objektifime çarpan su zerrecikleri nedeniyle fotoğraf makinasını kenara koyup, o minik su öpücüklerinin yüzüme de değmesini istiyorum. Kıskandım mi makineyi acaba?

Hüzün ve vapur ve ada. Kimler hüzünlü olabilir bu vapurda. Makine dairesinin yalnız çarkçıbaşları. Ayaklarım kendiliğinden yöneliyor aşağıya. Mazot kokusu, gürültü, yerlerde hafif yağ izleri arasından gürültü kaynağına doğru yöneliyorum. Motorların arkasından çıkıyor Ahmet Çavuş. Gürültüden zor da olsa anlaşarak konuşmaya çalışıyoruz. 20 yıldır aynı tür vapurlarda aynı iş. Hepimiz böyle değil miyiz aslında. Ama dar bir mekanda aralıksız 24 saat bu işi yapmak kolay değil. Gözlerinde yılları görüyorum Ahmet Çavuş’un. Motorlardan birinin hava yapmasından tedirgin. Hava lodos ya, güven olmaz denize böyle günlerde. Biraz daha muhabbet ettikten sonra zor da olsa bir fotoğrafla donduruyoruz sohbeti.

Vapur adaya yaklaşmak üzere. Güzel evler poz verircesine dizilmiş, onca çirkinleşen mimariye karşın bizler buradayız diye sesleniyorlar. Fazla insan yok bugün. Sakinler birbaşına kalmış. Ada insanı beni daha çok ilgilendirmeye başladı. Karada ama ana karadan uzakta olmak, etrafın sularla çevrili olması, sakinlik ama fazla sakinlik, durgun deniz, hırçın deniz, deli deniz….Kısıtlı bir yaşam ama şüphesiz sakin…

İskeleden inişle beraber önce yokuşu çıkıyoruz hızlıca. Aklımıza geliyor da duraklıyoruz, kahvaltısız nereye gideceğiz ki! Berker’i beklerken kahvaltı olasılıklarını inceliyoruz. Büyükada’nın eski pastanesinin çok güzel incirli ve cevizli sarmaları olur. Umutla içeri süzülüyorum. Kimse fark etmiyor girdiğimi. Pasta yapımı başında yaşlıca bir adalı uzatıyor başını içeriden. Hoşbeş muhabbet, incirli cevizli diyorum. Olur mu bu kadar az kişi varken, satamayız. Onun zamanı kalabalıktır diyor. Güllaç gibi, pide gibi diye düşünüyorum. Özel şartların kurabiyesi demek. Neyse başka sefere deyip ilerliyorum. Güzel bir kahvaltı sonrası başlıyoruz deklanşöre basmaya.

Daha henüz dilburnuna doğru yokuşa kendimizi vurmuşken, küçük bir bakkalın girişindeki yazı dikkatimi çekiyor. “Gülümseyiniz”. Ne hoş, samimi, içten bir çağrı bu. İçeri doğru kafamı uzatınca genç görünen bakkalın yaşlı görünüşlü ama genç ruhlu sahibi gülümseyerek “hoş geldiniz” diyor. Minik bir sohbetle enerjimi yenileyip yakalıyorum bizimkileri.

Yolda Troçki’nin evine dönmeden at arabalarının beklediği bir dönemece geliyoruz. Koşa koşa ne olduğuna bakıyorum. Lastikleri taşıyan araba yükü devrilmiş. İmeceyle toparlıyorlar lastikleri. Soğuk havada daha sonra onlar ısınırken ben de ellerimi uzatıyorum. Beraber ısıtıyoruz ellerimizi, aynı zamanda konuşuyoruz. Hepsi doğudan gelmiş 7 kişi, 7 işçi. 7 çift soğuktan çatlamış el. Kars, Van, Doğubeyazıt, Erzurumlu. Türküdeki gibi bir ranzada yer almışlar, kaderlerini birleştirerek. Sohbet ederken bütün bu yerlere gittiğimi öğrenmeleri aramızdaki sıcaklığı, yakınlaşmayı arttırıyor. Vanlıyla daha bir koyu sohbete dalarken fotoğrafını çekmek istiyorum. Çektirmesem diyor ama bunu derken de muzip bir gülümsemeyle yapıyor. Yani hadi bakalım çekebilirsen dercesine. Peki diyorum ama atları tutarken objektife bakmadan poz veriyor. Van hakkında bir soru sorunca”he gerçekten” diye döndüğünde basıyorum hafifçe deklenşöre. Kadrajlanıyor birden ve “yapma ya, olmaz çektirmeyecektim”diye zıplamaya başlıyor. Gidip sarılıyorum. “Filmi çıkartayım, sana vereyim istersen” blöfümü görmek istemiyor. Şakalaşarak ayrılıyoruz. Fotoğrafını istemeyecek kadar kendineden uzak mı, yoksa barışıklığını mı kaybetmiş. Tam olarak ne olduğunu bulamasam da, onun dediğinin aksini yapsam da, saygı duyuyorum bu uzaklardan gelen inşaat emekçisine.

Burna doğru gelirken yolda belediyenin temizlik görevlisiyle karşılaşıyoruz. Ak saçlı, ak bıyıklı gülecen bir yaşlı. Hergün Pendik’ten geliyormuş. Zaten 350 YTL alıyor, yol parası düşünce geriye kalıyor 175. Emekliliğini adada bekliyor. Keşke hep burada kalarak bu bekleyişi sürdürse de, üç kuruş daha fazla kazanabilseydi. Ülkenin bazen küt diye karşımıza çıkan içler acısı hali. Dişlerimi sıkarak, kızarak ama onunla da konuşarak fotoğrafını çekiyorum.

Büyükada’nın teması insanlar ve atlar etrafında dolaşıyor benim için. At arabalarının arasından geçerken çektiğimiz fotoğraflar atların çilesini yansıtıyor adeta. Onlar sadece o araçlardan arınmış yollarda dört nala koşturulurken özgürlüklerini yaşıyorlar duygusuna kendimi kaptırmışken; birden Uzakdoğu filmlerini andıran güneşli puslu bir havanın içinden özgür atlar çıkıyor karşımıza. Çitlerin arkasında oluşlarını algılamaya çalışırken, ada kılavuz ve koruyucumuz Patinaj koşmaya başlıyor. Atlar çitleri aşıp bize doğru geliyorlar ve hızla önümüzden geçip, kendilerinin rahatsız olmayacağı köşelere doğru koşturuyorlar. Rahat duramıyoruz, peşlerinden gidiyoruz Berker’le. Ama yanlarına yaklaştığımızda yeniden eski yerlerine koşup fazla fotoğraflamamıza izin vermiyorlar. En azından arabaların dışında özgürlüklerine sahip bu hayvanlara saygı duymaktan öte ne yapılabilir ki!

Dilburnu’ndan dönüş bizlere farklı sürprizler sunuyor. Masmavi gökyüzünü arka fonuna almış sarı tomurcuklara poz dayanmıyor. Fotoğrafçılığın hazzına varmak bu olsa gerek. Toktağan’la parmaklıklara tırmanıp, akrobasi hareketleriyle çekiyoruz harika renkleri. Hemen ardından öğle güneşinin tadını damda çıkarmakta olan bir martıya türlü çağrılarla adeta bir poz için yalvarıyoruz. Nafile tek bir ışık yok, bir ara başını kaldırır gibi olsa da; başarısız bir fotoğraf olduğu kesin. Ancak adalılar için ellerinde iki makinayla bir kuşla iletişime kurmaya çalışan bu iki insan uzun bir süre konuşulacak konu oluyor.

Bu iki ilginç olay arasında onunla karşılaştık. Can. 20 yıldır adada yaşayan ada sakini bir genç. Biz yaşlarda. Önümüzdeyken durup fotoğraftan söz etmeye başladı. Uzun saçları, uzun boyu ve samimi tavrıyla bizleri yanıltmayan bir adalı davranışı daha. Her ne kadar kendisini asosyal olarak tanımlasa da; bu kadar hızlı fotoğraftan sözedip hatta bir turumuza katılmak istediğini belirtmesi kendisini tanımlamasıyla ciddi bir çelişki. Telefonlarımızı aldık, arayacağız birbirimizi.

Filmler bitiyor, stoklar tükeniyor. Dayanamadım, son kurşunu verdim an avcısının silahına. Siyah beyaz dia film. Şimdi bile heyecanlanıyorum bu filmle. Dile kolay NewYork’tan alınıp, büyük olasılıkla yine Amsterdam’da banyo edilecek bir filmle Adalar’ı çekmek. Heyecan verici değil de ne bu.! Zaten aslında neden dijital bu kadar heyecan verici değil diye düşündüğümde de, hep bunlar geliyor aklıma. Düzeltme olmaksızın o an’ı sınırlı kare ile yakalayıp, banyoya vermek. Sonra filmi alacağınız günü heyecanla bekleyip, elinize o zarfı aldığınızda sanki onları siz çekmemişcesine heyecanla fotoğraflara bakmak. Kendinize sürpriz yapmak bu. Ve sonrasında keyiflenmek, hem de nasıl. O fotoğraflara kahve eşliğinde, bir kadeh kırmızı şarap yanında, sevdiklerinizle paylaşarak bakmak. Şunu yaşıyor olabilmek bile kendimize yaşattığımız bir ayrıcalık.

Toktağan “hemen dön, yakala bunu” dediğinde neyi yakalamam gerektiğini bilmeden hızlıca yollarda tırıs tırıs gelen bir at arabası arasam da; beni bekleyen poz hemen arkamızdaki eski evin çatı katından bakan genç çiftmiş. Makinayı bile ayarlayamadan içeri girmeleri, sonra “tüh adam hazırlanmıştı çıkıp bir görünelim” dercesine yine gelmeleri ve şak şak deklanşöre basmam. İşte size altın değerinde iki saniyenin kısa öyküsü.

İnsanlar bizleri hiç yanıltmadılar Büyükada’nın pırıltılı gününde. Kendine özgülüklerini gösterirken samimiyetlerini tüm içtenlikleriyle yansıttılar. Belki onlar bu yazıyı hiç okumayacak olsalar da, buradan teşekkür etmek istiyorum.

13:40 vapuruyla dönüşümüz biraz daha farklı oluyor. Yorgun, fotoğraf çekmekten mutlu ama gözlerimin önünden geçen portrelerle biraz daha derin derin düşünüyorum. Bir ara Selçuk’un omzuna başımı koyup, gözlerimi kapıyorum. Konuşmalar, vapurun sesi, arada bir açılan kapı, martı sesleri, denizin salıntısı, adadan hala burnuma gelir gibi yapan mimoza kokuları hepsi birbirine karışıyor.

CEM SARVAN