Perşembe, Mayıs 12, 2005

DIŞI KARA

“Günaydın ey mahalleli! Uyanın! Güneş doğdu güneş!”

Bakkal İhsan, son bir iki yıldır pek çok sabah yaptığı gibi dükkanının önüne çıkmış yaşlı fakat incecik vücudundan hiç de beklenmeyen hayli gür sesiyle sokağa doğru bağırıyordu. Saat 9.30 sularıydı, güneş çoktan doğmuştu ama olsun, onun çok hastayken bile yüzünden hiç eksik etmemeye çalıştığı, candan ve neşeli ifadeyle anlatmak istediği şey başkaydı ve bunu kimse de anlamıyordu.

Balkonlarında sabah çayını içen bir iki yaşlı adam ve kadın güldüler ve onlar da İhsan’ın duyup duymadığına aldırış etmeden çok da iyi anlaşılmayan bir iki laf attılar. Bakkal İhsan onlara gülümseyerek baktı ve dükkandan içeri girdi. İki yıldır her sabah bir tören gibi tekrarladığı işi yapıyordu.

Dükkan fazla büyük sayılmazdı ama ağzına kadar tıklım tıkış doluydu ve mahallenin en sevilen bakkalı olduğu için iyi iş yapıyordu. Ben de içerideki daracık alanda iki kişiyle birlikte İhsan Bey’in törenin sokaktaki bölümünü bitirip işinin başına dönmesini bekliyordum. Bekleyebilirdik. İhsan Bey, yüzünde insanın içini ferahlatan dost gülümsemesiyle dükkan girdi ve tezgahın arkasına geçti. Benim acelem yoktu, zaten o dükkana girip İhsan Bey ile uzun sohbetler etmeyi çok severdim. O da beni ve diğer adamı kendinden saydığı için olacak, önce dükkana en son girmiş olan gencin istediklerini verdi ve gönderdi. İçerideki diğer adam, hiç kıpırdamadan, konuşmadan, öylece dikilmiş bekliyordu. Tepeden tırnağa kapkara bir adam. Üstündeki tüm eşyalar, ceket, pantolon, gömlek ve ayakkabı, hepsi de lime lime yırtık ve kapkara. Saçları, elleri, yüzü ve gözlerinin beyaz olması gereken bölümü de tamamen kara. Bir bacanın içi veya kömür sobası borusunun içi gibi. Tepeden tırnağa...

İhsan Bey, her sabah yaptığı gibi litrelik bir karton kutu sütü ve bir ekmeği torbaya koydu, kendi içtiği sigaradan üç tane çıkardı ve hepsini kara adamın eline tutuşturdu. O anda ilk kez gördüm kara adamın bembeyaz dişlerini; minnetle gülümsedi ve hiçbir şey söylemeden gitti. Tören bitmişti. Soran gözlerle İhsan Bey’e baktım.

“Gariban işte,” dedi, “her sabah bu saatte günlük istihkakını alır böyle; tüm yediği içtiği de bundan ibarettir.”

“Adı ne?”

“Bilmem, ben onu lan diye çağırıyorum. Hiç konuşmaz ki sorayım... Bildiğim tek şey varsa, ona böyle her gün bu verdiklerimi verince içim aydınlanıyor; başka bir şeyler de vereyim dediydim ama almıyor.”

İhsan Bey’in, “Güneş doğdu,” diye bağırdığında ne kastettiğini anlamıştım. Sanırım adamın öyküsünü de biliyordu ama bu konuda konuşmak istemiyordu. Ben de üstelemedim.

O sırada bakkalın hemen yanındaki, İhsan Bey’in hiç sevmediğini bildiğim kazıkçı manav, dükkanın içine kafasını uzatarak sırnaşık bir ifadeyle laf attı.

“Sen olmasan bu herif buralarda barınamazdı valla İhsan abi, iki senedir besleyip duruyorsun, cennete böyle mi gidiliyormuş?”

“Sen anlamazsın! Sen elmanı armudunu satmaya bak!” diye tersledi adamı, “Onun dışı kara, senin için kara!”

Kara adam iki yılı aşkın bir zamandır evimin hemen arkasındaki eski taş konağın yıkıntısında yaşıyordu. Yıkıntı denilince, tam bir yıkıntı. Duvar falan kalmamış, yalnızca bir taş yığını; belki aralarında yağmurdan, kardan koruyacak bir iki girinti ya vardır ya yoktur. Nasıl uyur, neyin üstünde yatar, bir yorganı var mıdır hiç bilmiyordum. Yalnızca ara sıra bakkala gelişini veya gündüzleri yıkıntının içinde, o da eğer ayaktaysa gördüğüm olmuştu onu. Geceleri hiç görünmezdi, zaten kapkaraydı ya. Soğuk havalarda bazen yıkıntının ön tarafından geçersem oradan bir duman yükseldiğini görürdüm, o kadar. Belli ki ateş yakıyordu, ısınmak için.

Bir gün komşu hanımlardan bir kocasının giymediği gri renkli yünlü bir takım elbiseyi, bir iki gömleği de kara adamın kalıbına uyar diye kara adamın kalıbına uyar diye İhsan Bey’e vermiş. Kara adam o sabah dükkana geldiğinde be yine oradaydım. İhsan Bey nevalesini verdikten sonra elbise paketini de uzattı ve gidip onları giyip gelmesini söyledi dostça bir ifadeyle. Adam sevindi. Yine bembeyaz dişleri ile gülümsedi ve gitti. Yaklaşık on dakika sonra yüzü gözü kapkara olmasına karşın gri takım elbiseyi giymiş olarak geldi.

“Hah işte,” dedi İhsan Bey, “şimdi adama benzedin. Sana bir de ayakkabı uydurmak lazım,” diyerek benden tarafa baktı. Adamın ayağına baktım; ona uyabilecek bir çift ayakkabım vardı. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Adam hep böyle kapkara bir halde sokakta yaşamasına karşın saçı da sakalı da sanki yeni tıraş olmuş gibiydi. İhsan Bey’e sorduğumda, “Ne bileyim valla, bu hep böyle işte,” dedi gülerek. Galiba bu da hep bir sır olarak kalacaktı. Adını bile yoktu. Nereden gelmişti, niye bu duruma düşmüştü, niye hiç konuşmuyordu ve niçin kapkaraydı, hiç kimse bilmiyordu. Belki İhsan Bey biliyordu ama o da söylemiyordu.

Ertesi sabah her zamanki tören saatinden önce evdeki fazla ayakkabılarımı alıp bakkala gittim. Kara adam birazdan ekmeğini, sütünü ve sigaralarını almaya gelecekti. Çok beklemedik ve geldi. İhsan Bey’in de benim de gözlerimiz yuvalarından çıkacaktı neredeyse. İhsan Bey gülmesini tutmaya çalışarak gürledi.

“Lan! Allah cezanı vermesin ne ettin kendine?”

Adam gülümsüyordu ve gri takım elbise de üzerindeydi ama yine yalnızca dişleri beyazdı. Elbisenin önü, arkası, boyanmış gibi tamamen kapkaraydı. Hiç sesini çıkarmadı. Ayakkabıları ve nevalesini aldı, yine minnetle gülümseyerek gitti. İhsan Bey o gün mahallenin çocuklarına görev vermiş, adamı izleyip nasıl bir günde böyle kapkara olabildiğini anlamak için. Birkaç gün içinde konu aydınlandı. Adam yıkıntıda yaktığı ateşin dumanı ne tarafa gidiyorsa tam o tarafa oturuyor ve döne döne, önünü arkasını hep dumana tutuyormuş.

Böylece aylar geçti. Bir gün komşu manav her sabahki tören sırasında elinde birkaç gün öncesinin bir gazetesiyle bakkaldan içeri girdi. Kara adam torbasını almış, gitmek üzereydi ki manav ona döndü ve alaycı bir tavırla konuşmaya başladı.

“Bu sen misin lan?” Gazetede kara adamı andıran ama çok daha genç, siyah saçlı, beyaz tenli ve yakışıklı bir adam resmi vardı. Kara adam, resme baktı ve hiçbir şey söylemeden telaşlı adımlarla çıkıp gitti. Gazetede “kayıp aranıyor” yazıyordu. Yaşlıca bir kadın, “Oğlum, günahlarımızı affet, ne olur evine dön,” diye yakarıyordu.

Kara adamı bir daha gören olmadı. Yaklaşık bir hafta sonra sabahın erken saatlerinde Moda burnunda denizden bir erkek cesedi çıkarıldı. Kimliği bilinmiyordu. O sabah İhsan Bey’in gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğünü gördüm. Dükkanı kapattı ve “Gel benimle,” dedi. Sokağa çıktık, İhsan Bey tam manavın önünde durdu ve öksürerek boğazını temizlemesine karşın acıyla yırtılan bir sesle haykırdı.

“İyi geceler mahalleli! Güneş batmıştır!”

Cesedin çıkarıldığı yere gittik. İkimizin de boğazı düğümleniyordu. Birer sigara yaktık. İhsan Bey ağlamaya başladı. O ağladıkça ben de kendimi tutamaz oldum. Adını bile bilmediğimiz birisi için ağlıyorduk. İhsan Bey nihayet kendini biraz toparladı, boğazını sıkan hıçkırıkların dinmesi için çabaladı ve bir solukta anlatmaya başladı.

Kara adam gerçekten de adını ve nereli olduğunu bile hiç söylememiş ama İhsan Bey’in onu sokakta görüp de ekmek ve süt vermek için çağırdığı ilk gün bütün öyküsünü anlatmış ve bir daha da tek kelime konuşmamış. Memleketin bir yerlerinde yaşamış, okumuş, liseyi bitirmiş, sevdiği kızla evlenmiş, karısını kendi anne ve basına emanet edip askere gitmiş. Ne olduysa da ondan sonra olmuş. Jandarmaymış. Çavuş olmuş. Memleketinin yakınlarındaki bir yerdeki bir suçluyu alıp götürmek için iki erle birlikte görevlendirilmişler. Otobüs onun kasabasından geçiyormuş. Gece olduğu için bildiğim yer deyip orada inmişler. Erleri bir akrabalarının yanına misafir edip koşa koşa kendi evine gitmiş. Evin anahtarı cebinde. Şimdi hepsi uyumuştur deyip sessizce eve girmeyi, burnunda tüten karısının yatağına süzülüvermeyi düşlüyormuş. Öyle de yapmış. Sessizce içeri girmiş. Karısının yatağına süzülecekken onun karısı değil kendi annesi olduğunu fark etmiş, yatağın yanındaki bardağın içindeki takma dişlerden. Ses etmeden çıkıp anne ve babasının yattığı odaya dalmış korkuyla ve korktuğu ama kondurmamak için dişlerini sıktığı şey gece lambasının titrek ışığında öylece bakıyormuş kendine. Karısı kendi öz babasının kollarında, gözleri şaşkınlıkla dışarı uğramış ve kıpırdamadan bakıyormuş kendine. İyi ki silahını erlere emanet etmişmiş. Hiçbir şey diyememiş, kendini dışarı atmış. Birliğine dönmemiş. Bizden başka onu bir daha gören olmamış...

İhsan Bey’in de bir daha dükkanın önüne çıkıp şaka yollu bağırdığını duyan olmadı.

D. Kemal Tarım
12.05.2005