Perşembe, Şubat 10, 2005

SELVAN


“Tamam, tamam tekrar anlatırım” dedi yaşlı kadın. “Anlaşılan ben ölene kadar bıkmadan bunları anlattıracaksın”.

Öğlesonrasının tembel sessizliğinde evin girişinin sağında kalan küçük verandada oturuyorlardı. Aslında pek de veranda denilemeyecek birçeşit taşlık, belki de düpedüz kapı önü. Yanyana konulmuş iki plastik koltuk ve üzerinde elişi krem rengi bir keten örtünün durduğu eski tahta masa, bir de verandaya bakan pencere içindeki çiçek saksıları.

Torunu, okuluna yakın bir öğrenci evinde iki arkadaşıyla birlikte kalıyordu. Bazı hafta sonları, çoğu zaman da-bugün olduğu gibi- Pazar günleri babaannesine gelirdi.Bunu biraz görev gibi; biraz da babaannesini görmenin tazelediği silik, belli belirsiz ‘mutluçocukluk’ duygusu adına yaptığını her ikisi de bilirdi. Üzerinde konuşulmamıs, ama ikisi tarafından da onaylı sessiz anlaşmaya göre Selvan, babaannesinin alışverişini yapar, ilaçlarını yazdırır ve artık dökülmeye başlayan evin ufak tefek tamir işlerini çözerdi. İki, bilemedin üç haftada bir de onu alıp dışarı, hoşlandığı yerlerden birine yemeğe götürürdü.

Bunun karşısında –elbette karşılığında değil- sanki hiçbir şey olmamış; Selvan’ın onu seven bir ailesi/ anne babası varmış, istese elini uzatıp çocukluğuna dokunabilirmiş gibi yapmak babaannenin göreviydi. Nasıl olduysa kalmış birkaç parça oyuncak, ortaokulda kullandığı ansiklopedi ciltleri, artık binemediği bisikleti, okul montu, en kıymetli yastığı ve çizgi romanları... Yalnızca bu kadar mı? Çiçekle karışık incecik bir sabun kokusu ve hepsi de mutlu günlere ilişkin çocukluk öyküleriyle birlikte, serin ve huzur verici anne-baba; hayır, babaanne elleri...

”Babasına çekmiş” diye düşündü yaslı kadın, “incelikli, saygılı ve yumuşacık... Hoş, kime çekecekti ki? Anne mi gördü bu oğlan? İş anneye kalsa... Ama gözlerini unutmamak gerek. Gözleri anne... Gözleri Aysel...Gözler dışında herşeyi babadır bu çocuğun”. Bir anda ne düşündüğünün farkına vararak gülümsedi. “Elbette babası. İlle de döllemek mi gerek babalık için? Hatta biraz, aslında basbayağı dedesine bile benzer bu”. Selvan’ın dedesi... Emin dede... Düşünceleri hızla gençliğine, kocasının ölümünden önceki yıllara kaydı. “O doğduğunda Emin Dede doğdu diye kayıt düşmüşler. Tekkenin devamı onunla olacakmış herşey değişmese. Ortada tekke, mekke kalmadı ama kaç kuşağın kadınını rahat ettirdi bunların geleneği. Sırada Selvan’ınki var. Böyle giderse yaşadı küçük şırfıntı”...

----------------

Rıdvan’ın Aysel’e aşık olduğunu herkes bilirdi. Bu her zaman böyle olmuştu. Daha ilkokula giderlerken Aysel’in çantasını ya da hırkasının taşımak, okul ödevlerini yapmak, bakkaldan istediklerini koşup getirmek Rıdvan’ın en önemli görevleri, en büyük ayrıcalıklarıydı. Aysel, kendisine sunulan hizmetleri bir prensesin yüce gönüllülüğü ile kabul eder, onun bir küçük gülümseyişine razı Rıdvan ise yeni talepler/ ya da fırsatlar için adanmış beklerdi.

Lisede de aynı okuldaydılar. Ne ki artık farklılığı iyice belirmeye başlayan kişilikleri ve zıt merakları sonunda sınıfları ayrıldı. Aysel’in pırıltılı matematik kafası ve pratik zekası onu kolayca fen alanına yöneltti. Oysa Rıdvan oldum olası okumaya ve toplumsal konulara fazlaca düşkündü. Birkaç ortak dersin dışında okulda birbirlerini neredeyse göremez oldular. Bu, Rıdvan’ı giderek daha sessizleştirir ve içine kapatırken, Aysel’in çevresinde herzaman hazır bulunan ‘hayran’ ordusunu artırdı, çeşitlendirdi. Tabii ki Rıdvan’ın yeri özeldi, en baştaydı.

Lisenin son yılında/ en sonunda birbirlerine açıldılar. Bunu, “Aysel Rıdvan’a yüreğini açtı ve Rıdvan’in dili tutuldu” diye özetlemek belki de daha doğrudur. Bu hep böyle sürdü. İlişkilerinde her zaman Aysel önde ve sürükleyiciydi. Hanımeli kokularının sarıp sarmaladığı büyülü bir bahar aksamüzerinde yolun kıyısındaki tenha parkta oturmayı öneren de; Rıdvan’ın ürkek, belli belirsiz sokulmasına düpedüz, sakınmasız karşılık veren de hep oydu.

Herkes artık onların evleneceğine kesin gözüyle bakarken, ılık ve (yine) hanımeli kokulu bir bahar öğle sonunda, yanında iki ay önce tanıştığı İzmir’li bir işadamınıın oğlu, çantasında yeni ölen babasının veraset ilamı ile Aysel ortadan kayboldu.

Yaşam hep devam eder. Rıdvan da yaşamaya devam etti. Kendine en uygun bulduğu, en çok keyif aldığı işi seçti. Üniversitede kaldı. Kimseyle uğraşmadığı, herkese yardım etmeyi sevdiği ve çok çalıştığı için herkesin –ister istemez- sevdiği, desteklediği biriydi. Bu arada annesi onu evlendirmek için uğraştı. Bölümdeki arkadaşları aklını/gönlünü çelmek için ellerinden geleni yaptılar. Ne ki hiçbir şey değişmedi: Rıdvan’ın yüreği o hanımeli kokulu bahar öğle sonunda susmuştu ve sessiz kalmaya kararlıydı.

Rıdvan bir gün, tam olarak söylemek gerekirse gidişinden dört yıl sonra, Aysel’in geri döndüğünü duydu. Geçici olarak eski mahalledeki bir akrabasının yanına gelmişti, kalacak yeri yoktu, beş parasızdı ve söylentiler doğruysa gebeydi.

Rıdvan eskiden asla yapamayacağı birşeyi yaptı. Doğruca, bir telefon bile etmeden gitti, kapıyı çaldı ve Aysel’i alıp dışarı çıkardı. Her zaman pek az konuşan, içine kapalı sessiz Rıdvan... Dört yıldır susan, kendi yüreğine bakmaktan, onu dinlemekten korkan Rıdvan... Aysel’i aldı, sardı sarmaladı, öptü kokladı. Konuştu, konuştu.... Hiç susmadan dört yıllık, ondört yıllık, kırkdört yıllık konuştu. Mutluydu. Ölesiye mutluydu. Oysa Aysel hiç konuşmadı. Başına neler geldi, nasıl oldu da ayrıldı, neden döndü hiç söylemedi.

Aysel’le Rıdvan bir ay içinde evlendiler. Kadıköy Evlendirme Dairesinde yapılan törende Rıdvan’ın tanıklığını Gül Baba’nın ikinci kuşak torunlarından Ruhi Bey; Aysel’in tanıklığını Emin Bey’in okul arkadaşı (halen milletvekili) Rüstem Bey yaptı. Aysel gelinlikli, çok solgun ve aşikar biçimde gebeydi. Rıdvan ise onu tanıyan hiç kimsenin daha önce görmediği kadar konuşkan, hareketli ve heyecanlıydı. Rıdvan’ın mutluluğu aşikardı.

Evlendiklerinden tam dörtbuçuk ay sonra Aysel üç kilo ikiyüz gram bir erkek çocuğu doğurdu. Çocuğa, Rıdvan’ın enikonu demode ama alabildiğince romantik önerisiyle Selvan adını verdiler. Rıdvan onu, kendi çocuğunu nasıl sevebilirse tam o kadar sevdi. Ne biraz az, ne de biraz fazla...Hatta ikisini de yakından tanıyanlar arasında Rıdvan’ın çocuğu Aysel’den daha fazla sevdiğini söyleyenler bile oldu.

-----------

“Ah bebeğim, bilemezsin baban anneni ne çok seviyordu. Ve, tanrı şahittir, annen de babanı kendince çok sevdi. Onlar, aslında aynı aşkın farklı iki yanına tutkundular. Baban, oldum olası anneni sevmeyi sevdi. Aşkı hava gibi, su gibiydi onun için. Yaşam aracıydı. Yaşamasının nedeniydi. Annenin sevdiği ise herşeyden önce sevilmekti. Her zaman erişilebilir olanındansa en zorunu almak.. Sunulan sevginin en çoğunu, en tazesini”...

Yaşlı kadın ürperdi. “Bana şalımı getirir misin, yatağın üzerinde duruyor” dedi. “Ağustos geldi mi havaya güvenmemek gerek. Baksana nasıl da esiyor”.

NURGÜL ÖZGİRGİN