Pazar, Mart 06, 2005

Özlem



“Yakışıyor mu şimdi, yani bu yaptıklarınız size, beyefendi ?!..”

“Ne yakışıyor mu ?”

“Tabii, tabii... Alkolün etkisiyle yaptıklarınızı hatırlamıyorsunuz...Haddimiz olmayarak cüzdanınızı karıştırdık. Bu bizim görevimiz, aslında... Kartvizitinizden gördüğümüz kadarıyla çok önemli bir bankanın genel müdür yardımcısısınız. Benim bankam; ben de tasarruflarımı sizin bankanızda değerlendiriyorum...Ha, sahi şu sıralar döviz tevdiat hesaplarına ne faiz veriyorsunuz ?”

Kimdi bu üniformalı adam? Gerçekten de hiç bir şey hatırlamıyordu.

En son hatırladığı Rıdvan’la tuvalette küçüğünü yaparken konuştuklarıydı. Saçma sapan söyledikleri densizlik değil de neydi? Belki de intikamını alıyordu.

***

“Hocam, nasıl gidiyor, Stalin vaziyetleri ?”

“Ne Stalin’i?”

“Yani duvar yıkıldıktan, sonra...Sen de hayal kırıklığına uğrayanlardan mısın?”

“ ... “

Herifin çenesi açılmıştı. Geri zekalı herif olan bitene ne kadar da sığ bakıyordu. Şimdi oturup saatlerce işin teorik boyutlarını anlatmak mı gerekiyordu? Tuvalet teorik tartışma yapmanın yeri değildi.

“Hocam, dikkatli işe önünü ıslatacaksın.”

“ ... “

“ Eee, Stalin olayına cevap vermedin.”

“ Beni ilgilendiren bir tarafı yok.” Herife şimdi hayatının hiçbir evresinde Stalinist olmadığını anlatmanın yeri değildi.

“ Siyaseti bıraktık mı, hocam?”

“Fesupanallah,” diye söylendi içinden

“ Evet bıraktım. S harfi ile başlayan herşeyi bıraktım.”

“Siyaset, Stalin, sosyalizm, solculuk, seks,.. hepsini mi?”

“Sigara, s....şmek,.. Evet, evet hepsini.”

Tatsız herif. O da çok içmişti herhalde. Keyfini kaçırmıştı. Oysa yıllar sonra ilk defa eski okul arkadaşlarının bir araya geldiği toplantıya Ekrem’in ısrarlarına dayanamayarak katılmıştı. Aslında onun da çok ihtiyacı vardı, böyle bir şeye. Eski arkadaşlarını çok özlemişti. Bazılarını belki de yirmibeş senedir hiç görmemişti. Ne kadar da değişmişti hepsi. Aslında bu tür uzun aralardan sonra ilk karşılaşmalarda yapılan en bildik iltifat “Hiç değişmemişsin vallahi, hep aynısın,” demekti, ama böyle söylemek hiç içinden gelmiyordu. Erkeklerin hemen hemen hepsinin ortak özelliği karın nahiyelerinde oluşan fazlalıklardı. Göbeklenmişlerdi, pek çoğunun saçlarına ak düşmüştü, kel olanlar da azımsanmayacak sayıdaydı. Kadınlar da birer teyze olmuşlardı. Yüreğini hoplatan güzel genç kızların yerinde yeller esiyordu. Çoğu çoluk çocuğa karışmıştı. Evlenip ayrılmış, bir daha evlenmişlerdi. Hayatın baskısı gözlerinden okunuyordu. Gözlerini pırıl pırıl yapan umutlarından eser kalmamıştı. Yine de onları yeniden görmekten çok mutlu olmuştu. Yaşadıklarını, onca güzel anıyı, gelecek umutlarını birlikte paylaştığı insanlardı onlar. Nostalji miydi, orta yaş bunalımından mıydı, yoksa başka bir şeyden mi bilmiyordu, ama o sıkıntılı, baskı dolu dönemi bile özlüyordu.

Bütün bu yaşadıklarından sonra hayatının hiçbir evresinde üniversite yıllarında olabildiği kadar mutlu olamadığını kavramıştı. Hatta bunu daha köşeli bir şekilde ifade etmek gerekirse o yıllarda yaşadıklarından sonra hiç mi, ama hiç mutlu olmadığını bile söyleyebilirdi. Bir an duraksadı, belleğini zorladı. Neydi onu o yıllara çeken? Aslında o yıllarda başı hiç beladan kurtulmamıştı. Çocukluk yıllarından hayal meyal hatırladığı 27 Mayıs’ı saymazsak bütün askeri darbeleri yaşamış, her birinde de ufak tefek de olsa başı derde girmişti. Ama yaşadıklarına o kadar inanmış, bütün benliği ile o kadar özdeşleşmişti ki, herhalde sırf o nedenle o ortamdan uzaklaşmamak için öğrenim hayatını olabildiğince uzatmış, yetmezmiş gibi master yapmaya bile başlamıştı.

***

“ Siz Aydın Başçavuş musunuz?”

“ Kim beyefendi, o bahsettiğiniz arkadaş?”

“Şey, karıştırdım herhalde.”

Saçmalamıştı. Aydın Başçavuş orada olamazdı. Belki emekli bile olmuştur. Kaç sene olmuştu? Bindokuzyüzyetmişler... Aşağı yukarı otuzbeş yıl geçmişti. “Vay be, şaka mı, bu?” diye mırıldandı.

“Beyefendi, siz de bu okuldan mezunsunuz değil mi?”

“Ha! Evet.”

“Hangi bölüm?”

“İdari İlimler.”

“Peki ama kardeşim, normal yollardan nizamiyeden girmek varken ne diye çitlerden atlayıp girdiniz kampusa?”

***

Şimdi hatırlamaya başlamıştı. O malum tuvalet muhabbetinden sonra masaya dönmemişti. Tuvaletten çıkınca vestiyerin önünde bulmuştu, kendisini. Rıdvan, koridorda Semih’i kolundan yakalamış kıkırdıyarak anlatıyordu.

“Hocam seksi de bırakmış. Hah hah ha!..”

“ Ne komik. Sen öyle zannet, geri zekalı,”diye söylenmişti, içinden.

Vestiyerden paltosunu alıp, dışarı çıkmıştı. Dışarıda yine meşhur bir Ankara karı vardı. Arabasını parkettiği yerde bulmuştu. Kar lastiği de takmamıştı. Hoşdere Caddesi’nden Eşkişehir Yoluna kadar inmişti. Nizamiyeye kadar nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Nizamiyeyi de geçmişti. Koskoca kampus şehrin içinde kalmıştı. İleriden u dönüşü yapıp yolun kenarına arabasını park etmişti.

***

Başçavuş “Sizi bırakacağız ancak, yine de usulen Emniyete sorup faks cevabını almamız gerekiyor. Malum hakkınızda bir arama kararı ya da tutuklama kararı falan var mı, diye, anlarsınız ya. Yani bir iki saat daha misafirimizsiniz,” dedi.

Ankara’ya seneler sonra kısa bir ziyaret yapayım derken başını derde sokmuştu. Çaresiz bekleyecekti.

“Çay içer misiniz ? Daha yeni demledik.”

“Zahmet olmazsa bir bardak içerim.”

***

Çitlerden atlayıp çam ağaçlarının arasına dalmıştı. “Allah allah,” diye düşünmüştü. Bu ağaçlar bu kadar uzun muydu? Eskiden boyunu geçmezlerdi. Bilim Ağacı’nın yanına gelmişti. Çok sever, anlamlı bulurdu, bu anıtı.

Çam ağaçlarının arasından Hazırlık Okulu’na kadar yürümüştü. Sonra İdari’ye, Mimari’ye, Kütüphaneye, kafeteryaya, stadyuma, kapalı spor salonuna, pastaneye ve en son da yurtlara gelmişti. Yurtların orada bir süre ayakta dikilip etrafa bakmıştı. Arka kapıdan 2.Yurda girmişti. 101 no.lu oda zaten hemen baştaydı. Deniz’lerin kaldığı odanın hemen altında... İçeriye girmişti. Oda boştu. Öğrenciler sömestr tatili nedeniyle evlerine gitmişlerdi herhalde. Eski yatağını bulup, ayakkabılarını, üstünü çıkarmadan yatmıştı. Sanki hiçbir şey değişmemişti.

Demek o arada uykuya dalmış, daha sonra onu farkedenler yakalayıp jandarma karakoluna getirmişlerdi.

Hayal meyal garip bir de rüya gördüğünü hatırlıyordu. Deniz, Yusuf ve Hüseyin, ölmemişlerdi.. Yusuf, Hüseyin’le birlikte buldukları bir cipe binmiş dolaşıyorlardı. Deniz, kampusa sığınan beyaz bir yılkı atına binmişti. Yine o çok yakışan gülümsemesi vardı yüzünde. Her zamanki gibi muzipti. Uzun, iri gövdesiyle atın üzerindeyken sarkıttığı ayakları neredeyse yere değecekti. Atı mahmuzlayıp koştura koştura gelip, “Seni kaçıracağım,” diye takılıyordu, Şule’ye.

***

Kapının kilidi metal şangırtısı ile açıldı.

Kapının arkasında bir jandarma eri ve başçavuş vardı.

“Biz size birkaç saat daha misafirimizsiniz dedik ama başka bir numara çıktı. Emniyetten bir ekip gelip sizi alacak. Bilmediğiniz, eskiden kalmış bir şey, falan olabilir mi ?”

“Ne gibi ?”

“Yani, birisinin ifadesinde falan adınız geçer. Buna benzer bir şey yani.”

“Yok canım sanmıyorum. Bu tür işlerden uzak olalı nerdeyse yirmi yıl falan oldu. Bir yanlışlık olmalı.”

“Neyse hayırlısı. Önemli bir şey değildir herhalde.”

Karakolun önünde bir aracın motor sesi ve durması duyuldu. Biraz sonra birkaç sivil memur içeri girdi.

“ Selamünaleyküm emanetimizi almaya geldik,” dedi, sivillerden biri sırıtarak.

“Buyrun çay içelim. Bu arada işlemleri yaparız.”

“Merhaba, emanetimiz siz misiniz ?” diye sordu, aynı sivil, yine sırıtarak.

“Nedir mevzu ?”

“Valla biz bilmiyoruz; amirimizin talimatıyla geldik. Ufak bir formalite herhalde.”

“Bu yaşımızda anarşistlik falan yapmıyoruz, d’ilmi bey abi ?” diye lafa karıştı, sivillerden bir başkası.

“Abimiz önemli bir üst düzey yönetici ,”dedi başçavuş.

“Buradan üst düzey yöneticiler anarşistlik yapmaz. Bütün mesele o pozisyona gelebilmek gibi bir anlam çıkıyor,” diye düşündü, içinden.

Hazırlanan kağıtları imzalayıp aldıktan sonra siviller onu jandarmadan teslim aldılar. Dışarıda kar hızını arttırmıştı. Ekip arabasına bindiler. Arkaya ortaya oturttular. İki yanına birer sivil oturdu. Yine aynı hikaye diye, geçirdi içinden.

Eskide olsa “Eğil,” deyip, kafasına arkadan bastırarak başını önüne eğerler, dizlerinin üstüne koyarlardı. Başının üstüne de bir kazak ya da ceket örterlerdi. Halbuki gözleri kapalı bile olsa yolu tarif ederdi, onlara.

Ekip arabası uzun süre tangur tungur kasisli yollardan geçerek, Emniyetin arka garajına girdi.

***

“Hoş geldin.”

Karşılayanın sesinde bir sıcaklık vardı. Polislerin sıcak davranmasına pek alışık değildi.

“Beni hatırladın mı?”

Hatırlamamıştı. Gözlerini kısıp, yüz hatlarına bakarak hatırlamaya çalıştı.

***

O koyu karanlık 80’li yıllardaydı. Bir öğrenci evi baskınında yakalanmışlar, gözaltına alınmışlardı.

Geceyarısı nöbet değişiminde hücredekileri teker teker tuvalete çıkarmışlardı. Bunun anlamı çok sıkışsan bile tuvalet ihtiyacını bir daha sabaha kadar giderme imkanın yok demekti.

Hücresine geri döndüğünde kapıyı kapatan nöbetçi minik bir kilim verdi. Böyle bir şeyi beklemiyordu; teşekkür etti. Halbuki çıplak, soğuk betonda yatmaya alışmıştı. Çıkardığı ayakkabılarından bir tekini bir omuzunun altına., diğer tekini ise kalçasının altına yerleştirerek bir yatma tekniği geliştirmişti. Nöbetçinin verdiği bu kilim küçük de olsa işine yarayacaktı. “İyi polis, kötü polis taktiği,” diye düşündü.

Kapıyı kapatırken “Sen iyi bir herifsin,” dedi, nöbetçi. Yüzünde olanlara üzüldüğünü belli eden bir ifade vardı.

Hücrede geçirdiği kaçıncı geceydi? Hesabı karıştırmaya başlamıştı.

Sabah metal hücre kapısının açılırken çıkardığı şangırtılarla uyandı. Doğrulup ayağa kalktı. Bu seferki başka bir polisti. Daha yetkili olduğu hal ve tavrından belli olan, yine adını bilmediği başka birisi. Sert bir surat ifadesi ile karanlık hücrenin içine baktı. Karanlıkta yerdeki kilimi farketti.

“Nerden buldun lan bunu?”

Hiç cevap vermedi. Polis çok öfkelenmişti.

“Söylesene ulan, nerden buldun bunu?”

Ne söylemesi gerektiği bir türlü aklına gelmiyordu. Gece nöbetteki polisin kilimi verdiğini söylese adamın başını belaya sokacağını düşündü. Konuşsa onu ele vermiş olacaktı. Hayatında bir polisi ele vermemek için direneceği hiç aklına gelmemişti.

“Bu zaten buradaydı,”diyerek açıklamaya çalıştı.

Polis :

“Yalan söyleme ulan pezevenk,”diyerek kuvvetli bir şamar patlattı. Kilimi yerden aldı. Demir kapıyı sertçe kapatarak, sürgüledi.

Neyse kilimi veren polisi ele vermemişti. “Ulan, ne iş!?” diye içinden söylenerek, güldü.

Sorgulamanın sürdüğü diğer günlerde de karşılaştığında “iyi” polisin yüzünde hep olan bitenlere üzüldüğünü belli eden surat ifadesini farketti. Ama hiç konuşmadılar. O polis sorgulamalara da hiç girmemişti. Belki de hiç gönüllü olmadığı halde tayin nedeniyle, zorunluluktan o ortamda bulunuyordu.

***

Evet... Evet bu oydu; gece nöbetinde kendisine kilim veren polisti.

“Hatırlayamadın, değil mi?”

“Yok, yok şimdi hatırladım.”

“Ne alemdesin? Çok sene geçti. Merak ettiğim için seni getirttim. Yoksa bir numara yok.”

Rahatlamıştı. Bir numara yoktu; sırf merak ettiği için getirtmişti. Kızmamak elde değildi. “Neyse,” diye düşündü.

Aradan geçen zaman içinde neler olmuştu; anlattı. İsmi Süleyman’dı; zaman içinde terfi etmiş, başka bir birimin amiri olmuştu.

“N’apıyorsunuz. Eski arakadaşlarınla ilişkiniz sürüyor mu; siyasi faaliyetiniz devam ediyor mu?”

Bu soruları sorgulama amaçlı sormadığı belliydi; sırf meraktan soruyordu.

“Bir şey yaptığımız yok. Pek kimseyi de görmüyorum; iş güç, çoluk çocuk derdine düştük.”

“Ne düşünüyorsun güncel siyasi gelişmeler hakkında?”

Ne düşünüyordu? Her şey ne kadar karmaşıklaşmıştı. Halbuki eskiden bütün olan bitenleri açıklamak çok kolaydı. Her şeyin cevabını biliyorlardı; ve ne kadar da güveniyorlardı kendilerine. Kendileri gibi düşünmeyenler haindi. Şimdi öyle miydi ya. Ne düşündüğünü anlatmak için uzun uzun konuşmak, anlatmak gerekiyordu.

***

Gerçekten eskiden bir şeyleri açıklamak ne kadar kolaydı. Solcular, sağcılar ve bir de etliye sütlüye karışmayan “futbolcular” vardı.

Mamak’ta cezaevi yönetimi “iti ite kırdırmak”, tutukluları daha kolay kontrol edebilmek amacıyla olsa gerek sağcılarla solcuları koğuşlara karışık yerleştirmişti. Aynı koğuşun yarısı sağcı, yarısı solcu idi. Koğuşların içinde ve havalandırmada sık sık itiş kakış oluyordu. Arkasından gardiyanlar, askerler coplarla aralarına dalıyorlardı. Havalandırmada volta atarken taraflardan biri karşıdan gelene omuz atıp, hır çıkarmaya kalkınca tutuklular birbirlerine giriyor ; nasıl oluyorsa bir anda solcular havalandırma alanındaki voleybol sahasının orta çizgisinin bir tarafında, sağcılar da öteki tarafında öbekleşiyorlardı. İki tarafta çizginin bir tarafından hasımlarından birini çekip ortalarına alıp dövmeye çalışıyorlardı. Solcuları ve sağcıları birbirinden ayıran ortada net bir çizgi vardı.

Hatırlayınca güldü. Şimdi kimin sağcı kimin solcu olduğunu saptamak ne kadar zor olmuştu. Bütün kavramlar değişmiş, karmakarışık olmuştu.

***

Epeyce konuştular; güncel meselelerden, demokrasiden, laiklikten, özelleştirmeden, devletçilikten, Kürt meselesinden, Kıbrıs sorunundan, AB karşısındaki tavırdan, küreselleşmeden, ulus devletten, savaştan, Irak meselesine kadar bir çok konudan konuştular. Süleyman’ın konulara ilgisi şaşılacak derecedeydi, ama bir şeyler sırıtıyordu; bilgisi yüzeysel kalıyordu. Konuşurken renginin değiştiğini farketti. Süleyman, sonunda patladı.

“ Ulan eşek herif, sen liboş olmuşsun,” dedi ve hırsla ayağa kalktı.

O da şaşırmıştı. Hiçbirşey söylemeden bir süre oturdu. Eski bir işkenceci polis, işkenceye katılmamış olsa bile en azından o ortamda bulunmuş bir polis, kendisini liboşlukla, belki de daha ileri gidip döneklikle suçluyordu. “Hep bir şeylere hayret ederek mi geçecek ömrüm?” diye düşündü. Ve gülmeye başladı. Adam, yarım yamalak öğrendiği şeylerin, sahiplendiği ulus devletçi, milliyetçi fikirlerin devrimci düşünceler olduğunu zannediyordu.

“Ne gülüyorsun? Teşkilatta siz komünistleri temizlemek için gece gündüz çalıştık. Ama sizi yakalayıp sorgularken daha yakından tanıdım. İnanmışlığınızı, samimiyetinizi, fedakarlığınızı farkettim. Bilginiz, vatanseverliğiniz beni etkiledi. Yasak diye evlerinizden topladığımız kitapları okudum. Farkında olmadan etkilendim. Gizliden sizin gibi düşünmeye başladım. Şimdi de kalkmış başka şeyler söylüyorsun.”

Gülmeye devam ediyordu. Ama adam bayağı ciddi idi.

“Ulan hayallerimi yıktın, pezevenk,” diye bağırdı. Sonra o da gülmeye başladı.
” Bizim kaderimiz seninle hep hasım olmak üzerine galiba,”dedi.

Biraz sonra sakinleşti.

“Neyse... Gene de hakkınızı yemeyelim. Hepiniz delikanlı çocuklardınız, allah için.”

Uzun süre hiçbir şey konuşmadan oturdular. Sonunda dayanamadı. Sıkılmıştı.

“Müsaade edersen ben gideyim artık.”

Polis dalmıştı. Dalgın gözlerle kafasını kaldırdı.

“Tabi, tabi gidebilirsin,” dedi. İçeriden bir başka polise gelmesi için seslendi.
“Seni arabanı bıraktığın yere kadar götürsünler,”dedi.

“İstanbul’a yolun düşer, vaktin olursa gel, görüşelim.” Cebinden bir kart çıkarıp uzattı, “Bu kartta telefonlarım var.”

“Tamam görüşürüz,”diye cevap verdi dalgınca.

Ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken arkasından seslendi.

“Yahu, bir dakika. Birazdan ben de çıkacağım. İşin yoksa bekle de beraber çıkalım. Bir yerde yemek yeriz.”

***

Yemek boyunca sohbet ettiler. İlk gerginliği yoktu. Siyasetten, çalışma koşullarının kötülüğünden, özlük haklarının komikliğinden, daha bir sürü şeyden konuştular. Süleyman, cebinden, cüzdanının içinden büyük kızının resmini çıkarıp gösterdi: İsmi Özlem’di.

“Özlem ha?” Neye özlem acaba diye düşündü içinden. “ Çok güzel...Şimdi benim de bir kızım olsa adını Özlem koyardım.”

Özlem, İstanbul’da okuyordu. “Bir staj ayarlarsan çok mutlu olurum,” dedi Süleyman.

“Ayıp ettin. Elimden geleni yaparım.”

“Sende kaç çocuk var ?”

“Bir kızım, bir de oğlum var. Kız bu sene Tıbbiye yi bitiriyor. Bayağı iyi okudu. Bizi hiç üzmedi. Oğlan vakıf üniversitelerinden birinde; ite kaka okuyor. Aklı havada. Kitap okumak, ders çalışmak falan hiçbir şey umurunda değil. Beni de baba değil de, bankamatik gibi görüyor.”

“Allah kolaylık versin. Milenyum çocuğu bunlar.”

Epey oturdular. Lokantada tek tük müşteri kalmıştı, garsonlar masaları topluyorlardı. Saate baktılar.

“Epey geç olmuş. Kalkalım istersen.”

Birlikte kalktılar. Süleyman arabasını bıraktığı yere kadar götürdü. İndiler, vedalaştılar.

M. HAKKI YAZICI