Pazartesi, Mart 21, 2005

3Maymun

Akşam karanlığı mı yoksa sabahın ilk ışıkları mı olduğu belli değil.
Yılların aşındırması ile oluşmuş dar vadide yürümekte olan biri, alacakaranlıkta zar zor seçiliyordu. Sırtındaki çantadan, oraların yabancısı olduğu ve kamp yapmak amacıyla oralarda dolaştığı anlaşılıyordu.
Ürdün’de bulunan ve saklı kent olarak adlandırılan antik yerleşim yerleri arasında en ünlüsü olan Petra’ya giden yolu andıran dar vadinin tabanındaki birkaç metre genişliğindeki patika oldukça serindi. Işığın yetersizliğine rağmen beyaz ve kahverengi su mermeri olduğu belli olan vadi duvarlarındaki nemli kayaların dar aralığından yukarıda, gökyüzünün maviliği yer yer bulutların beyazlığı ile kesilmekle beraber bir yılan gibi kıvrılarak vadi tavanı boyunca uzayıp gidiyordu.
Elini zamanla suların aşındırması sayesinde pürüzsüz, kaymaksı yüzeye sahip, serin kaya duvarına dayayarak soluklanmak için duran kampçı, başını iyice arkaya yaslayarak hayranlıkla gökyüzünü seyretmeye daldı. Aldığı derin nefesler ve vadinin dar aralığından görünen gökyüzü onda, birden bulunduğu bölgeyi gökyüzünden seyretme isteği uyandırdı. Yukarıdan, aşağıya bakarken daha büyük keyifle nefes alıp vereceğinden çok daha emindi. Gezmekten bıkıp usanmayan ruhunu, bulunduğu andan alabileceği en fazla zevki alma arzusu ile susturdu. Ama aklına da koydu. İçinde bulunduğu vadiyi uçan bir araçla bir gün mutlaka havadan görecekti. Yapmak istediği binlerce şeyin arasına bunu da aklına yazdı.
Elini dayanmakta olduğu kayadan çekti ve yola koyuldu. Hafif yokuş olan vadinin tabanı, çakıl taşları ile kaplı ve yer yer ıslaktı. Botlarının arasından kayan çakıl taşlarının sesi dar vadi boyunca yankılanıyor, ama başka hiç ses duyulmuyordu. Ne gökyüzünde bir kuş sesi ne de vadide bir canlının varlığı hissediliyordu. Yapacağı kampın heyecanı ile olsa gerek, bu garipliğin o anda farkına varamadı.
Bir süre yürüdükten sonra dinlenmek için tekrar durdu. Yerdeki ıslaklık ve tabandaki kenarları yuvarlaklaşmış taşlardan, buralarda zaman zaman su akıntısı olduğunu anlayarak ürperdi. Hemen arkasından bu ürpertinin karşıdan gelen nemli, serin havanın yüzüne vurmasından olduğunu anladı. Dikkat kesildi...
Karşıdan gelen havanın şiddeti artmış, saçlarını dalgalandıracak kadar rüzgara dönüşmüş, az önceki vadinin sessizliği sanki bir çağlayandan sular delicesine aşağıya düşüyormuş gibi, sesle dolmuştu. Tüm bunlar nerede ise bir dakika içinde olmuştu.
İyice tedirgin olarak pür dikkat neler olduğunu anlamaya ve önünde uzayıp giden dar aralıktan bakıp ileriyi görmeye çalışıyor, belirgin şekilde yaklaşan su sesi endişesini arttırıyordu. Hipnotize olmuştu sanki, kımıldayamıyor, öylesine durmuş, çok güzel bir filmin en heyecanlı sahnesini seyrediyormuşçasına ileriye bakıyordu. Vadinin dar aralığından çağlayarak gelen ilk suların görünmesi ile ancak kendine gelebildi.
Durumu idrak ederek hızla geri döndü, can havliyle sırtındaki ağır çantayı atarak ondan kurtuldu. Paniklemiş halde, bir yandan dar vadiye nereden indiğini hatırlamaya çalışıyor, bir yandan da üzerine doğru geldiğine artık emin olduğu selden nasıl kurtulacağını düşünüyordu. Aklından bin türlü şey geçiyor, kaderi ile yüzleşmek için daha çok genç olduğunu sanki bir ses beyni içinde, kulaklarını patlatırcasına bağırıyordu.
“Kaderle yüzleşmek için henüz çok erken, bana gel!”
Bu sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyor, hızla üzerine doğru gelen sulardan tüm hızı ile kaçıp kurtulmaya çalışıyor, ayağının altındaki ıslak çakıl taşlarından dolayı hızlı koşamıyor, ikide bir tökezliyor, sendeliyor, dengesini bulup tekrar koşmaya başlıyordu. Ölümün nefesini ensesinde hissediyordu.
Arkasından gelen sel çok yaklaşmış, ayaklarının arasından arada bir ileri doğru hamle yapar olmuştu. Nerede ise asıl taşkın yetişecek ve onu en yakın kayaya çarpacaktı. Ölüm artık an meselesi idi.
Önüne aniden bir kovuk çıktı. Bilinçsizce kovuktan içeri daldı ve kapana kısıldığını ilk anda anladı. İçine daldığı kovuk kocaman bir mağara girişiydi ve herhangi bir çıkış da görünmüyordu. Geriye dönüp girişin, arkasından gelen su ile dolmakta ve kapanmakta olduğunu acıyla fark etti.
Girişi su ile neredeyse kapanmış olmasına rağmen mağaranın içi de vadi içinde olduğu kadar loş aydınlıktı. Aydınlığın kaynağı, üstü örtülü olan mağaranın tavanıydı. İçeri sızan bir ışık huzmesi olmamasına rağmen tavan sanki büyülü gibi içeriye yeşilimsi bir ışık sağlıyordu. Arkasına tekrar bakıp mağaranın girişinden itibaren suyun yükselmekte olduğunu gördü.
Oyalanmaya vakit bile bulamadan aklına gelen ilk şeyi yaptı. Mağaranın karşı duvarına tırmanmaya başladı, su da peşinden yükseliyordu. Tavana kadar ulaştığında aşağıyı tekrar kontrol etti. Su, artık tamamı ile üzeri dolmuş olan girişin olduğu yerden fokurdayıp kenarlara doğru dalgalar çıkararak yükselmeye devam ediyordu.
Can havliyle tavana yakın yerlerden çıplak elleri ile taşları yerinden oynatmaya, toprağı kazmaya çabaladı. Taşların kolayca yerlerinden çıkıp ayaklarının arasından aşağıdaki suya doğru yuvarlandığını neden sonra fark etti. Ellerinin kanadığını ama acımadığını ve çaresizliğin birden umuda döndüğünü fark ettiğinde ise yeryüzüne bir delik açmayı başarmıştı.
Deliği genişletip vücudunu dışarı çıkardı, doğruldu ve derin bir nefes aldı, yaşamın tadına vardı, az önce vadi içinden dar bir aralıktan görmüş olduğu yer yer bulutlarla kaplı muhteşem gökyüzünden başını yeryüzüne doğru çevirdiği anda dondu kaldı.
Artık, bir dakika önce ölümle burun buruna yaşadığı ve arkasındaki deliğin içinde bıraktığı yükselmekte olan tehlikeden kurtulduğunu tamamen unutmuştu. Tam karşısında üç maymun yan yana oturuyor ve kendisine bakıyorlardı. Sanki binlerce yıldır bulundukları yerden, toprağın içinden birinin çıkacağını biliyor ve onu bekliyor gibiydiler.
Tam karşısındaki maymun iki elinin ayasını karşısındakine doğrultmuş, “dur” der gibi bakıyor ve yıllarca böyle duruyordu sanki, gözlerini bile kırpmadan. Diğer iki maymun oturur durumda, elleri kucaklarında, bakışları ile karşılarındakini anlamaya çalışır gibiydiler.
Maymunların arkasında ise geniş bir ova uzanıyordu. Tarih öncesi filmlere taş çıkartacak yemyeşil otlakların arasında yer yer ormanlık alanlar görünüyordu. Ovada dinozorlar dolaşıyor, bugüne kadar ne bilinen ne de hayal edilebilen bin bir çeşit canlı geziniyordu. Hiç duymadığı hayvan sesleri arka plandan gelmesine rağmen bu sesler rahatsız edici bir ton taşımıyordu.
Daha ilerideki dağların tepelerindeki yanardağlardan mavi gökyüzüne doğru sarılı, grili, siyahlı dumanlar yükseliyor, gökyüzünde uçan tüylü tüysüz değişik boyutlardaki canlılarla tarih öncesi dekor tamamlanıyordu.
Tarih öncesi devirlere ait bu uçan canlılardan biri havada yön değiştirdi ve maymunların bulunduğu yere doğru alçalmaya başladı. Avına doğru hamle yaparak onu kapıp yemek ister gibi ağzını açmış ve aynı zamanda bir canlının tüm kanını donduracak tizlikte bir ses ile “kkkkkıııırraaaaaakkkkk” diye ötüyordu.
Üzerine doğru gelmekte olan kuştan ürkerek tam zamanında eğildi, kuşun üzerine hamle yapan pençelerinden kurtulmayı başardı. Bu arada ne maymunlar bir tepki vermiş ne de kuş onlara doğru hamle yapmıştı. Sanki orada değildiler veya kuş onları fark etmiyordu.
Elleri dışa doğru dönük oturan baştaki maymun konuşmaya başladı. Söylenenlerin içeriğinin derinliğinden mi, yoksa bir maymunun konuşuyor ve bir insanın dinliyor olması durumunun şaşkınlığından mı bilinmez, büyük bir vecd ile tüm söylenenleri sonuna kadar dinledi. Konuşma ilerledikçe şaşkınlığı arttı. Nasıl oldu da bu kadar tarihi olan, bu kadar düşünür çıkaran insanlık, bir maymunun küçücük bir anda söylediklerini bulamadı, bilemedi, düşünemedi diye.
Tam o anda çok yakından “kkkkkıııırraaaaaakkkkk” sesi tekrar duyuldu, bedeninde hissettiği ince bir acı ile içinden kanının çekildiğini hissetti . Hızla havalanıyor olmanın verdiği ivme ile karnında bir hoşluk yaşadı. Durumu anladığında yapacak pek bir şey kalmamıştı; modern tarihi yaşamakta olan bir insan, az sonra tarih öncesi dev bir kuşun yemi olacaktı.
Kuşun derisi çıplak, kanatları seyrek tüylerle kaplı, kanat ve kuyruk telekleri çok uzundu. Kuşun kanadından dönen ve yüzüne çarpan rüzgarın sesi çok hoş geldi. Yüzünün kenarlarında birikmiş olan ter, rüzgarın serinliği ile yüzünü soğutmuş, bu da ona garip bir ferahlık vermişti.
Gözlerini yeryüzüne çevirdi, kuş nerede ise yüz metre kadar yerden yükselmişti, daha üzerinden bir saat geçmeden içinde bulunduğu vadiyi gökyüzünden görmeyi çok arzu ettiğini acı acı düşündü. Vadi, yükselmekte olan güneşin altın ışıkları altında kolu ve açık parmakları ile beraber bir el gibi geniş ovada uzanıyordu.
Vadinin bulunduğu yeri tarihöncesi ovadan ayıran tepeleri fark etti. Az önce elleri ile toprağı kazarak çıktığı yer bir pınara dönüşmüş, ince bir şerit halindeki su ovanın içine doğru yol alıyordu. Su yolunun iki kenarına tarih öncesi hayvanlar gidiyor, kimisi suya bakıyor, dokunuyor, kimisi de içiyordu.
Maymunlar da oradaydı. Yer değiştirmişler, su kaynağının üst kısmına geçmişlerdi. Konuşan maymun ayakta ve elinde bir asa, arada bir su kaynağına doğru asayı vuruyor, ve diğer hayvanlara bir şeyler söylüyordu. Diğer iki maymunun ayaktaki maymunun yanında oturmakta olduğunu ve onaylar şekilde kafalarını salladıklarını gördü. Diğer hayvanlar da yavaş yavaş maymunlara doğru gidiyorlardı.
Kuş şimdi havada yön değiştirmiş ve yanardağlara doğru yönelmişti. Kuşun yön değiştirmesinden maymunları göremez olmuştu, dönebilmek için asılı olduğu kuşun pençelerini açmaya çalıştı. Onun kurtulmaya çalıştığını zanneden kuş tekrar “kkkkkıııırraaaaaakkkkk” çığlığını koyuvererek avının başına bir gaga darbesi indirdi.
Nasıl olduysa o anda kuşun pençelerinden kurtulduğunu hissetti ve aşağıya doğru serbest düşüşe geçti. Uçarken ölmenin zevkli ve temiz bir ölüm olacağını bildiğinden hiç şikayet etmedi, son anlarını alabileceği en büyük keyifle yaşamak için çevresini seyrederek ve içinin boşaldığı hoşluğunu yaşayarak değerlendirdi.
Tam yeryüzüne çarpacakken ter içinde çığlık atarak yatağından fırladı.
İlk uyandığı anda maymunun tüm söyledikleri beynine kazılı idi. On Emir gibi on madde idi. Yatağından doğruldu, gördüğü rüyayı yazmak üzere kağıt kalem aramaya kalkmaya çalıştı; ama o anda şeytan :
“Yat uyu, maymun konuşmaya devam edecek, zaten söylenenler o kadar önemli şeyler ki bugünden sonra sen bunlar için yaşayacaksın, insan hiç hayat felsefesini, yaşama amacını unutur mu?” dedi.
Sanki rüyasında gördüğü maymuna hak verir gibi şeytana da hak verdi ve yattı; yatar yatmaz uyudu. O kısacık uykuya dalma öncesi; maymunu tekrar yakalamayı dileyerek. Son birkaç gecedir ateşlenip, terleyip duruyordu. Belki de bu güzel rüya o hiç istemediği ateş sayesinde görülmüştü.
Sabah uyandığında rüyasını çok net olarak anımsadı. Ama maymunun söylediklerinden tek bir kelime kalmamıştı. Düşündü, düşündü, sanki gördüğü rüyayı yeniden yaşadı, yok... tek kelime yok. Her şey çok net, ama söylenenler... yok. Hatta konuşan maymunun görüntüsünü tekrar gözünün önüne getirmeyi bile başardı, ama ses yok, maymunun ağzı burnu oynuyor ama ses yok...yok...yok...
Eski bir efsane vardır, aynı zamanda peygamber olan Lokman Hekim, tüm hastalıkların ilaçlarını, tedavilerini bulmuş, bunları kalın bir defterde toplamış. En sonunda uzun uğraşlar sonunda ölümün de çaresini bulmuş, artık sonuna geldiği defterinin son sayfasına çareyi yazarken Lokman Hekim’i çekemeyen şeytan ani bir rüzgar çıkarmış, defteri sayfalarına ayırmış, rüzgar defterin bir kısmını karaya bir kısmını havaya bir kısmını da suya karıştırmış.
Derler ki günümüzde hastalığa bulunan çareler yeni değildir, Doktorlar bir hastalığın ilacını bulduklarında aslında, Lokman Hekim’in kayıp sayfasını buluyorlar. Sıra bir gün de ölüme çare bulmaya gelecek çünkü Lokman hekim onun da çaresini defterine yazmıştı.
İşte tam o misal, o günden beri maymunun söylediklerini bulabilmek için artık hayatında yaz aylarının sonlarını yaşayan öykümüzün kahramanı, tabiri caiz ise “tabanı yanık it gibi” dolanıp durmaktadır.
Bu rüyadan sonra yaşamında değişiklikler oldu, sigarayı bıraktı , bir süre et yiyemedi; ama yaşadı, hem de çok iyi yaşadı.

REFİK KOCABAŞ