Perşembe, Mart 10, 2005

Hoşça kal Huouo

Onun herkesin bildiği türden, ve hayli sıradan gerçek bir adı vardı elbette ancak bunun bir önemi yok çünkü o kendini hep bu adla tanıtıyordu Bodrum’un Gümüşlük köyünde. Huouo...
Neymiş Mississipi kızılderililerindenmiş. Kabilesinin adını da söylemişti sanırım ama unutmuşum. Çıtırdayan Çalı’dan doğma, kabile reisi Vahşi At’tan olma. Annesi Çıtırdayan Çalı kabilenin en güzel kızıymış. Yaşlı büyücünün kardeşinin kızı. Evlenmeden önceki adı başkaymış ama Vahşi At’ın ilk karısı beyazların saldırısı sonucu ölüp de İhtiyar Heyeti’nin kararı ile Vahşi At’la evlendirildiği günün gecesinde heyecandan birbirine çarpan dişlerinin takırtısına bir de çok iri ve güçlü kuvvetli olan Vahşi At’ın her dokunuşunda bedeninin her bir yanından gelen çıtırtılar eklenince Vahşi At onun adını değiştirmeye karar vermiş. Takırdayan Diş ile Çıtırdayan Çalı arasında bir süre kararsız kalmış ama gece boyunca çıtırtılar diğer bütün çadırlardan duyulduğu için ihtiyarların da onayıyla Çıtırdayan Çalı’da karar kılmış. Aslında kadıncağızda o zamanlar adı konulmamış bir hastalık olan romatizma varmış ve daha sonra kabile büyücüsünün şifalı otlardan yaptığı merhemlerle bu derdinden kurtulmuş ama yine de ara sıra kolu, bacağı veya başka bir yerinden çıtırtılar duyulduğu için adı öyle kalmış.
Huouo doğduğunda bütün kabile günlerce bayram yapmış ve totemin çevresinde gece gündüz dans etmişler. Vahşi At onun mavi gözlerini gördüğünde biraz rahatsız olmuşsa da ihtiyarlar Manitu’nun bir hikmeti diyerek onu inandırmış. Bu hikmete tüm kalbiyle inanmanın daha doğru olacağına inanan Vahşi At, Manitu’yu kızdıracak yanlış bir şey yapmamak için ona bir ad vermemiş. Biraz büyüyüp de konuşmaya başlayınca onun ağzından çıkacak ilk söze göre bir ad verilmesinin Manitu’nun hoşuna gideceğini düşünmüş. Ne var ki kız dört yaşına gelene kadar ağzından tek bir sözcük bile çıkmamış. Büyücünün yaptığı hiçbir tedavi de işe yaramamış ama küçük kız öylesine sevimliymiş ki babası onu bir an bile yanından ayırmıyormuş. Ava giderken bile yanında götürüyormuş. Bir gün av sırasında uzaklardan kurt ulumasına benzer bir ses duymuşlar.

“Huouo! Huouo!” diye bağırmış küçük kız.

Vahşi At çocuğu kaptığı gibi çadırına dönmüş. Çıtırdayan Çalı’ya müjdeyi vermiş. Çocuğun adı,

“Uluyan Kurt,” olacak demiş.”

“Ayol,” demiş, “Ugh!” demiş Çıtırdayan Çalı, “Kız çocuğuna öyle ad verilir mi?”

Bu sırada küçük kız, “Huouo, Huouo,” diyerek neşeyle hoplayıp zıplıyormuş. Vahşi At da seçtiği adı beğendirememenin sıkıntısıyla düşüncelere dalmış, kurtla ilgili bir ad bulmaya çalışıp duruyormuş.

“Bari Huouo olsun, bak ne güzel Huouo diyor,” demiş, “Mavi gözlü tek kızılderiliye böyle bir ad çok yaraşır,” demiş Çıtırdayan Çalı ve Vahşi At da “Ugh,” deyip kabul etmiş.

Huouo, adının böylece konulmasından kısa bir süre sonra sular seller gibi konuşmaya başlamış ve ailesi de Manitu’nun hoşuna giden bir iş yapmış olduklarını düşünerek çok mutlu olmuş.
Aslında bir Türk kızı o. Daha doğrusu babası Türk, annesi Romen. Onunla ilişkimiz başladığında otuzuma yaklaşmıştım, o ise sanırım benden bir iki yaş büyüktü. Orta boylu, ince, narin ve oldukça biçimli bir vücudu vardı, ancak onun asıl belirgin özellikleri yüzündeydi. Omuzlarının üzerine serbestçe bırakılmış kestane rengi gür ve parlak saçların ara sıra büyük bir bölümünü örtüverdiği kırmızımsı pembe ve geniş alınlı minik bir yüz; ruj sürmeden bile kıpkırmızı olan dolgun ve biçimli dudaklar, kocaman bir ağız ve biçimli, iri taneli bembeyaz dişler; gök mavisi, biraz afacanca bakan pırıl pırıl gözler ve minik yüzüne orantısızlığıyla hemen dikkati çeken, Grek burnu dedikleri türden çok düzgün biçimli ama irice bir burun. Kızılderiliye çok da benzemiyordu ama havasını bulunca kaptırıyordu işte. İnanması güç ama bazılarını inandırıyordu da sanki.
Birlikte olmaya başlamamızdan bir yıl önce onu bir iki kez görmüştüm ama hiç dikkatimi çekmemişti. Yanında uzaktan tanıdığım bir genç vardı ve galiba nişanlıydılar. Zaten daha sonraları vardığım sonuç itibariyle o, ilk bakışta pek dikkat çekmeyen fakat biraz konuşup da dikkatinizi çektiğinde çok çarpıcı görünümü olan değişik birisi olduğunu düşündürüyordu. O da bu özelliğinin farkında olmalıydı ki istediği insanın dikkatini çekmek için elinden geleni yapıyordu; çok konuşuyordu, canı istediği gibi özgürce, kalbi temizdi ve kötü bir niyeti yoktu ya, kimseleri yaralayıp yaralamayacağına bakmadan. Biraz boğuk, inadına da pürüzlü ve cırtlak sayılabilecek güçlü sesiyle öyküler uyduruyor, şakalar yapıyor, kahkahalar atıyordu. Her yerinden enerji fışkırıyordu. Onu ya severdiniz, ya da kaçıp kurtulmak isterdiniz. Ben biraz sevdim galiba.

Ankara küçük bir kent. Evime yakın sayılabilecek bir yerde çalışıyormuş. Yolda karşılaştık. Nişanlısından ayrılmış, öylesine söyleyiverdi. Çok candan davrandı ve ben de evimin adresini verdim. Ertesi gün öğlen evime geldi. İki arkadaşımla yemek yiyorduk. O yemek yemediği halde bulaşıkları yıkadı, mutfağı temizledi ve bize kahve yaptı. Birlikte çok eğlenceli bir iki saat geçirdik. İşe geç kalmıştı; giderken zemin kattaki dairemin kapısında benim kafamda kendimle ilgili bazı kaygı ve kuşkular olmasına karşın yeniden görüşmek üzere sözleşerek vedalaştık.
Apartmanın dış kapısına doğru yürürken arkasından bakıyordum. Demir dış kapıdan önceki camlı çarpma kapının önüne, daha dorusu tam o kapının solundaki, sürekli evde oturan ve benim evime gelen gideni gözetleyip kızlar konusunda olay çıkaran hasta ruhlu apartman yöneticisinin kapısının önüne geldiğinde omzunun üstünden bana bir bakış atıp yine arkasını dönerek en yüksek perdeden, cırtlak ve şuh bir sesle, “Hoşça kaaaaal!” diye bağırdı ve gitti.

Kapıyı nasıl kapattım, bilemiyorum. Tüylerim diken diken olmuştu. Hasta yöneticiye bir koz daha vermiştik. Kavgalarımız bir yana ileride kardeşim ve yeni evlendiği eşinin bende kalmasından huylanıp evimi ahlak zabıtasına bastıracaktı ancak konumuz bu değil.
İçeriye girdiğimde arkadaşlarım Özer ve Bilal anlamsızca sırıtarak bana bakıyorlardı.

“O ne biçim hoşça kaldı lan öyle?” dedi Bilal.

Özer, “Abi,” dedi, “ Sen bu hoşçakalla çıkarsın, güzel kız, senden hoşlandığı da belli; sorunlarının da üstesinden gelirsin böylece ama gerçekten de o ne biçim hoşçakaldı öyle, tüm mahalle duymuş olmalı,” deyip kahkahayı patlattı. O gün nedense o “hoşça kal” sesi kulağımızdan hiç silinmedi ve anımsadıkça, hoşçakaaal!” diye bağırıp güldük.

Böylece aramızda onun adı, “Hoşça kal..........” olarak kaldı.

Özer’in üstesinden gelirsin dediği sorun için gerçekten anlayışlı ve dost bir kadına ihtiyacım vardı. Bir ay kadar önce işkence görmüştüm. İşkenceyi uzun boylu anlatmayı gerekli bulmuyorum. Kırk saat içinde olup bitti. İnsanların doksan gün göz altında tutulduğu, tecavüz edildiği, sakat bırakıldığı, hatta öldürüldüğü, birçoğunun mesnetsiz davalarla yedi sekiz yıl hapislerde çürütüldüğü bir dönemdi. O kırk saat içinde ve daha sonra duyduklarım ve gördüklerimle bana yapılan işkence arasındaki farkı, içkili ve lüks bir restoranda yenilen uzun bir akşam yemeği ile bir büfe önünde ayak üstü atıştırıverme arasındaki farka benzetebilirim ama beni de tecavüzle tehdit ettiler, erkekliğimi yok etmek için bir şeylerimi acımasızca burmaya ve kırmaya çalıştılar ve sol böbrek bölgeme öylesine bir darbe vurdular ki bir yıl boyunca sol yanıma yatamadım.

Beni bir minibüsün içinde gözleri bağlı olarak getirip de Fen Fakültesi yakınlarında kaldırıma atıverdiklerinde bitiktim ve bedenim sol yanıma eğik bir halde sendeleyerek yürüyebiliyordum ancak. Zar zor Aşağı Ayrancı’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarı ile arasında iki araba geçecek kadar mesafe olan evime geldim. Yıkandım ve uyudum. Akşama doğru son beş altı aydır birlikte olduğum ama bir haftadır görmediğim Alman kız arkadaşım Marion geldi. Beni aldı ve arabasıyla evine götürdü. Terasta barbekü yapıp rakı içecekmişiz. Sanırım durumumu tam olarak anlayamamıştı. Kıpırdayınca bile canım yanıyordu. Rakı iyi gelebilirdi belki. Yemekte bolca rakı içtim. Sonra Marion’un terasa taşıdığı yatakta uyuduk. Ertesi gün kahvaltıdan sonra yürüyüş için Eymir gölüne gittik. Marion orada önceki gece ile ilgili mutsuzluğundan söz etti ve ilişkimizi bitirdiğini açıkladı. Geceyi anımsamıyordum ama sesimi bile çıkaramadım. İncinmiştim.
O andan sonra beni aldı bir düşünce. Yetersizlik duygusu tüm benliğimi sardı. Tükenmiş miydim? Canımın yanıyor olmasından çok bu konu meşgul eder olmuştu beni. Doktora gidecek param da yoktu. Çalıştığım işyeri batmak üzereydi ve aylardır ücret de ödeyemiyorlardı doğru dürüst. Birkaç hafta içinde de işten ayrıldım zaten.
‘Hoşça kal’ benim evime geldiğinde böyle tuhaf duygular içindeydim. Kadınlardan korkuyordum. Bu yüzden onu aramadım. Bir ay kadar sonra uzun bir bayram tatili vardı. Biraz para bulursam Bodrum’a giderim, orada belki gelgeç bir ilişki yaşarım, beni kendime getiremeyecek olursa da onu nasıl olsa bir daha görmem türünden tuhaf düşünceler geliştiriyordum. Para bulmalıydım. Askerlik görevim sırasında her ay borç verdiğim sonra müteahhitlik yapmaya başlamış olan bir arkadaşıma gittim. Beş bin lira borç istedim ama o cebinden yüz lira çıkarttı ve, “Vallahi bütün param bu,” dedi. O anda masanın üstünde duran parmak kalınlığındaki cam küllük kendiliğinden büyük bir çatırtıyla ikiye ayrılıverdi. İkimiz de çok şaşırdık ama ben hiçbir şey söylemeden çıktım ve şaşkın ve üzgün bir halde yürümeye başladım.

Tunus Caddesinin üst taraflarına geldiğimde aniden karşıma çıktı ‘Hoşça kal.’

“Amma da dalgınsın, nereye gidiyorsun?”

Can sıkıntısıyla ne dediğimi bilmiyordum. Sanırım paradan söz ettim, Bodrum, tatil, bayram filan dedim.

“Beraber gidelim, bende para çok.” Çok istekli görünüyordu.

Hayda. Anlaşılan kaçamayacaktım. Kıvırmaya çalıştım. İşkenceyi ve içimi kavuran sorunumu söylemeli ve onu düş kırıklığına uğratmamalıydım. Söyledim.

“Ben seni iyileştiririm. Benim amcam kabilenin büyücüsüydü. Romatizmayı bile tedavi ederdi.”

Söylediklerine anlam veremedim ama teklifini kabul ettim. Otobüs biletlerini almış, bayramdan iki gün önce evime geldi beni aldı ve onun evine gittik. Akşam yemeğini üzerinde çiçek olan bir masada müzik eşliğinde ve mum ışığında yedik. Sonra bana kendi odasının yanındaki odada bir yatak hazırladı ve odalarımıza çekildik. Sabah saat dokuzda yola çıkacaktık. Kurtuldum diye sevinerek uyumaya çalışıyordum ki, “Neden hala gelmiyorsun buraya?” diye bağırmaz mı? Korkudan ölecektim. Çaresiz ayağımı sürüyerek gittim yanına. Tüm şefkati ile sarıldı bana. “Sana her şeyi unutturacağım, göreceksin bak!” O gece bedenimin topal bir sokak köpeği gibi sendelemesine karşın karanlıklara gömülmüş ruhumda titrek de olsa solgun da olsa umut ışıkları yeniden yandı.

Bodrum’a indikten sonra taksi ile Gümüşlük’e giderken başka bir ruh sarmıştı ikimizi de. Neşeliydik ve kahkahalar atıyorduk. O hiç durmadan konuşuyor ve kendini anlatıyordu. Adı Huouo’ymuş, Mississipi kızılderilisiymiş, şimdi çok konuşmasının nedeni dört yaşına kadar hiç konuşmamış olmasıymış; falan filan... Komik ve sevimliydi doğrusu.

Bir pansiyona yerleştik ve günün ilk ışıkları ile benim ayak uydurmakta zorlu çektiğim gariplikler de başladı. Çeşitli milletlerden yabancılar da vardı köyde ve bizim kaldığımız pansiyonda da. Huouo önce İsviçrelilerden nefret ettiğini söylemekle başladı işe. Sonra Almanlardan, İngilizlerden, Avusturyalılardan, Fransızlardan, Amerikalılardan, Ruslardan, İranlılardan, hele hele Araplardan, İtalyanlardan, aklınıza ne gelirse... Ah Mississipi ah’mış bir de Perululara merululara, İnkalara filan bir gıcığı yokmuş. Bizimle ahbaplık etmek isteyen tüm yabancıları kırık dökük İngilizce’si ile sanki yanımızdan mancınıkla fırlatılmış gibi uzaklaştırmayı başardı.

Birkaç Türk’le ahbap olmuştuk ki orada bar işleten genç arkadaşla eşinden yeni ayrılmış ve oralarda kafa dinleyen orta yaşlı bir adam para karşılığı vidolu tavla oynarken bize çay ısmarladıklarında Huouo bütün rica ve uyarılara karşın sürekli oyuna karışıp oradan kovulmamıza neden oldu. Neymiş Mississipi’de tavla çok sevilirmiş ve babası Vahşi At da, annesi Çıtırdayan Çalı da, kendisi de Mississipi şampiyonu olmuşlarmış.

Gece baş başa kaldığımızda sorun kalmıyordu ve ben süratle iyileşiyordum. Aslında harika bir kadındı. Ah, bir de çenesini tutabilseydi. Laf atmadığı, kafasını karıştırmadığı kimse yoktu. Anlattıkları ve yaptıkları ikimizin arasında eğlenceli oluyordu ama denizin içinde bile herkes bizi görünce kaçacak yer arıyordu ve ben tüm çabama karşın onu durduramıyordum.
Konservatuar son sınıftan bir grup öğrenci gelmiş. İçlerinde iriyarı, dazlak kafalı, üstünde dizlerine kadar kareli bir şort ve atlet ve elinde her zaman bir havlu ve bir deste oyun kağıdı ile doluşan, kolay samimi olma heveslisi bir genç vardı. Genç bir tiyatro sanatçısı olan ablası ve onun küçük kızı da birlikte gelmişler. Abla ile birkaç merhabamız oldu, dolayısıyla bu genç adamla da. Bir gün küçük bir restoranda henüz daha kendimizden uzaklaştıramadığımız andropoz Ömer ve kız arkadaşı ile aynı masada yemek yiyorduk. Bu genç adam önde, ablası arkada restorana girdiler. Genç adam bizi sırıtık bir ifadeyle selamladı.

“Afiyet olsun, ne yiyorsunuz?” Hepimizin tabağında köfte vardı oysa ve orası da galiba köfteciydi zaten.

“Laringa!” diye yanıtladı Huouo. Genç adamın yüzünde tanımlayamayacağım tuhaf bir ifade belirdi.

“Ben size laringa!” dedi, “Hepinize laringa! Hepinize ikişer kez laringa!”

Andropoz Ömer fena bozuldu ve oğlanı tersledi. Hemen arkadaki abla konuşmaları duymuş, kendisi ufacık olmasına karşın koca oğlanı omuzlarından tutup çevirdi ve suratına okkalı iki şamar indirdi. Rezil olmuştuk. Ancak Huouo’nun umurunda bile değildi ve eğleniyordu.
Günler böyle geçti ve uzun tatilin sondan ikinci gününe geldiğimizde Huouo annesinin Marmaris’e geleceğini öğrendi ve oraya girmemiz gerektiği konusunda ısrar etmeye başladı. Annesi ile tanışmaya henüz hazır değildim ve itiraz ettim. Bana küstü. O gece aynı odada kalacak olmamıza karşın akşam saatlerini ayrı yerlerde geçirdik. O andropoz Ömer ve arkadaşının yanına gitti ben Ssyphos’a bira içmeye. Orada eşinden ayrılmış olan İstanbullu adamla karşılaştım.

“Hanımı ne yaptın?” diye sordu.

“Marmaris’e gitti.”

“Ağrı’ya Kars’a filan gönderseydin...”

Gece odaya döndüğümde sessizlik hala hüküm sürüyordu. Valizini hazırlamıştı. Sabah uyandık ve yine hiç konuşmadan kahvaltı ettikten sonra onu Marmaris otobüsüne bindirdim. Gözlerimizi kaçırmıyorduk birbirimizden ama konuşacak söz de bulamıyorduk. Otobüs gözden kaybolurken belli belirsiz el salladık ikimiz de. Bir daha da hiç görüşmedik.
Benim otobüsüm Bodrum’dan akşam kalkıyordu. Tüm günümü denizde ve kimseyle konuşmadan geçirdim. Huouo’yu düşündüm.

“Huouo şimdi artık insanları seviyor olabilir misin acaba? Ben sana kendi adıma hiç kızmadım. Şefkatinle beni yaşama döndürdün ve sana minnettarım ama diğer insanlara yaptıkların ve onların sana karşı engellenemez tepkileri, seni sevmeye öylesine hazırken beni bile soğuttu senden. Senin için üzüldüm. Hep böyle yaparsan en çok üzülecek yine sensin ve bu bana acı veriyor. En acısı da ne sen bana ne de ben sana hoşça kal bile diyemedik.” Gerçekten de içim yanıyordu ama onu bir daha görmek istediğimi de sanmıyordum. Sessizce mırıldandım.

“Hoşça kal Huouo!”


KEMAL TARIM