Pazartesi, Şubat 14, 2005

PETUNYA

O petunya ne yapıyordur ki şimdi acaba? Ona petunya diyorsam o bir petunya olduğu için değil; adını bilmiyorum, bir petunya neye benzer onu da bilmiyorum. Yalnızca bir çiçek türü olduğunu biliyorum. Ötesini araştırmadım ve araştırmayacağım da. Onun adını Aysel koymuştu. Bir yerlerde duymuş ve nasılsa aklında kalmış bir çiçek adı işte. “Petunya, petunya,” deyip durdu onu severken. Ben de sormadım; öyleyse öyledir.

Kentin dışında oturmayı istemişti Aysel. Parasız yatılı kız okulu, üniversite derken köyünden çok ayrı kalmıştı ve şimdi artık evliydik, işimiz gücümüz vardı ve son kez üçüzlerimizin doğumundan altı yedi ay önce yani neredeyse beş buçuk sene önce gidebilmiştik onun doğunun kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden birindeki köyüne. Köyün insanları harikaydı, havası suyu çok güzeldi ama çok uzaktı çok. Üstelik iki ağabeyi ile eşleri ve çocuklarından başka kimseler de kalmamıştı geriye ailesinden. Benim köyüme gitmek için benim bir nedenim kalmamıştı fakat onun köyü hep Aysel’in burnunda tütüyordu. Hep öyle söylüyordu ama benim, “Bu yaz gidelim öyleyse,” dememe karşın yaz gelip de evimizden anayola giden yolun iki yanında göz alabildiğine uzanan boş toprak yeşillenip çiçeklerle bezenince unutuveriyordu köyünü. Tam olarak unutmuyordu aslında, “Aynı bizim oralar gibi,” deyip duruyordu. Benim de işime geliyordu doğrusu. Köy çok uzaktı çok...

Birkaç yıl önceydi galiba. İlkbahardı. Üçüzlere bakan yaşlı teyze geldikten sonra arabamıza bindik ve işlerimize gitmek için yola koyulduk. Teyze geç gelmişti ve ikimiz de işe geç kalacaktık büyük olasılıkla. Aysel, “Arabayı ben kullanacağım, sen şimdi çok yavaş sürersin,” dedi ve anahtarı kaptığı gibi direksiyona geçti. Ben zar zor kendimi arabanın içine atarken bastı gaza. Lastikleri öttüre öttüre fırladık. Son gaz gidiyorduk. Kaza yapacakmışız gibi bir iki durumu ustalıkla geçiştirmeyi başardı. Sesimi çıkarmadım. Onu seyretmeye koyuldum. Öylesine güzel, öylesine güçlü görünüyordu ki. Sarı saçları arabanın engebeli toprak yoldaki salınımıyla özdeş bir şekilde salınıp biçimli yüzünün, ele gözlerinin üzerine döküldükçe zarif bir baş hareketiyle onları geriye atıvermesi kanımı kaynatıyordu. İncecikti. Kimse kolayca inanamazdı onun bir batında biri kız, üç tane topaç gibi çocuğu karnında taşıyıp doğurduğuna. Bir kez bile sızlanmamıştı tüm hamileliği boyunca. Yalnızca hep bir yolunu bulur, her ne yapıyorsam yapıyor olayım bir şekilde kendini bedenimin şekline uydurarak sokulur ve her türlü nazı, arsızlığı yaparak kendini sevdirip okşatırdı, o kadar. Yazılarıma ara vermek zorunda olduğumda birazcık söylensem de bundan yakındığımı söyleyemem. Ona sarılmak, onu koklayıp içime çekmek bugün de içimde sevinç uyandıran bir şey ve dilerim hep öyle olacak.

Son hızla gidiyorduk ama birden, “Aman tanrım, ne güzel çiçekler!” diyerek yolun kenarında kaykılarak duruverdi ve arabadan indi. Pembe elbisesinin eteklerini savurarak yolun kenarında göz alabildiğince uzanan çiçeklere doğru koştu. Ben de indim. O ve çiçekler... Bir bahar ayini için gerekli olan her şey bir aradaydı. İşe geç kalıyorduk ama söylemenin bir yararı olmayacaktı. Öğle yemeğine çıkmaz, biraz daha fazla çalışırdım olur biterdi. Aysel ise işi çoktan unutmuş görünüyordu. Yeşil çimenlerin üzerine oturdu ve hemen en baştaki, çevredeki binlerce çiçeğin arasında uzun boyuyla hepsinden farklı duran bir çiçekle konuşmaya başladı. Yanına gidip ona sarılarak oturdum. Oradan kalktığımızda en çok sevdiğini söylediği elbisesinin üzerindeki çimen lekeleri umurunda bile olmayacaktı.

“Petunya,” dedi, “Merhaba canım, sen buralara nerelerden geldin? Yalnız mısın? Hiç arkadaşın yok mu senin burada?”

Petunya ona hiç de yalnız olmadığını, oradaki çiçeklerin bazıları aynı türden olsa bile hepsinin farklı farklı olduğunu ama bunun hiçbir önemi olmadığını söylemiş. Daha pek çok şey konuştu çiçekle. Bana da anlattı, güldük, kahkahalar attık. Aysel’in söylediğine göre petunya da gülüyormuş. Duymuş. Bütün çiçekler konuşurmuş, gülermiş, kahkahalar atarmış. Hele onun köyünün çiçekleri öyle gevezeymiş ki anlatamazmış.

“Peki çiçekler hiç üzülmez mi?” diye soracak oldum.

“Elbette üzülür ama üzenlerin başına ne işler gelir, biliyorum. Şimdi bundan söz etmek istemiyorum,” deyip yine petunyasıyla konuşmaya ve duyduklarını bana anlatmaya devam etti.

Söylediklerinin çoğuna yalnızca, “Yaa...” diyebildim; ancak içime her an akmaya devam eden mutluluğu ve sevinci bozmak istemediğimden yapıyordum bunu. Gerçekten de onun petunyayla sohbeti bir bahar ayininden farksızdı. Kulaklarımda çınlayan müzik yoldan geçen arabaların seslerini bile bastırıyordu. Aysel’im ve petunya ve diğer kır çiçeklerinden oluşan göz alabildiğine uzanan görsel bir senfoni ve yüreğimin derinlerinde tempo tutan sevinç ve coşku...

Aysel sonunda petunyaya ve diğer çiçeklere, “Hoşça kalın,” diyebilip de oradan ayrılıp iş yerlerimize doğru son sürat yola koyulduğumuzda, o yine saçlarını savura savura arabayı kullanırken büyük bir hayranlıkla onu seyrediyordum. Ne büyük değişiklik yapmıştı kendinde anne olduktan sonra. Oysa eskiden ne kadar hırçın ve telaşlı biriydi. Pembe kıyafetine bulaşmış çim lekeleri herkesin çok şık olduğu iş yerine giderken bile umurunda değildi. Bu değişikliğe duyduğum hayranlığı dile getirdim. Sağ elini uzattı ve gözlerini yoldan ayırmadan sıkıca elimi tuttu.

“Senin sayende oldu bu,” dedi. “Eskiden senin kaygısız ve rahat tavırların... beni rıddırtırdı,” dedi ve kahkayı bastık.

“Çıldırtırdı,” demek istiyordu. “Rıddırmak,” benim adımdan türettiği bir sözcüktü. Yeni evlendiğimiz sıralarda ben işimi daha yeni kurmuş ve endişesiz bir tavırla çalışıyordum. Bazı sıkıntılarımız oluyordu elbette ancak ben hep “Hallederiz merak etme canım,” deyip onunla geçirdiğim zamanları elimden geldiğince uzatmaya çalışıyordum. O zamanlar çok sabırsızdı Aysel. Kızardı, öfkelenir, kedi gibi tırnaklarını çıkarır ve söylenirdi.

“Bir gün beni rıddırtacaksın! Bak senin yüzünden rıddırıp gideceğim buralardan!” Sarılırdım ona, saçlarını okşar öperdim, “Her şey çok güzel olacak güven bana,” derdim, yumuşayıp erirdi kollarımda ve sabahlara kadar sevgi sözcükleri fısıldardık birbirimizin kulaklarına. Sanırım kent dışındaki çok istediği evi almaya söz verip de kısa sürede başardığımda vermişti değişme kararını ve bir daha onu endişe ederken veya söylenirken hiç görmedim. Kendi işinde çok başarılı olması da bunda etken oldu sanıyorum. Çocukluğunda çektiği sıkıntıları düşününce onun o eski korku ve endişelerine hak vermemek elde değildi aslında. Onu üniversitede tanımıştım ve hep yarını için endişe duyan bir insan olarak betimlemiş ve endişelerini gidermek için yardımcı olabilmek umuduyla onunla ilgilenmeye başlamıştım. Hiç de gösterişli olmayan giysilerine karşın olağanüstü güzel ve çekici bir kız olmasının da bunda katkısı olduğunu itiraf etmezsem olmaz. Onu bana çeken ise sonradan ilişkimiz ilerledikçe onun endişe ve korkularının depreşmesine neden olan endişe ve korkularıydı. Ben ise onu tüm korkularıyla, endişeleriyle ve kararsızlıklarıyla çok seviyordum. Evlenmeye ikna etmem hayli zor olmuştu çünkü gerçekten de alacağımız diplomalar dışında hiçbir gelecek garantimiz yok gibi görünüyordu. Ben ise rahmetli babamdan kalan küçük tarlayı satıp küçük de olsa bir iş kurabileceğime ve her şeyi yoluna koyabileceğime inanıyordum. “Yeter ki birbirimi hep sevelim,” diyordum. “ Para, maddi şeyler önemsiz değil ama en önemli şeyler değil. Asıl zor olan senin içtenlikle sevdiğin ve seni içtenlikle seven birini bulmak,” diyordum. Babam da annem de öyle söylerlerdi hep. Ama Aysel doğru düzgün bir aile yuvası görmemiş ki hiç.


Petunya, diğer kır çiçeklerinin aksine neredeyse güz ortalarına kadar yaşadı. Onu ilk gördüğümüz gün de olduğu gibi pek çok kez işe geç kaldık. Durduk ve Aysel’le birlikte onu sevdik. Hafta sonlarında çocukları da oraya götürüyorduk ve tarifsiz mutluluklar yaşıyorduk. Kış gelince de hep birlikte özlemle baharı ve onun gelişini gözlüyorduk; hep aynı yerde.

Şimdi her yer kar altında ve petunya yine yok. Toprağın altında saklanmış olduğunu sanıyorum ancak orada mı diye toprağı eşeleyip bakmak aklıma geldiyse de bundan hemen vazgeçtim. Belki ona bir zarar verebilirdim. Her şeyi olduğu gibi kabul etmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Ben çocukken babam tarlayı sürüp ektikten sonra öylece beklerdi bahara kadar. Karlar yağardı; korkunç soğuklar, sağanak yağmurlar olurdu ve ben hep merak ederdim küçücük aklımla; ya ürün alamazsak? Aç kalacağız diye değil tabii. Çok küçüktüm, ya dört, ya beş; bunu düşünebildiğimi sanmıyorum. Tarlamız ekinler boy verdiğinde yemyeşil bir halı gibi öylesine güzel olurdu ki. Ve ben küçücük olmama karşın babam, annem ve ablalarımla birlikte tarlada çalışmaktan büyük mutluluk duyardım. Bundan yine mahrum kalırsam diye korkardım.

Bir defasında korkunç bir kış olmuş ve tüm tarlaları sel basmıştı. Neredeyse evimiz bile yıkılacaktı. Evimizi ve ahırımızı dedemin ve babamın çevreye diktiği çeşitli meyve ağaçları kurtarmıştı ama o yaz hiç ekin olmadı. Sel suları günler sonra çekildiğinde geriye selin getirdiği taş toprak ve çerçöpün korkunç manzarasından başka hiçbir şey kalmamıştı evlerin çevresinde ve tarlaların üstünde. Yalnızca ben ağlamıştım galiba. Babam, annem ve ablalarımın ellerini göğe kaldırıp, “Buna da şükür,” dediklerini anımsıyorum. Ben böyle endişelendiğim zamanlarda babam başımı okşayıp gülerdi ve her defasında şöyle bir şeyler derdi, “Evimizin önünden tarlamıza giden patikayı bilin değil mi oğlum? Hayat işte öyle uzun ince bir yoldur. Ne gelirse bahtına. Kar da olur, sel de yağmur da... Bize düşen çalışmak ve umudu hiç bırakmamaktır.”

Daha ne çok şey öğrenmiştim ondan. Annemin, ablalarımın hakkını yemeyeyim, hepsinden de çok şeyler öğrenmiştim yaşam hakkında. Yaşadığım onca hastalığa ve Reyhan ablam dışında hepsini birer birer kaybetmiş olmama karşın iyimser bir insan olabildiysem onların sayesindedir. Bana yaşamın en karanlık ve zorlu günleri karşısında bile umudumu yitirmeden dingin kalabilmeyi ve karanlıkların içindeki ışığı görebilmeyi onlar öğrettiler. “Hepsi senin yüreğindedir,” derdi annem. Ah, bir de ara sıra bunu unutmasam!

Çocuklara bakan yaşlı teyzenin iyice yaşlanması ve sabahları geliş saatlerindeki düzensizlik nedeniyle Aysel o güz başında çok istediği müdürlüğe atanmasına karşın kışın sonuna doğru aniden karar verip işten ayrıldı. Çocuklara bakacaktı ve baharda onları canı istediği kadar petunyanın olduğu yere götürebilecekti. Birikmiş paramızla küçük bir araba daha almak zorundaydık. Çok paramız yoktu ve benim küçük işimi büyütüp daha çok çalışarak daha çok kazanmam gerekecekti. Aysel ve çocuklarım mutlu olduğu sürece hiçbir sorun yoktu. Ülkenin ekonomik durumu hiç iyi değildi ama başaracağıma kesinlikle inanıyordum. Ailem için yapamayacağım, başaramayacağım hiçbir şey yoktu. Üstelik akşamları eve geldiğimde hep birden beni karşılayışları, kucağıma atlayışları yok muydu? Yemekten sonra dördü birden, nasıl yapar, nasıl ederler hiç anlamadığım bir şekilde bedenimin kıvrımlarına sokulup, sarmaş dolaş kucak kucağa oturuşumuz, kahkahalar atarak yerlerde yuvarlanışımız yok muydu? Aysel’in ışık saçan yüreği çocukların yüreğini de aydınlatmıştı ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen inanılmaz bir mutluluk tablosu çiziyorduk. Petunyanın sihri miydi yoksa bu? Gece olup da yatağımıza çekildiğimizde petunyam diye seviyordum çiçeğimi.

Bu kadar mutluluğun üzerine kötü şeyler bekler pek çok kişi. Ben buna inanmıyorum. Yüreğime olumsuz duyguların, korku ve endişelerin akmasına asla izin vermemem gerektiğine inanıyorum. Petunya ile tanışalı dört yıl dolmak üzereydi ve her şey harikaydı. İşlerim oldukça iyi gidiyordu. Çocuklarım büyüyordu. Ve sevgili karım hiç büyümüyordu. Hep aynı, neşeli, coşkulu, kararlı, umutlu, dirençli ve kedi gibi yumuşacık. Petunyam benim.

İşe yalnız gidip geliyordum artık. Yolda Aysel’in selamını iletmek için kısaca duruyordum her sabah. Bir gün içimden bir ses durmamı ve gidip petunyanın yanında oturup aynı Aysel’in yaptığı gibi onunla konuşmamı söyledi. Durdum ve elbisemin leke olmasına aldırmadan petunyanın yanına oturdum. Kafamda pek çok soru vardı. Petunya gerçekten konuşuyor muydu? Hepsi Aysel’in sevgi dolu yüreğinin yansımaları değil miydi? İyice yaklaştım ve onu dikkatlice incelemeye başladım. Güçlü, damarlı ve taptaze görünüşlü yapraklar ve tepede bir tane çiçek. Sarı, lacivert, pembe, kırmızı, beyaz, her ne renk isterseniz var. Işıl ışıl bir çiçek. Aynı Aysel. Birden fark ettim ki oraya her gidişimizde ben Aysel’e bakmaktan petunyaya hiç de dikkatli bakmamışım.

Çekine çekine, “Senin adın gerçekten petunya mı?” diye sordum. Beni yanıtladığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım.

“Ne fark eder ki? Sen ne dersen de, ben sadece bir çiçeğim. Kendime bir ad vermiş değilim. Senin dünyanın en güzel yürekli insanlarından biri olduğuna inandığım eşin Aysel bana petunya dedi ve bu benim için hiç sorun olmadı. Başkası gelip başka bir isim verse, aynı sevgiyi esirgemediği takdirde onu da kabul ederim. Senin adının Rıdvan oluşunun da bence hiç önemi yok.”

Doğru söylüyordu. Bazen komşu iş yerlerinden birinden yaşlı bir adam beni ziyaret ederdi ve çok güzel, sevgi dolu sohbetler ederdik. Adımı hiç öğrenemezdi. Türlü isimlerle seslenirdi bana ama hiç önemsemez ve doğrusunu öğretmeye de çalışmazdım. O kısa sohbetlerde yüreklerimiz bir olurdu ya, gerisinin önemi yoktu. Babam da öyle söylemez miydi. Bazen ablamın adıyla, “Elvan,” diye seslenirdi beni çağırırken ve ben de giderdim. Ona adımı yanlış söylediğini hatırlattığımda, “Doğru ama sen yine de yüreğimden seni çağırdığımı yüreğinle anladın,” derdi.

Birkaç sorum daha vardı, “Sen neden hep buradasın?” diye sordum petunyaya ama sorumu da beğenmedim aslında.

“Bir nedeni vardır elbette ama bunu ben bile merak etmiyorum. Yalnızca ve güzel bir yapım ve hoş bir kokum olduğunu biliyorum ve insanların beni görünce sevinip mutlu olduklarını biliyorum ve bu da bana yetiyor ve mutlu ediyor. Aysel’i tanıdıktan sonra çok daha iyi bir nedenim oldu hep burada olmak için. Üstelik bak daha ne çok çiçek var burada, hiç yalnız kalmıyorum.”

“Sen onlardan çok farklısın ama...”

“Olsun, insanlar da öyle değil mi? Tek farkla ki biz hep birbirimizin mutluluğunu dileriz, güneşimizi, yağmurumuzu paylaşırız. Aramızda sevgi dolu sözcüklerle fısıldaşır ve zor durumda olanlara dostluk elini uzatıp cesaret vermeye çalışırız, bir gün daha yaşayabilsin diye çünkü bizler için bu büyük bir mutluluktur. Varlığımızı ancak böyle sürdürebilir ve kendimizi ancak böyle geliştirebiliriz.” Aynı babam gibi konuştuğunu söyledim ona.

İkimizin de nedenleri aynıydı. Mutlu olmak ve mutlu etmek. Çok mutlu bir insan olduğumu düşündüm. Yüreğim sevinç ve şükranla doldu yeniden. Ona sevgiyle, “Yarına kadar hoşça kal,” dedim. İşe gitmekten vazgeçtim. Arabamın yönünü çevirdim ve son hızla evime, Aysel’imin ve çocuklarımın yanına döndüm.

KEMAL TARIM