Pazar, Şubat 27, 2005

MAVİ ÇANAK



Merdivenin sahanlığını geçip kapının önüne ulaştığım anda başıma neler geleceğini anlamıştım. Neredeyse gözle görülebilir bir koku kıvrılarak daire kapısının altından dışarı sızıyordu. Elim alışkanlıkla göğsüme gitti, bir an nefesimi tutup başlayacak mı diye
bekledim. Ve evet, önce o hafif tanıdık karıncalanma, hemen arkasından da dayanılmaz bir kaşınma duygusu...

Kapı daha ben dokunmadan açıldı. Zerrin bir elinde bir boya rulosu, öbüründe –elbette- sigarası, yüzünde kendinden alabildiğine hoşnut bir anlatım, kapının önünde dikiliyordu. “Cinayet aletini elinden bırakabilirsin” dedim. “Az sonra ölümü bulduklarında seni alıp götürmesinler”. Gözümün içine dimdik bakarken, insanlık tarihinin en hain gülümseyişini dudaklarına iliştirdi ve içeri doğru seslendi: “Nurgül, az bakar mısın? Eski kocan gelmiş”.

Bu kadından ilk gördüğüm günden beri nefret ediyordum. Karımın –yoksa ben de şimdiden eski karım mı demeliyim- en yakın arkadaşı Zerrin...Bela Zerrin, ‘eğri kıl’...İmar Bakanlığı’nda onu böyle çağırdıklarını Nurgül’den duymuştum. İkisi de mimardı. Beş yıl okulda, ondört yıl da işte beraber. Buna bir de Nurgül evlenene kadar birlikte oturduklarını eklersek, bu iki kadın .. Birden beynimdeki “Nurgül evlenene kadar” cümlesini yakaladım.
O, hani bir süre sonra kemikleşen ‘biz’duygusu demek ki böyle ufalanıyor.

“Bugün döneceğini hiç beklemiyorduk”. Konuşan Nurgül’dü. Göğsümün ortasına sivri bir sızı saplandı. Tanrım, ne kadar yabancı bir ses bu, buz gibi. ‘Beklemiyorduk’ demek de neyin nesi? Bela Zerrin daha ben ayrılmadan mı evime yerleşti? Sımsıkı tuttuğum çantamı yere bırakıp, gömleğimin üst düğmesini açtım. Az önceki sızı yukarı, boğazıma doğru yükseliyordu. Kaşıntı dayanılmaz hal almıştı. “Hafta sonunda döneceğimi söylemiştim” dedim. “Asıl ben senin yürüyüşte olacağını sanıyordum. Ya boyanın acelesi? Taşınmamı bekleyemediniz mi” Bu kez ben de bilerek çoğul kullanmıştım. Mutfağın kapısında kımıltısız durmuş yüzüme bakıyordu. Yanıt vermedi.

Ne çok severdim sessizliğini. Ben konuşurken suskun dinlerdin. Çoğu kez çamurlarınla uğraşıyor olurdun. Beni dinleyip dinlemediğini tam olarak bilemezdim aslında. Bunu önemsemezdim de. Seni görmek, ne yaptığını çok iyi bilen parmaklarının devinimini izlemek bana mutluluk verirdi. Sana öykülerimi anlatırdım. Yazdıklarımı, senin için yazacaklarımı, en güzellerini...

Nurgül’le tanıştığımızda karımdan ayrılalı sekiz ay olmuştu. Yeni bir ilişki, hele de benden epeyce küçük biriyle bir serüven, hiç kuşkusuz aklımdan geçecek en son şeydi. O gün zaman öldürmek, biraz da ısınmak için bir dostumun sanat galerisine girmiştim. Alışılmış resim sergilerinden biri yerine bir seramik sergisi vardı. Mavinin ve yeşilin en görülmemiş, en çarpıcı tonlarında incecik dokulu, şaşırtıcı görünüşlü çanaklar.... Kapının tam karşısına gelen yüksek masanın üzerinde ise hepsinden farklı kocaman karınlı, şeffaf, derinsu mavisi bir tane. Küçük bir hamburgerden daha küçük dibinin üzerinde inanılmaz bir denge ve güven içinde duran bir tane. Yanına yaklaşmak için birkaç adım attığımda duvarın dibinde daha
önce ayırdına varmadığım bir gölge görmüştüm.

Büyülenmişçesine kımıltısız durmuş çanağa bakıyordun. Öne doğru uzattığın ellerin dokunmak ister gibiydi. Tanrım, gözlerin.. Gözlerin onunla aynı renkti. Hanginizin daha güzel olduğuna karar vermek olanaksızdı. O gün, o akşamüstü galeride, o derinsu mavisi çanağı ve seni çok uzun yıllardan beri tanıdığımı duyumsadım. Dahası, çok uzun yıllar boyunca ikinizle birlikte olabileceğimi, bunun için herşeyi yapabileceğimi de.

Galeriden birlikte çıkmıştık. Saatlerce yürümüştük. Sanki bunu hep yaparmış gibi rahat, yakın ve tanıdık. Ertesi gün galeri açılırken kapıya dayanmıştım. Fiyatı üç maaşım olan bir nesneyi satınalıp, yeni tanıştığım bir genç kıza vereceğimi duyan dostum beni caydırmak için elinden geleni yapmıştı. Ne şaşkınlığım kalmıştı ne salaklığım. Kararımın kesin olduğunu anlayınca da –canım dostum, romantik Ali- galeri payını almadan ve sergi sonunu beklemeden çanağı kucağıma verip beni sana göndermişti. Gidiş o gidiş.. İki ay sonra evlenmiştik. Mavi çanağın bizi sonsuza kadar birleştirdiğinden emindim.

Salona girdim. Gözlerim alışkanlıkla şöminenin yanındaki köşede duran sehpayı aradı. Sehpanın üzeri boştu... Nefesimi tutup “nerede “diye sordum Nurgül’e. “Ne yaptın ona? Güzelim (derinsu mavisi) gözlerini gözlerimin ta içine dikip son derece sakin bir sesle” Zerrin ondan hiç hoşlanmıyordu” dedi. “Dün galeriye götürdük. Onun yerine Vedat’ın işlerinden birini alacağız”.

Bazan, birseyin bittiğini anlamamakta diretir insan. Herşey bitişi göstermektedir, ama gözünü sımsıkı kapatırsan bitmeyecekmiş sanırsın hani. Sonra birgün birşey, ne bileyim, başucu kitabının bir cümlesi/ lavantacı kadının kahkahası/ en yakın dostunun endişeli bakışı/ ya da uykuya dalmadan önceki o bulanık tedirginlik anı... işte öyle birşey, sıyırıp atıverir bilincinin örtüsünü, pırıl pırıl görünür kılar herşeyi: Biten zaten bitmiştir, sana kalan bitmişliğin kabulüdür yalnızca...

Tek kelime söylemeden arkamı dönüp sokak kapısına yürüdüm. Açık havaya çıkınca derin bir nefes aldım. Yüreğimdeki sızı eskisi kadar acı vermiyor gibiydi.

NURGÜL ÖZGİRGİN