Salı, Temmuz 05, 2005

TEKRENK İSTANBUL’DA BİR SARI KASIMPATI

İstanbul tekrenk. Denizi, gökyüzü, camileri, sarayları, ağaçları, çiçekleri, vapurları, grinin tonlarıyla ancak ayrılıyor biribirinden.
Taşı toprağı kurşun İstanbul.
Yaşamım da tekrenk. Çiseli bir İstanbul’da, bezgin bir sabah.
Yoğun bir sis gibi yaşam.
Aynı saatlerde aynı uyanışlar…aynı sokağa çıkışlar. Yüzleri değişen insanlar, değişmeyen dokunuşlar…Aynı yollar, aynı gidişler, aynı gelişler… Aynı karanlıklar… Her gece atılan, aynı iki kadehler…
Hepsini bıraksam.Yürüyüversem, hiç arkama bakmadan.Ya, kendimi?…Kendimi nereye bırakayım?

Ayrı ülkeler, ayrı kentler, ayrı evlerdeki aynı huzursuz uykulardan birindeyim. Çift ama hep tek kişilik yatağımda, yatağımın düşecek kadar kenarında, büzülmüş, korkak bir uykuda…
O kentte görüyorum kendimi. Hani sokaklarında hiç çöp ve polis olmayan, hani operalarına smokinle gidilen, vals geceleriyle turistleri büyüleyen…Hani yüzyılların yapılarını koruyup da, bir Mavi Tuna’nın rengini koruyamayan kentte.
O büyük meydana adını veren gotik kiliseyi hayranlıkla izlerken, on yedinci yüzyıl giysileri içinde bir genç kız yanaşıyor yanıma, başında kıvır kıvır beyaz bir peruk. “Hiç kuş kanadında seviştin mi?” diye soruyor. Şaşkınlığıma gülüyor, kilisenin çan kulesini gösteriyor. “Biraz sonra çanlar çalacak, dikkat et!.. Bütün kuşlar havalanır, seninki ağzında bir sarı kasımpatı taşıyanı, onu izle!” diyor ve kayboluyor. Gözlerimi kuleye dikiyorum, bekliyorum. Önce ağır bir hareket ve tek bir vuruş, sonra gittikçe sıklaşan, yükselen çan sesleri…Ses kenti kaplıyor, beni sarıyor, sarsıyor. Kuşları arıyor gözlerim. Bir tane bile yok. Çan seslerine dayanamıyorum.

Uyandım.
Zamansız uyanışım saatimin azizliği mi, çan seslerinin mi?
Kuşun kanadında sevişmek…
Ya sarı kasımpatı?


Sessizce ayrıldım evden.


Pardesümü, şapkamı aldım. Çevremi sarmış bütün yüzleri bıraktım. Yapay gülüşleri…Hiç duymayan, hep konuşan ilişkilerimi…sorumluluklarımı bıraktım. Kömür kokan sokakları, çöpleri, beton duvarları, rengi kaçmış gökyüzünü bıraktım.
Sevgili yokuşumdan, yürüdüm denize doğru. Çocukluğumun akasya ağacı yine yerinde yoktu! Sabahın serinliğinde tekrenk İstanbul’u, çekemedim içime.
Bir simit aldım. İlk seferinde, boştu ‘Paşabahçe’…Kıç tarafa geçtim, denizin kokusu vurdu yüzüme. Motor sesiyle birlikte deniz köpürmeye başladı. Vapur hızlandıkça çoğaldı köpükler. Simiti küçük küçük kopardım, attım köpüklere. Martılar üşüştüler. Her lokma simitle, ilerleyen vapuru izlediler.

Martılar süzüldükçe, süzüldükçe köpüklere…Düşler kurdum kanatlarında!

Simit için daldı bir tanesi. Çıktı, ağzında bir sarı umut! Yalvardım ona, “ Ver o kasımpatıtı bana, al, sana simit vereyim”. Bırakıverdi çiçeğimi köpüklere.

Martılar ben oldum. Kanatlarımda sevişmeler.


Köpükler çoğaldı…çoğaldı…Bulutlar köpüklere karıştı.

VİLDAN ERTÜRK