Cuma, Şubat 11, 2005

AYSEL, RIDVAN, RENAULT STATION VE BEN

(Eleştiriye uygun olarak François Truffault’nun “Kadınları Seven Adam” filminden ve öyküde adı geçen Veysel’den esinlenerek yazılmış tamamen kurmaca bir öyküdür).

Toplantımıza gitmek üzere hazırlanmaya başlamıştım ki Hakkı Yazıcı aradı ve kar nedeniyle toplantının iptal edildiğini haber verme inceliğini gösterdi. Düş kırıklığı içinde, şimdi ne yapsam diye düşünerek pencereden dışarısını seyrediyordum. Çirkinlikleri örten bembeyaz kar, dalları üzerinde kar biriken ağaçların görüntüsü, neş’e içinde kartopu oynayan çocuklar, kayıp düşmemek için yavaş ve korkarak yürüyen yaşlılara bakarken daldım ve yıllar önce yine böyle karlı bir İstanbul kışında yaşadıklarımı anımsadım.

1986 kışı mıydı, yoksa 1987 mi? O yıl kar aniden bastırmış, valilik ve belediye hazırlıksız yakalanmış, İstanbul’da hayat ilk bir kaç gün tam anlamıyla felç olmuş, kar bir iki ay yerden kalkmamıştı. Ama ben havayı umursamıyordum. Durmadan masraf çıkaran Murat 131’imi satmış, Okyanus mavisi yeni bir Renault Station almıştım. Hiç bir arabamı onun kadar sevmemiştim. Plakası halâ aklımda: 34 F 5981. Önden çekişli olduğundan kar, buz vız geliyordu. Karda araba kullanmaya bayılıyordum. İşten çıkınca eve en uzun yoldan gidiyor, bazen bir saat, sadece araba kullanmanın keyfini yaşamak için amaçsızca dolaşıyordum. Nasıl olsa evde bekleyen biri yoktu. İki yıl kadar önce ayrılmış, bir yıl kadar önce de resmen boşanmıştım.

Bir iş için o sabah muhasebe servisine girdiğimde donup kalmıştım. Muhasebe servisinin şefi Burhan önüne bir muavin defter açmış, uzun siyah saçlı, esmer güzeli bir kıza bir şeyler anlatıyordu. O gün işe yeni başlayan bu kızın güzelliği karşısında çarpılan yalnız ben değildim. Muhasebe müdürünün odasına doğru yürürken diğer elemanlara baktım, bütün erkek elemanlar kimi aval aval, kimi yan gözle onu izliyor, hepsi çalışıyormuş gibi yapıyordu. Hanımlar da durumun farkındaydı ve erkeklerin bu haline gülüyorlardı.

Elimi çabuk tutmalıydım, şirkette bir sürü yamyam vardı. Onlardan birine kapılacak olursa bu kızcağıza yazık olurdu. Hemen sağlam bir strateji geliştirmem gerekiyordu. Bunun için de önce sağlam bir istihbarat yapmam gerekiyordu. Muhasebe müdürüne bu yeni elemanın kim olduğunu sordum. Adı Aysel’miş, yüksek okulu bitirmiş, beş yıllık iş tecrübesi varmış. O sırada telefonu çaldı ve galiba bir banka müdürü ile hararetli bir konuşmaya daldı. Fırsattan yararlanarak uzandım ve üzerinde “İş Başvuruları” yazan klasörünü aldım. Aysel’in doldurmuş olduğu başvuru formunu bulup inceledim. Benden on yaş küçüktü. Olsun. Annem de babamdan 15 yaş küçüktü. Medeni hali bölümüne “boşanmış” yazdığını gördüm. Buna çok sevindim. Join the club. O da ne? Adresini Beyaz Villa Sokak, Çiğdem Apartmanı No.42 Daire 19, Kartal olarak vermiş. Anadolu yakasına servis yoktu. Bu kızcağız nasıl gelip gidecekti? Kararımı hemen orada verdim. Stratejimi belirlemiştim. Muhasebe müdürünün telefon görüşmesi halâ devam ediyordu. “Sonra konuşuruz” deyip çıktım. Muhasebe şefiyle çalışan Aysel’e gidip “Merhaba. İşe bugün başladınız galiba. Başarılar dilerim. Ben Erdal. İhracattan sorumlu genel müdür yardımcısıyım” dedim. Hafifçe gülümseyerek “memnun oldum, Aysel Özpınar” dedi. “Ne güzel isminiz varmış” dedim. “Görüşürüz. İyi çalışmalar.”

Akşam mesai saati bitimine doğru girişte hazırdım ve çok iyi bir zamanlamayla ve tesadüfen aynı dakikada çıkmışız gibi yaparak Aysel’e yaklaştım ve “İyi akşamlar. Umarım eviniz yakınlardadır” dedim. “Ne yazık ki hayır, ta Kartal’da oturuyorum” dedi. “Ya, şu işe bakın, ben de Pendik’te oturuyorum. Sizi götürebilirim” dedim. O sırada yanımızdan geçen dokümantasyon servisinden Hüseyin “Erdal Bey siz Yeşilköy’de oturmuyor muydunuz?” diye münasebetsiz bir soru sordu. Kan beynime fışkırdı tabii. O sinirle “Haberin yok mu? Pendik’e taşınalı altı ay oluyor” demekten başka bir şey aklıma gelmedi. Aysel de Hüseyin de buna pek inanmış gibi gözükmediler ve sorgulayan gözlerle baktılar. Şişli’de çalışan birinin Yeşilköy’deki evini bırakıp Pendik’e taşınması onlara pek inandırıcı gelmemişti. “Bunun kirası daha ucuz” dedim. Hüseyin bir münasebetsizlik daha yaptı: “Yeşilköy’deki ev kendi eviniz değil miydi?” deyince çocuğa öyle ters baktım ki “iyi akşamlar” deyip oradan kayboldu. .

Böylece Aysel’le sabah akşam yolculuk ve sohbetlerimiz başladı. Mecidiyeköy - Kartal 25 kilometre, dönüşte Kartal - Yeşilköy 50 kilometreydi. Toplam 75 kilometre. Sabahları çok erken kalkmak gerekiyordu, köprü trafiği ters yönde akmasına rağmen Yeşilköy – Kartal arasını bir saatte ancak alabiliyordum. Arabanın bütün ayarları mükemmeldi. Kullanmak büyük bir keyif veriyordu. Pendik’ten geliyormuş gibi yapıp Kartal’dan Aysel’i alıp saat dokuzda Mecidiyeköy’de olmamız gerekiyordu. Her gün yapmaya başladığım 150 kilometre yolun sadece 50 kilometresi Aysel’le geçiyordu ama buna değerdi. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Ayten şiirindeki ruh hali nasılsa, ben de Aysel’i düşündüğümde aynı durumda oluyordum.

Aysel’le konuşup birbirimizi tanıdıkça arkadaşlığımız yavaş yavaş ilerledi. Aysel Keşan’da geniş arazileri olan bir çiftçi ailesinin kızıymış. Aslen Bulgaristanlıymışlar, Balkan savaşları sırasında Türkiye’ye göç etmişler, devlet onları Keşan’a yerleştirmiş. “Şu işe bak” dedim, “seninle hemşeri sayılırız, benim ailem de Rumelili. Üsküp’ün bir kasabasından gelmişler”. Aysel’e dedemden ve anne annemden dinlediğim memleket hikâyelerini anlattım. Büyük bir bağımız ve tütün ektiğimiz bir tarlamız varmış. Dedem aynı zamanda kasabanın nalbantıymış. Çalışkan ve dürüst insanlarmış. Boş zamanlarında atla civar köyleri dolaşıp seyyar nalbantlık yaparlarmış. Dedem sadece Türkler tarafından değil Bulgar, Sırp, Arnavut köylerinde de çok sevilen biriymiş. Kasabalarında bir de Yahudi mahallesi varmış. Bulgarların Büyük Bulgaristan emeline kapılmalarına kadar herkes huzur içinde yaşamış. Babamın babası Üsküp’deki mevlevihaneye, annemin babası ise Bektaşi tekkesine gidermiş. Son derece hoşgörülü, bilge kişilerdi. Eğitim kalitesi daha iyi olduğu için dedem babamı Sırp ilkokuluna göndermiş.

Aysel de kendi ailesinin büyüklerinden dinlediği anılarını anlattı. Sonra “Safiye Erol” diye bir yazar duydunuz mu?” diye sordu. Balkan göçmeni Keşan’lı bir ailenin kızıymış. Sanırım 1907 doğumluymuş. Almanya’ya okumaya gönderilmiş ve orada mimarlık eğitimi almış olan ve pek tanınmayan, muhafazakâr ama gerçek bir entellektüelmiş. 1930’lu yıllarda birkaç eser vermiş. Bunlardan “Ciğerdelen” isimli olanı Osmanlı döneminde Rumeli’de geçen tarihi bir romanmış ve ilginç bir aşk öyküsü anlatılıyormuş. Okumak istersem verebileceğini söyledi. Arabada bekledim, evine çıkıp kitabı getirdi.

Kitabı getirmesini beklerken içimi bir korku kapladı.. Nerden çıkmıştı şimdi bu kitap işi. Güzel olması, hatta sadece gözlerinin güzelliği benim için yeterliydi, fazla kültürlü, benden daha akıllı bir kadın istemiyordum ki ben. Bir kadınla entellektüel tartışmalara girmek aşkı öldürebilirdi. Tehlikeli sulara giriyor, farklı bir boyuta geçiyorduk galiba.

Safiye Erol’un Ciğerdelen kitabını getirdi. Teşekkür edip aldım. Eve gelir gelmez okumaya başladım. Ağır bir kitaptı, dili biraz eskiydi, 1930’larda yaşayan Rumeli kökenli biri erkek diğeri kadın iki kahraman tartışıyor, Batı ve Doğu kültürlerinin dünyayı ve evreni kavrayışları konusunda ilginç felsefi tartışmalara giriyor, iki kültürü karşılaştırıyorlar ve doğu kültürünün üstünlüğüne kesinlikle inanıyorlardı. Kitaptaki kadın kahraman ailesinin tarihini yazdığından roman içinde ayrı bir öykü anlatılıyordu ve bu aşk öyküsünün kadın kahramanı inanılır gibi değildi. Bana anneannemi hatırlatmış, onun dedeme duyduğu sevgi ve bağlılıği daha iyi anlamıştım. İlk kez düşüncelerini hiç benimsemediğim bir yazarın kitabını zorluğuna rağmen ilgiyle okumuş ve romanı beğenmiştim. .

Aysel’e her geçen gün biraz daha tutuluyordum. Her şey ancak bu kadar mükemmel olabilirdi. Mutluluktan uçuyor, Aysel’i elimden kaçırmamak gerektiğini düşünüyordum ve ona evlenme teklif etmeyi bile düşünmeye başlamıştım.

Bir süre sonra başarısızlıkla sonuçlanan evliliklerimizi konuşmaya başladık. Aysel üniversitede sınıf arkadaşı olan Rıdvan adında birini sevmiş. Rıdvan doğulu bir gençmiş. Kürt asıllı bir alevi idi demişti. Malatyalı mı yoksa Tuncelili mi demişti, şimdi anımsamıyorum. Yakışıklı, uzun boylu olduğunu söyledi. Defter, kitap taşımazmış. Aysel’in yardımıyla, kopya çekerek veya hocalara yalvararak not koparmak suretiyle güç bela okulu bitirmiş. Ailelerine evleneceklerini haber vermek için önce Keşan’a gitmişler. Aysel’in babası Rıdvan’ın bir Kürt, bir alevi ve üstelik çulsuzun biri olduğunu söyleyerek kendisini bütün Keşan’a rezil etmesine izin vermeyeceğini, eğer evlenmeye kalkacak olursa evlatlıktan reddedeceğini söylemiş. Aysel çok ağlamış. Annesi çok ağlamış. Babası da akşamları içtiği rakı miktarını kederinden iki katına çıkarmış.

Aysel kararlıymış. Hemen Keşan’dan ayrılmışlar ve Rıdvan’ın annesinin yaşadığı köye gitmişler. Rıdvan’ın babası beş yıl önce ölmüş. Üçü kız, dokuz çocuk doğurmuş olan annesi hiç Türkçe bilmiyormuş. Aysel kayınvalidesi ile iletişim kurabilmek için bir kaç kelime Kürtçe öğrenmiş. Süt sağmayı, ekmek pişirmeyi öğrenmiş. Çeşmeden kovayla su taşımış. Bahçede çapa sallamış. Aysel Rıdvan’ın kız kardeşleriyle birlikte ırgat gibi çalışırken Rıdvan Kuyucaklı Yusuf’u anımsatan bir şekilde, bir gölge bulur, sırtını ağacın gölgesine dayar, bir dal alır ve kibrit kadar kalıncaya kadar saatlerce çakısıyla yontar, kimseyle konuşmadan vakit öldürürmüş. Aysel köyde ve evde erkek çocukların hiç bir iş yapmadıklarını, her şeyi kızların yaptığını fark etmiş. Rıdvan’ın 13 yaşındaki en küçük erkek kardeşi bir gün Aysel’e “bana bir bardak su ver” deyince Aysel dayanamayıp “kıçını kaldır da kendin al!” deyince Rıdvan’ın ailesindeki herkes hayret içinde ve kınayan gözlerle Aysel’e bakmış. Rıdvan’ın kız kardeşlerinden biri hemen kalkıp Aysel’in yerine küçük kardeşine su vermiş. Aysel erkeklerin bu tutumunun kabul edilemez olduğunu, değişmesi gerektiğini Rıdvan’a söylemiş ama Rıdvan oralı olmamış, bunun yüzyıllardır böyle gelip böyle gittiğini, üretim ilişkileri değişmeden hiç bir şeyin değişemeyeceğini söylemiş. İlk kavgalarını etmişler.

Aysel bu köy hayatından çabuk sıkılmış. Şehre dönmüşler. Aysel bir arkadaşının yardımıyla bir muhasebe bürosunda bir iş bulmuş. Rıdvan ise uzun süre iş bulamamış, büyük olasılıkla iş beğenmemiş, evi aylarca Aysel geçindirmiş. Rıdvan’ın sorumluluk duygusunda da biraz eksiklik varmış. “Evde oturup gazete kitap filan okusa neyse” demişti, sabah çıkarken onu kırmamak için “Rıdvan lütfen akşam bir ekmek alır mısın” diye biraz para bırakırmış ama herif kahveye gider, akşama kadar oyun oynar, gelirken ekmek almayı da unuturmuş. Sorumsuzluğun bu kadarı da olmazmış. Bu yetmiyormuş gibi bir keresinde tartışırlarken hiddete kapılarak Aysel’e vurmuş da. “Bana vurduğuna inanamadım. Hata ettiğimin farkına çok geç vardım” demişti. Boşanmakla çok iyi ettiğini söyledi. Rıdvan çok özür dilemiş ama Aysel affetmemiş.

Aysel’le arkadaşlığımız giderek ilerlemişti. Artık onu evine bırakmadan önce birlikte yemek yiyorduk. Karlı bir gecede, böyle bir yemekte kendisine neden yalan söylediğimi sordu.

-Ne yalanı?
-Sen Pendikte değil Yeşilköy’de oturuyorsun. Kaç haftadır beni almak için her sabah Yeşilköy’den Kartal’a geliyorsun. Akşam da beni bıraktıktan sonra Yeşilköy’e dönüyorsun.

-Peki. Nerden anladın?

-Nerden olacak, kilometre saatinden tabii.

“Bak Aysel” dedim. “Bu bir şey değil. ODTÜ’de bir sınıf arkadaşım vardı. Gümüşhaneli bir çocuktu. Veysel. Bebekteki Robert Kolej ve Arnavutköy’deki Amerikan Kız Koleji o yıllarda daha birleştirilmemişti. Yılda bir kaç kez öğretmenlerin gözetiminde danslı partiler düzenlenirdi. Bülent Ecevitle Rahşan Hanımın da yüz yıl kadar önce tanıştığı danslı partilerden. Veysel de Bülent Ecevit gibi bir Rahşan’a tutulmuş. 1969’da ODTÜ’de birinci sınıfta okurken Veysel’in kız arkadaşı lise son sınıftaydı. Veysel bir yıl boyunca kar kış demedi, Bolu dağında yol kapanabilirmiş, mahsur kalabilirmişiz demedi. Her hafta Cuma günü öğle saatlerinde otobüse atlar, İstanbul’a gider, kız arkadaşını alır, gece otobüsüyle Ankara’ya döner ve Veysel’in Aşağı Ayrancı’daki evinde kalırlardı. Pazar günü yine öğle saatlerinde birlikte İstanbul’a dönerler, Veysel kız arkadaşını Arnavutköy’e okuluna bırakır ve gece otobüsüyle Ankara’ya dönerdi. O yıllarda 20 milyona gidiliyordu. Veysel bir yıl süreyle bunu bir hafta bile aksatmadı. Bazen ona takılırdık, tatlı tatlı gülümserdi. Gülümsemesinden sevgi akardı. Ertesi yıl kız arkadaşı da ODTÜ’ye geldi. İkinci sınıfta evlendiler. “Divanelerin hemdemi divane gerektir” demişler. Divane olmayan anlayamaz.

Düşündü. “Haydi. Hesabı öde. Senin evine gidelim” dedi.

Aysel’le mutluyduk sanıyorum. Benim için masal gibiydi. Anneannemin Rumeli yemeklerini yapardı. “Eline sağlık, ne güzel yapmışsın” derdim. “Ne iyisin. Her yaptığım yemeği beğeniyor, teşekkür ediyorsun. Rıdvan’dan ne bir iltifat, ne bir teşekkür sözü duydum” derdi. Eve gelirken durur, gül, karanfil, glayöl veya mimoza alırdım. “Ne iyisin, Rıdvan bir kere bile bana çiçek almadı” derdi. “Aysel’ciğim tuzluğu uzatır mısın?” derdim, “Ne iyisin, uygar biri gibi istiyorsun. Rıdvan hep emir kipiyle konuşur” derdi. Ben de “Yeter, unut şu Rıdvan’ı artık” derdim.

Bir gün kapı çaldı. Gidip açtım. Kapıda genç bir adam duruyordu. “Aysel burada mı?” diye sordu. “Siz kimsiniz?” diye sordum. “Rıdvan” dedi. Aysel merak edip arkamdan gelmişti. Rıdvan’ı görünce elindeki tabağı düşürdü. Rıdvan sanki ben orada yokmuşum gibi “Seni almaya geldim Aysel” dedi. “İş buldum. Çalışıyorum. Ankara’da. Lütfen bana dön.”

Aysel tereddütsüz, yüzüme bakmaktan çekinerek, hiç bir şey söylemeden kabanını giydi, çantasını aldı, çıkıp gitti. Gitme demedim. Kapıyı yavaşça kapadım.

Bir kadeh aldım, içine iki parça buz atıp bir parmak viski koydum. İlk kez terkedilmiyordum. Kadınları kim anlayabilmiş ki ben anlayayım. Viskimi bitirdim, anahtarlarımı aldım, çıkıp Renault Station’ıma atladım. Kontağı çevirdim. Soğuğa rağmen ilk basışımda çalıştı. Bir dakika kadar motorun ısınmasını bekledim. Vantilatör kayışının dönüşünü, motor yağının yavaşça ısınmasını, benzinin depodan çıkıp hortumlardan geçerek benzin filtresine, oradan da karbüratöre gelişini, hava benzin karışımının püskürüşünü, bujilerden çıkan kıvılcımları, pistonların hareketini gözümde canlandırdım. Saat gibi çalışıyordu. Hareket ettim. Çarşıdan geçerken Rıdvan’la Aysel soğukta birbirlerine sarılmış, durakta halâ otobüs beklediklerini gördüm. Başımı çevirmeden önlerinden geçtim. İçimden mutlu olmalarını diledim. Yol boştu, bastırdım, Kumburgaz’a kadar gidip geldim. Daha iyi bir terapi olamazdı.

ERDAL YÜZAK