Çarşamba, Şubat 02, 2005

YILANI ÖLDÜRMEK

Derenin üzerindeki en fazla üç beş metre uzunluğundaki dar köprüden geçiyorlardı. Köprünün alt bölümünün tüm iskeleti hayli kalın ve düzgün kalaslardan yapılmıştı. Yan yana ancak iki insanın geçebileceği kadar genişliği olan sağlam zeminin iki yanında ise kalınca odunlardan yapılmış korkuluklar vardı. Çapraz bağlanmış korkuluk dikmelerinin üzerinde daha uzun oldukları için zamanın etkisi ile iyice eğrilip bükülmüş, köprünün kendisinden de uzunca iki odun parçası tamamlıyordu korkulukları. Hiç de sağlam görünmüyorlardı. Biraz dayanılacak olsa suya düşmek işten bile değildi. Gerçi suyun derinliği de birkaç karışı geçmiyordu ya.

İki genç kadın, ellerini iki yanı açıp korkulukları tutarak yürüyorlardı köprünün üstünde. Zerrin önde, Nurgül arkada.

“Odun!” diye mırıldandı Nurgül. Zerrin, arkadaşı kendisine bir şey söyledi zannıyla başını çevirip arkasına baktı. Nurgül alttaki derenin coşkuyla akan berrak sularına bakıyor gibiydi ama dereyi de suyu da görmediğini tahmin etti.

“Bu yine çıktı elden,” diyerek sesini çıkarmadı Zerrin. Birazdan neşesini yeniden bulacağını ümit etti arkadaşının. Ona hiç yakıştıramıyordu ama nedense Hakkı’yı düşününce de çoğu kez böyle oluyordu işte. Yine de onun gibi rahat, istediği anda istediği biriyle olabilecek güzel bir kadının böyle durumlara düşmesini aklı almıyordu ki; kendisi böyle durup durup karabasan gibi yüreğine çöken bir umutsuz aşk yaşamamıştı ki hiç. Çok üzülüyordu ama yapabileceği bir şey de var mıydı, bilemiyordu. Ara bulmak için yardım etmeyi teklif ettiğinde, “Sakın ha! Ölümü gör!” diyerek karışmaması için yemin ettirmişti ya, konuyu bile açmamaya çalışıyordu.

“Aa, bak balıklar var!” nidasıyla arkadaşının düşüncelerini çelmeye çalıştı. “Bu derenin suyu bu zamanlarda ne kadar da berrak oluyormuş.”

İlkbaharın başlarıydı. Su gerçekten de pırıl pırıl akıyordu. Her taraf yemyeşildi ve göz alabildiğine, çeşit çeşit kır çiçekleri kaplamıştı masmavi gök yüzünün altındaki her yeri. Yalnızca köprünün bitiminden itibaren tepelere doğru kıvrıla kıvrıla uzayıp giden dar ve kırmızımsı toprak yol yarıyordu yeşilliklerin karnını.

Nurgül derenin içindeki küçük balıklara öylesine bir baktı ve hiçbir şey söylemedi. O anda yakın uzak her yanı kaplayan çeşit çeşit kuş seslerini bile duymuyor gibiydi. Oysa hemen yakınlardaki bir çalının içinde tünemiş birkaç bülbül, bir senfoni orkestrasının baş solistleriymişler de diğer kuş seslerinin eşliğinde birbirlerine serenat yaparcasına nağmeler döktürüp duruyorlardı. Ne duyuyor, ne de görüyordu. Birazdan toparlayacaktı kendini ama karşı koymaya çalıştığı halde hep böyle oluyordu; Hakkı hiç olmayacakmış bir nedenle bile olsa aklına düşüverdiğinde, bazen birkaç dakikalığına bazen de gün boyunca sanki karnının içinde kelebekler uçuşuyormuş gibi bir duygu sarıp sarmalıyor ve dünyadan koparıyordu onu. Böyle zamanlarında mimarlık çizimlerinden de hayır gelmiyordu, bürosunun bodrum katında kurduğu ve Zerrin’den başka kimsenin girmesine izin vermediği seramik odasında yaptığı işlerden de. Çamuru yoğururken Hakkı’yı yoğuruyor, biçim verirken Hakkı’ya benzetiyor, fırında pişirirken Hakkı’yı pişiriyordu. Sonra da hepsini kırıp atıyordu.

Derenin yanı başındaki köyden köprüye gelene değin ne kadar da neşeliydiler oysa. İki genç ve güzel kadın, Nurgül’ün yeni aldığı motosiklete atlayıp güle oynaya gelmişlerdi. Hem motoru deneyecekler hem de her yıl gelip tadına doyamadıkları bu yerde sıkı bir yürüyüş yapacaklardı. Başka bir yere gitmek hiç akıllarından geçmezdi çünkü Nurgül, tesadüfen aynı apartmanda oturmalarına ve geçen yaz sonuna kadar bir kez bile görmemiş olduğunu sanmasına karşın Hakkı’yı burada tanımıştı.

Motosikleti artık iyice ahbap oldukları ve neşeyle şakalaştıkları yaşlı köy bakkalının derme çatma dükkanının önüne bırakıp da yaşlı adamın verdiği izinle dükkanın içinde deri kıyafetlerini değiştirirken ve köy kahvesinin önünden geçerken onları tanıyıp da selam veren birkaç kişi ile yaptıkları kısacık ayaküstü sohbetinde hayli neşeli ve cıvıl cıvıldılar. Nurgül’e ne olduysa o küçük köprüye çıktıklarında kollarını iki yana açıp korkuluklara tutunduklarında olmuştu.

“Odun!” diye daha yüksek sesle ünledi köprüden geçer geçmez. Kızıl kestane gür saçlarını iki yana savurup derin bir iç çektikten sonra şirret bir kahkaha attı.

“Döndün mü?” diye sordu Zerrin gülerek ve derin bir oh çekerek.

“Döndüm.”

Doyumsuz manzarayı seyrederek kırmızımsı toprak yolun önlerine serdiği ilk ve en kısa yokuşu tırmanmaya koyuldular. Karşılarından yanında yürüdüğü bir eşeğin sırtına çalı çırpı yüklemiş yaşlı bir kadın geliyordu. Durdular ve onunla havadan sudan biraz konuştular. Daha doğrusu Zerrin konuştu kadınla. Nurgül ağzını bile açmadı. Biraz eşeğin başını okşadı ve sessizce bekledi. Yüzünde hınzırca bir gülümseme olduğu kaçmadı Zerrin’in gözünden.

İçinden, “Odun, eşek! Hepsi o,” diyerek eğleniyordu bu kez.

Konuşmadan yürümeye devam ettiler. Nurgül ara sıra öne doğru küçük koşular yapıyor, derin nefesler alıyor ve ellerini iki yana kaldırıp indirerek dans eder gibi hoplayıp zıplıyordu. Onun neşelendiğinden iyice emin olan Zerrin de katıldı, dansla karışık yürüyüşe. Oynaşan iki kuş gibi salınarak, cıvıldaşarak vurdular kendilerini birazdan nefeslerini kesecek dik yokuştan önceki ilk düzlüğe.

“Oohh! Neşem yerine geldi. Çok mutluyum,” derken yine de biraz acı taşıyan bir çığlık gibi geldi Nurgül’ün sesi Zerrin’e.

“Şu adamı düşünmeyi bir bıraksan artık.”

“Onu düşünmüyorum ki. Odun o, eşek o, ha ha ha!”

“Güleyim bari. Düşünmüyormuş!”

“Niye düşüneyim ki o korkak herifi?”

“Ne korkağı be? Hepimizi o kurtarmadı mı geçen yaz tepedeki o yılandan? Üstelik sanki sen de hepimizin yanında sevgilimiz olmasına rağmen oracıkta aşık olmadın adama. Serpil’in sana bakışlarını anımsıyorum da yiyecekti neredeyse seni.”

“Aman canım, neyse ne. Tamam, korkak değil. Ama sürekli kafasının arkasını kaşımasına illet oluyorum.”

“Oldu. Yanlış anımsamıyorsam daha geçen hafta, kafasını kaşıyıp da sana baktığında içinin eridiğini söylüyordun.”

“Sen kimin tarafını tutuyorsun? Benim mi, onun mu?”

“Tabii ki senin. Ama adamın hakkını da yememek lazım. Genç görünüyor, motora biniyor, buralara gelip yürüyüşler yapıyor, kibar, nazik ve çok iyi niyetli bir adam. Tamam, tam senin istediğin gibi ama onca numara yapmana karşın yüzüne bakmadı değil mi? Neden? Çünkü yanında sevgilisi vardı.”

“İyi niyetli ama salak! Neredeyse kapısına dayanıp bu gece beni al diyeceğim ama korkuyorum, herif yine kafasını kaşıyıp o patlak gözlerini dikecek ve almayayım diyecek. Odun!”

“Kızım sen delirmişsin aşkından. O adam iki kez evlenip boşanmış, iki hanımından da birer çocuğu var. Seni istememesinin nedenleri vardır herhalde.”

“Biz sanki evlenelim dedik.”

“Demedin ama demiş kadar oldun. Sen değil miydin o yürüyüşten önce köy kahvesinin önündeki küçük kızı sevdikten sonra gruba dönüp saf saf ben de çocuk istiyorum diyen? Bu yüzden Engin’le kavga etmediniz mi? Herkes gibi Hakkı da duydu bunları değil mi?”

“Ama o gün bir tek o hak vermişti erkeklerden öyle değil mi? Annelik her kadının hakkıdır demişti. Yılanı gördüğümüzde öne çıkıp onu kovalaması tuzu biberiydi çünkü ben daha kahvedeyken vurulmaya başlamıştım, söyledim sana.”

“Ben de senin adamı yanlış anladığını söyledim, ne olacak! Neymiş, bu lafı ederken gözlerinin içine öyle bir bakmışmış ki, daha önce hiçbir erkek öyle bakmamışmış! Kızım, birlikte olduğun o kadar adamın hiçbiri adam değil miydi yoksa?”

“Tamam, tamam sus artık, bu konuda konuşmayalım. Aa bak kaplumbağa!”

Yolun kenarında orta büyüklükte bir kaplumbağa ters dönmüş düzelebilmek için başı ve dört ayağı da dışarıda, çaresizlikle debelenip duruyordu. Kaplumbağayı düzelttiler. Hayvan başını ve ayaklarını içeri çekip kıpırdamadan durdu.

“Aynı Hakkı,” deyip kahkahayı koyuverdi Nurgül. “Bunun adı Hakkı olsun. O da ne zaman görsem böyle başını içeri çekiveriyor. Kafasını kaşımaya başlamasa kafası da yok diyeceğim ama...”

“Yüzüne bakmıyor diye kafasız da yapma adamı...”

“Tamam hadi artık bu konudan hiç bahsetmeyelim; yürüyelim.”

Bir süre sessizce yürüdüler. Köyün ve derenin bulunduğu yerden epeyce yükseğe çıkmışlardı. Bazen hızlandılar bazen durup aşağıda çiçeklerle bezeli yeşil tepecikler arasına sıkışmış küçük tarlalarda kadınlı erkekli çalışan insanların bilinmedik bir dinin bilinmedik ibadetini yapıyormuşçasına eğilip kalkmalarını seyrettiler. Derin nefesler aldılar, kuş seslerinin arasından sessizliği ayrıştırıp içlerine çektiler. Huzur ve dinginlik yavaş yavaş tırmandı içlerinde ve sessizce yürümeye devam ettiler. Böyle iki saat kadar daha yürüyerek varılacak en son tepeye vardılar. Yılanı gördükleri yer. Hakkı... Manzaranın en güzel olduğu yer. Hakkı da şimdi burada olsaydı, nasıl olurdu acaba? Yok yok bu adamı unutmak gerek... Manzara inanılmaz. Biraz su içip bir şeyler yemeli... Elindeki sopayla kocaman yılanı nasıl da ürkütüp kaçırmıştı ama... Onu kutlamak için öptüğümde...Engin belli etmemişti o anda ama sonra....Bırak şimdi Engin’i...Hakkı...

Tepede oldukları sürece tek söz etmediler. Sessizliğe gömüldüler. Ilık ilkbahar güneşinin parlattığı güzel saçları hafif bir esintiyle dalgalanırken iki güzel kadın da karanlık ve sıkıcı bir kışın ardından yaptıkları ilk gezinin tadını çıkarmaya çalıştılar. Olsaydı iyi olurdu ama şimdi ikisinin de yaşamında bir erkek yoktu. Zerrin bu durumu hiç önemsemiyordu ama arkadaşı için de çok üzülüyordu. Dünyanın en rahat, en özgür kadını, kimseye aşık olmam diyen kadını bula bula en zor adamı bulmuştu aşık olmak için. Ah, o yılan yok muydu? Neden çıkmıştı ki karşılarına. Ah Nurgül, sen kalk bir de adamı sevgilisinin ve kendi sevgilinin gözü önünde ağzından öp... Şu içindeki yılanı bir öldürebilseydi...

Bir saat kadar sessizce oturduktan sonra, yavaş yavaş kalktılar ve yine sessizce aşağı doru yürümeye başladılar. Aslında her zaman yaptıkları buydu. Nurgül fazla konuşmayı sevmezdi. Bazen şımarıklık ederken şaşırtıcı bir şekilde konuştuğu da olurdu ama ağzından laf almak dünyanın en zor işlerinden sayılmalıydı. Demek ki gerçekten aşıktı. Eskiden öyle miydi ya? Zerrin en yakın arkadaşı olmasına karşın ona bir derdini açıklatmak için yalvarmak zorunda bile kalırdı. Söylemezdi hiçbir sıkıntısını. Hep tehdit etmek zorunda kalırdı, “Bak arkadaşlığımız biter ha,” diyerek.

Yolu yarıladıklarında hala konuşmuyorlardı ama dingin ve mutlu görünüyorlardı. Ters döndüğü için düzelttikleri kaplumbağayı gördüler aynı yerde. O ne? Kaplumbağanın üstünde biraz daha irice bir kaplumbağa vardı ve anlaşılan doğanın kendilerine bahşettiği en keyifli işi yapmaktaydılar.

“Senin Hakkı’nın durumu fena,” dedi Zerrin kıkırdayarak.

Nurgül de bir kahkaha attı, “Ay benim Hakkı’m kız mıymış? Öyleyse şu üsttekinin adı olsun Hakkı.”

“Bu durumda sen de...”

“Bir kelime daha edersen karışmam!”

Zerrin kahkahayı bastı. Nurgül yanaklarının pembeleşmesini gizlemeye çalışarak çılgın bir kahkahayla katıldı ona. Yine dans edip atlaya zıplaya, güle oynaya yürümeye devam ettiler. Güneşin ışıkları iyice alçalmaya başladığında derenin üstündeki köprüye geldiler. Kollarını iki yana açıp köprüyü geçtiler. Bu kez, “Odun!” demedi Nurgül. İçinde derin bir huzurun filizlenmekte olduğunu duyumsar gibiydi. Henüz tam olarak emin değildi ama galiba tepedeyken içindeki yılanı öldürmüştü.

KEMAL TARIM