Salı, Şubat 15, 2005

KAPAKTAN KESME

Ona çocukluğundan beri hep değişik şekilde seslendiler, tıpkı birçoğumuza yapıldığı gibi. Aysel Teyze, Aysel Bacı, Ayselcik, Aysel Hala, Aysel Kadın, Ayselim, Kız Aysel, Sosyal Aysel, Aysel….

Henüz doğduğunda babası Nazmi Bey ile annesi Kamuran Hanım birbirlerine bakarak “kızımız doğdu şu yağmurlar hele bir bite artık, yeter bereketin kız” diyerek Aysel deyivermişlerdi minnacık yumuk yumuk elli, kara zeytin gözlü kızlarına. Hala akıllarda kalan 40 gün yağmurlarının üstüne güneş gibi doğmuştu minik Aysel. Tarlalarda geçen güzel bir çocukluk dönemi, köy hayatı ama hep içinde dinmek bilmeyen bir şehre gidiş, okuma tutkusu… Okul okul diyerek sonunda kapağı İstanbul’un, güzel İstanbul’un hem de tam göbeğine atmıştı. Maçka’da eski bir bina. Eski binanın içinde sürekli gülümsemesini yitirmeyen bir Aysel olmuştu. Küçükken hayalini kurduğu bir İTÜ’lü olmuştu sonunda. Sadece ismi Aysel’e orada kavuşmuştu sonunda. O güne kadar hep isminin önüne sonuna eklenen sıfatlar, zamirler kalkmış; sadece isminin Aysel halinde kalmıştı sonunda. Üniversite onda eğitimine önem vermenin yanı sıra kitap okuma, sanatla uğraşma, şehirli olma gibi özellikleri canlandırmış ama asla köy hayatının sıcaklığını yok etmemişti.

Sevgiyle tanışmış, sevgilileri olmuş ama temelinde yatan insan sıcağının özellikleri onu hep sevgiye önem veren bir kişilik sınırı içinde tutmuştu. Yıllar sonra Nazmi Bey ile Kamuran Hanım güzel kızları (zaten hep güzel olurlar anne ve babalara göre) Aysel’e bakıp bakıp birbirlerine sarılırlardı. Bu bir gururdu, bu bir mutluluktu onlar için. Ne bekleyebilirlerdi ki hayattan. Ah bir de evlenip çoluk çocuğa karışabilseydi. Bu neden böyle büyük bir beklenti halini alırdı anne baba için. Bunu Aysel de düşünür, gülümserdi zaman zaman…Onun yalnız kalacağını, evlenmeyeceğini, torunlarının olmayacağını düşünmelerine en büyük etken kızlarının sosyalleşmesiydi. Sosyalleşen kadın bunlardan uzak kalır gibi bir his vardır köy çevresinde. Oysa kadının doğasında varolan özellikler değişir miydi?

Rıdvan…Ona da hep Rıdvan dediler, sadece Rıdvan. Çevresinde pek şirinlik olmazdı ve ismi de bundan nasibini aldı, babasının takıldığı onu kızdıran laflar dışında eksiz bir ismi oldu hep. Rıdvan çocukluğundan bu yana hep zorluklar içinde büyüdü. Çok kardeştiler, kalmazdı sıra ona. Son çocuktu, her yerde son çocuklara ilgi çok olurken o ilgiden bile nasibini alamamıştı. Köyde tarlaların arasında koşuştururken görmüştü Ayselcik’i. Hep de düşünmüştü bu ne komik ama bir o kadar da şeker bir isim diye… Okul başlayıp da aynı sınıfta olunca anlamıştı aslında isminin sadece Aysel olduğunu. Küçücük bilgiç haliyle gülmüştü kendi haline, tabii ki Aysel’e söylemedi bu komikliğini…Ama ne yapsın ki televizyonda da Ömercik’i görürdü hep. Çocukluğunun kalabalıklığı içinde okulda tek başınalığı yaşamayı sevmişti. Öyle okuyup büyüsün, pilot olsun, doktor olsun gibi emelleri yoktu ama okulu bırakamazdı. Tarladan geçmişti de onu bekleyen o ağabeylerin, ablaların angaryaları yok muydu, işte o çileden çıkarırdı. İlkokulun son yıllarında abisi evlenirken düğünün bütün sandalyelerini bile o yerleştirmişti. Ya ablasının köydeki yavuklusuna habire laf taşıması, bir de habire aferin keltoş denmesi… Babasına da kızardı, saçlarını her yaz sıfıra vurdurduğu için…Yani ailenin içinde olunca her şey onun için kızgınlık demekti. Kamuran Teyze’nin okula yolladığı kapaktan kesmeleri yerken kendini sadece Aysel’in olduğu evde ikinci bir çocuk gibi düşlerdi. Aysel onun arkadaşıydı ama o Aysel’in arkadaşı olabiliyor muydu? Pek de anlayamıyordu bu düşündüğünü ama hep içinde tam oluşmamış bir arkadaşlığın özlemiyle tedirginlik duyardı. Belki de okulda herkesin bir kişiye aşık olmasından özenmişti de Aysel’i yakın görmüştü kendine. Bunu düşününce de, daha dün kendini o evde kardeş gibi görmeye karar verdiğini hatırlayıp kızardı birden, yeniden peynirli kıymalı kapaktan kesmelere dönerdi hemen. Sıcak sıcak çayla, ayranla ne de güzel gidiyordu Kamuran Teyze’nin ünlü kapaktan kesmeleri.

Okumalıydı, okuduğu sürece kurtulacaktı zorluklardan. İstemeye istemeye ezberlemişti Hayat Bilgisi dersindeki anlamadığı hayat bağlantılarını. Ve bu nedenle de hiç beklemediği bir anda kazandı parasız yatılı sınavını ve kasabaya gidiverdi. Sevindi, yok yok çok sevindi. Parasız olunca yük de olmayacaktı babasına. Ama babası yine de ona “kabak kabak kazandın ya bu sınavı” demişti, üstelik bir de bütün yaz “ha ben bunun kafasını böyle traş etmesem bunun beyni güneşten bu kadar yararlanmazdı” demesine de katlanarak geçmişti o köyden kasabaya geçişteki son yazı.

Okullar açılmadan ve köyden gitmeden son kez Kamuran Teyze çağırdığında Aysel’le vedalaşmışlar ve Aysel’in de şehirdeki okula gidişinin acısını ilk kez hissetmişti taa içinde…Neydi bu içinde hissettiği ve ona kapaktan kesmeleri bile unutturan bilmediği duygu. Yakın arkadaşı Birol ona bakıp bakıp gülümseyerek “oğlum sen Aysel’i seviyosun lan” deyişinden sonra Birol’u köyün çıkışındaki üzüm bağlarına kadar kovalamıştı.

Yıllar yılları yakalarken sadece yaz ayları birleştirdi köydeki birçok çocuğu. Bir yaz Rıdvan Aysel’i hiç görmedi, bir yıl Rıdvan Aysel’i tamamıyla unuttu. Aysel çok arada bir gördüğünde hatırladı Rıdvan’ın, o evlerindeki mahçup çocuğun, varlığını. Aysel’in aklına hep kapaktan kesme ve içi boşları Rıdvan’ın hızla bitirişi gelirdi. Birol zaten 3 sene sonra okulu bırakıp lise yerine tarlayı seçti, bir tek Rıdvan’la bağını hiç koparmadan.

Köye neşeyle giren postacının kapılarına yöneldiğini gören Rıdvan’ın babası Ahmet Bey “hayırdır hele” deyip doğrulmuştu gölgeliğinden. Bu sıcakta bir iş çıkmasındı da. O kadar çocuk dağıldıkça değişik yerlere, askerler başlayınca kutsal görevlerine öyle bir hüzün çökmüştü Koca Ahmet’in üstüne. Postacıyla hoş beş bile edemeden müjdemi isterim lafını duyunca şaşırdı. Ne ola ki…. Rıdvan, Eğitim Fakültesini kazanmış. Şimdi nasıl yani…Çocuk üniversiteye mi gidecek? Nerede peki? Birden içi cızladı Ahmet Bey’in. Yani bu ufacık adam da mı gidecek? Sevimli kabağı belki okumaz da onunla beraber kalırdı diye umutlanır olmuştu son yıllarda. Hem parasız yatılı olarak okuyup bir de üniversite kazanmıştı demek. Aferin de, işte yeni bir masraf kapısı olacaktı. Sevinsin mi, üzülsün mü, içini tanımlayamadığı bir duygu mu alsın derken postacının müjdesini çayla ıslattılar beraberce. Eline de bir kağıt tutuşturup gitmişti adamcağız o yazın alevinde. Akşam ev halkının kalanları tarladan geldiğinde bırakıverdi Rıdvan’ın önüne kağıdı. O gün ilk kez garip bir sevinç oldu Ahmet Bey ile Hayriye Hanım’ın sekiz çocuklu damlarında. Bu güzel bir şey olmalıydı. Ahmet Bey de ilk kez gurur duydu oğlunun başarısıyla, hatta çocuklarından birinin ilk kez üniversiteyi kazanmasıyla. Köyden bu sene iki çocuk kazanmıştı üniversiteyi, diğeri de Aysel’di. O da İstanbul ama mühendislik onunkisi. Havacılıkla ilgiliydi galiba, hani televizyonda meteoroloji bölümü vardı ya işte öyle… Büyük kızları gülmüş yok yok bu metalle ilgili bir bölüm Metalurji deyip karmaşayı çözmüştü ama pek gülmüşlerdi o sıcak yaz gecesinde. Hatta babalarının habire “oğlum madem Meteoroloji diye bir şey var bu iş meteorlarla ilgili bir bölüm olmalı” esprisine en çok gülen de yine babası olmuştu. Bu espri babasının yıllardır sürekli anlattığı Bektaşi öykülerinden sonra en çok konuşacağı olay haline gelmişti.

Ondan sonraki 6 sene İstanbul bu iki gence kucak açtı. Rıdvan, yıllar önce Birol’un dediği lafı yıllar sonra yeniden her ikisi de İstanbul’da bir okulu kazandığında aklına getirdi. İçinde son yıllarda kaynamaya başlayan kan bir gidip geliverdi ama gençlik ateşi bazen de çabuk söner işte. Sadece evde her işin üstüne yük olmasıyla başlayan okuma süreci onu öğretmenliğe doğru bir adım attırmıştı. Okumayı angarya işlerden kurtulmak için seçen Rıdvan bir de okumayı meslek haline getiriyordu. Kendisi bile garip buluyordu bu gelişmeleri ama işte kazanmıştı ya okulu. Yıllar sonra yeniden Kamuran Teyze’nin kapaktan kesmesinin başında oturmuşlardı Aysel’le. Bu kez bıcır bıcır konuşan iki genç. Aysel neden Metalurjiyi seçtiğini, dünyada varolan üç temel maddeden birinin maden yani metal olduğunu, diğerlerinin yün ve ağaç olduğunu ve bu işle uğraşmak istediğini gözlerindeki parıltıyla anlatırken Rıdvan metalurjinin ne demek olduğunu yeni öğrendiğinden hiç söz etmeden hayranlıkla izlemişti Aysel’i, bir de elinde olmadan marangozluk mesleği aklının ucundan geçivermişti şu diğer iki önemli maddeyi düşünerek. Yine altı sene önceki gibi kapaktan kesmeleri yemeyi unutarak üstelik…. Onun mesleğini herkes biliyordu. Öğretmen. Ne öğretmeni olacağını bilmiyordu, sadece Hayat Bilgisi öğretmenliği diye bir bölüm olmasındı da gerisi önemli değildi.

Aysel ile Rıdvan ortak yerleri olan İstanbul’dan hiç sözetmeden gittiler İstanbul’a. İstanbul ise onların kendilerinden söz etmemesine rağmen her türlü tesadüfü gerçekleştirmek için çaba gösterdi önlerindeki altı sene boyunca. Rıdvan Aysel’i bazen gördü bir sinema kapısında, bazen rastlaştılar otogarda bilet kuyruğunda bayram öncelerinde. Bir kez gelebildiler beraberce köye. O da üçüncü seneleriydi şehirde. Sonra son sınıfta paralı eğitime son yürüyüşünde karşılaşmışlar, olaylar gelişip te kaçmaları gerektiğinde birbirlerini kaybetmişlerdi, zaten Aysel’in yanında o pipo içen entel de vardı nasılsa bir şey olmazdı. Niye kızmıştı ki Aysel’e , onu da bilmeden düşüne düşüne yürümüştü yurda kadar. Özellikle son sene kendini iyice derslere verdi Rıdvan. Öğretmen olacaktı ama bilinçli bir öğretmen olacaktı. Bu nedenle çıkmaz oldu kütüphaneden. Sosyal psikoloji dalına merak saldı ve okulu bitirirken bir üst dalda devam etme kararı aldı. Tek bir farkla sürdürdü üniversite yaşantısını. O da dershanede, üstelik hiç istemediği idealleriyle çakışmayan dershanede öğretmenliğe başlayarak. Yükseği bitirirken kafasına koymuştu Rıdvan. Ne yapıp ne edip kendi köyünde bir dönem öğretmenlik yapacaktı, iş ki tayini çıksın. Ama olmadı. Önce Trabzon’un Of’u, ardından Sarıkamış sonra İskenderun. 5 sene içinde 3 yeni kent.

Aysel okul biter bitmez iş hayatına atıldı. Metalurji gibi sıcak bir bölümde olmak kolay değildi. Karabük’te kaldı iki yıl. Özel sektöre geçti sonra. İstanbul’da paralı cahil patron firmasında canına tak dedi, çıkarıverdi baretini yüksek fırının yakınında. Ve bir gün hiç unutamadığı sıcak bir yaz günü sınıf arkadaşı Burak’ın da işe başladığı yeni bir özel firmaya başvurusu kabul edildi. Metalurjicilere sıcak pek dokunmaz, bu nedenle yerin pek önemi yoktur onlar hep sıcak çeliklerin arasındadır. Yeni görev yeri güneyin Paris’i İskenderun. Çok gülmüştü bu lafa. Niye Paris deriz ki birazcık gelişmiş her yere. Paris’te haddane mi var, humus mu yaparlar, künefe mi yenir? Ah Fransız hayrancılığı ah…Sınıf arkadaşları Aysel’in İstanbul’dan ayrılışına kısa süreli bir ayrılık diye bakmışlardı. Yıllardır bildikleri Sosyal Aysel yapamazdı İskenderun’da. Yapabilse Karabük’te kalırdı. Yeni bir macera diye baksalar da, hepsinin kendi hayatının değişimleri içinde kaynayıp gitti Aysel’in bu yeni göçü.

Aysel ve Rıdvan okulları bittikten altı sene dört ay sonra bir akşamüstü ünlü Harbiye’de suların şırıltısı eşliğinde; tavuk, meze, rakı sofrasında komşu oldular. Hiç beklenmedik ve bir o kadar da şaşırtıcı ama gerekli bir rastlantıydı bu. Rıdvan köyüne dönme hayallerinde, Aysel sıkılmaya başladığı sadece iş çevresi dışında yeni insanlar tanıma isteğindeydi. İlk kez rakı eşlik etti onların birçok şeyine. Arkadaşlıklarına, hemşehriliklerine, altını pek de eşelemedikleri uzun dostluklarına, tiyatro zevklerine…Ama ne olursa olsun can arkadaş gibi sarılmıştı Aysel Rıdvan’a. Rıdvan o eski Rıdvan değildi artık. Öğretmenlik yakışmıştı, hakkını veriyordu öğretmenliğin. En azından Aysel bunu hemen hissetmişti. Rıdvan ise erkek masasında çatır çatır teknik konuları tartışan Aysel’e hayranlıkla bakmıştı. Severdi dobra kızları, inanırdı eşitliğe ama karşısına hep evlilik hayalleri kuran çıtkırıldımlar çıkmıştı. O, kadını köyde tarlada çalışan olarak tanımıştı, gücüne, kararlarına saygı duymuştu kadınların, köylü hallerini beğenmişti. Çıplak ve yalın ama kadın gibi kadın derdi hep. Bu nedenle hep köylülükle de suçlanmıştı bazı arkadaşlarınca.

Birçok gece o gece gibi aynı masada geçti. İskenderun onlar için yeniden başlamıştı. Haftada bir buluşurlar, eskiyi, dünü, yarını paylaşırlardı. Eski aşklar gelir geçerdi de, Rıdvan bazen suskunlaşsa da, çabuk toparlardı. Merak ediyordu Aysel’in neden yalnız olduğunu. Bir gün pattadanak soruvermişti, neden sevgilisi yoktu. Olmalı mı diye soruya soruyla cevap vermişti Aysel. Sonra garip bir güç gelmişti Rıdvan’a yine bir rakı sofrasında. Aşkı anlatmıştı kendince. Aşkın masumluluğunu, suskunluğunu, sevincini, üzüntüsünü, gözyaşını. Aysel günler sonra bir gece yarısı evinden hızla çıkıp giderken anlamıştı o Rıdvan’ın aşkının masumluluğunda, suskunluğunda, sevincinde, üzüntüsünde, gözyaşında kendisinin saklı olduğunu. Fazla söz olmadan, birbirlerine doya doya, birbirlerini sevmelerini severek, koklayarak, aşkı büyüterek beraber oldular bir haftasonu. Küçüklüklerini düşünerek yürüdüler elele sokaklarda. Orhan Veli’yi okuyarak içtiler rakılarını.

Köye bir mektup geldi bir sonbahar akşamı. Nazmi Bey mektubu açarken Kamuran Hanım merakla bekliyordu yanıbaşında.
-Ne demiş ne demiş, hadi oku.
-Dur be kadın, amma sabırsızsın, okuyacağım patlama.

Nazmi Bey mektubu açtı, şöyle bir kendini geri çekerek okuma konumuna geldi. Gözlerini oğuşturdu, anlamaz anlamaz bir daha baktı.
-Hadi okusana Nazmi, ne yazıyor?

Nazmi Bey Kamuran Hanım’a şöyle bir gözlerini devirerek şaşkın şaşkın yeniden baktı;

“Anne Rıdvan’la bana kapaktan kesme gönderir misin? Sevgiler, Ayselcik”

Aynı saatler İskenderun’da bir okulda, eski sıralarda üçer üçer oturan ilkokul birinci sınıf öğrencileri hep bir ağızdan öğretmenlerinin tahtaya yazdığı cümleyi bölük börçük okumaya çalışıyorlardı.

“Rıd-van Ay-sel’i se-vi-yor….”

CEM SARVAN