Perşembe, Şubat 24, 2005

HAKKI, NURGÜL VE ARKADAŞLARININ MAVİ YOLCULUK MACERASI

Adım Edip. Edip Kaptan derseniz Çeşme’de beni herkes tanır. Teknemi de tanırlar. Yirmi beş yıl uzun yol kaptanı olarak yolcu gemilerinde, şileplerde, tankerlerde çalıştım, dünyanın gitmediğim köşesi kalmadı diyebilirim. Bu meslek yüzünden hiç evlenmedim, buna pişman değilim. Boş zamanlarımı okuyarak geçiririm, yalnızlıktan şikâyetçi olmak bir yana, hoşuma bile gider.

Çocukluğumdan beri yelkenciliğe ilgi duyardım. Beş yıl önce emekli oldum. Dedemden kalan evi satıp elime geçen parayla Bodrum’da Arkun Usta’ya bu tekneyi yaptırdım ve Mahur adıyla vaftiz ettim. Lüks bir yat. Konfor olarak aklınıza gelebilecek her şey var. Telsiz, GPS aygıtı, navigasyon aletlerim, elektronik aletlerim, hepsi en yeni ve en gelişmiş modeldir. Yatta ikişer kişilik beş yolcu kamarası, benim tek kişilik kaptan kamaram ve yardımcım İlyas’ın küçük bir kamarası var.

Çeşme’ye yerleştim. Fransa’da yaşayan eski bir arkadaşım bana iyi bir acenta buldu. Bana Fransa’dan müşteri gönderiyorlar, onları bir veya iki haftalık mavi yolculuk gezilerine çıkarıyorum. Bir çok Türk müşterim de var tabii. Mesela Hakkı’ların grubu dört yıldan beri her yaz mavi yolculuğa benimle çıktı. Fakat bu yaz tatsız bir olay yaşadık. Önümüzdeki yıl tekrar mavi yolculuk yapmak isterler mi bilmiyorum. Belki de gruplarında bazı kişiler değişir.

Hakkı’ların grubu bir kaç eski okul arkadaşıyla bazılarının iş arkadaşlarından oluşuyor. Hepsi iyi eğitim görmüş, iyi para kazanan, başarılı profesyoneller. Görgülü, kültürlü, efendi çocuklar. Arkeolojiye meraklılar. Bazen yakınlardaki ören yerlerini görmek istediklerini söylerler, koya demir atar dönmelerini beklerim. Fena da olmaz, onları beklerken kitabımı okurum. Akşam üzeri döndüklerinde yüzerler, sonra yemekte gece yarısına kadar arkeoloji konuşurlar. Ne kadar bilgili olduklarına inanamazsınız. Sunaklar, kral mezarları, sütun başlıkları tartışmalarından başım döner. Dinleseniz hepsini profesyonel arkeolog sanırsınız. Olayı anlatmadan önce size biraz bu gruptan az birkaç kişiyi tanıtmam gerekiyor.

Nurgül’den başlayalım. Mimar. Çalışkan, özgüveni tam, atletik yapılı, ketum, elleri ve kafası bir saniye bile boş durmayan, sürekli bir şeyler üretmeden duramayan hareketli bir kadın. En büyük hobisi seramikmiş. Bu yaz geziye geldiğinde özel olarak yaptığı seramik bir tabağı bana hediye etti. Üstte “Edip Kaptan” yazısı, onun altında Mahur’un resmi ve resmin altında da “Mahur-Çeşme” yazısı var. İnce düşünceli bir kadın. Hayatımda hiç kimse bana böyle bir hediye vermemişti, bu yüzden benim için çok değerli. Onu kaptan mahallinin en iyi yerine kırılmayacak bir şekilde monte etim.

Nurgül çok akıllı olduğu gibi sportmendir de. Yüzünden gençlik ve sağlık akar. Gençliğinde atletizm yapmış, şimdi de düzenli olarak dağcılık, trekking ve kayak yapıyormuş. Dalış takımlarını da getirmişti, her gün daldı, büyük balıklar vurdu. Nurgül hem mükemmelliyetçi hem de aşırı özgürlük düşkünü. Erkek arkadaşı Barış’ın bir akşam 15 yıldır birlikte olduklarını, Nurgül’e halâ ilk günkü gibi aşık olduğunu anlatmasına istemeyerek kulak misafiri oldum. Barış evlenmek istiyormuş ama Nurgül “ben özgürlüğümden asla taviz vermem” diyerek evlenme tekliflerini reddediyormuş. Bu yüzden halâ ayrı evlerde yaşıyorlarmış.

Nurgül’ün en yakın arkadaşı Zerrin de güzel, neşeli bir kadındır. Şakalarıyla herkesi güldürür. Nurgül ne kadar ketumsa Zerrin o kadar açık sözlüdür. Nurgül çok düşünen az konuşan biriyken Zerrin tam tersine çenesini tutamayan bir gevezedir. Yolculuğun son günlerinde yaşadığımız tatsızlığa da onun gevezeliği yol açtı.

Hakkı ellisini biraz aşmıştır ama en çok kırk yaşında gösterir. O kendisini daha da genç hissettiğini söyler. Kız arkadaşı bir kaç hafta önce kendisini terk ettiği için geziye Güray isimli bir arkadaşıyla geldi. Kalbinin oldukça kırık olduğunu söylediler ama bana travmayı atlatmış gibi görünüyordu. İçi-dışı bir, aklından geçeni söyleyen, samimi, herkesle kolay arkadaşlık kurabilen, iyi niyetli, konuşkan, şakacı, çevresine neş’e saçan bir çocuktur. Makinelerde meydana gelen bir arızayı onarmak için şaftı sökmem gerektiğinde arkadaşlarıyla denize girmeyip nasıl onardığımı seyretmiş, bana yardım etmişti. Herkese her konuda yardımcı olmaya çalışmaktan da ayrı bir mutluluk duyduğunu fark etmiştim.

Hakkı iyi bir denizci olabilirmiş, çünkü korkusuz bir çocuktur. Geçen yıl bir gece seyri sırasında Kalkan açıklarında aniden patlayan korkunç bir fırtınaya yakalanmıştık. Beş metrelik dalgalar tekneyi fındık kabuğu gibi sallıyordu. Gök gürüldüyor, sanki kulaklarımızın dibinde yarılıyordu. Yarım mil kadar geride pruva nizamında Mahurdan biraz büyük bir yatın direğine yıldırım düştüğünü gördüm. Herkesin beti benzi atmışken yalnız Hakkı paniğe kapılmamış, herkesin can yeleklerini giymesine ve kamaralarına inmelerine yardımcı olmuş, sonra da gelip bana yardımcı olmuştu.

Her neyse, anlatacağım olayın meydana geldiği gün hava çok sakin, deniz çarşaf gibiydi. Güneş kızgındı. Knidos’la Datça arasındaki küçük koylardan birine demirlemiştik. Koyda bizden başka tekne, sahildeki kumsalda bizimkilerden başka kimse yoktu. Hakkı’nın arkadaşlarından birkaçı kumsalda yürüyor, birkaçı yüzüyordu. Ben de tentenin altında kitabıma dalmıştım. Bu yaz ilk kez onlarla mavi yolcuğa katılan Ayşe adında genç bir kız güvertede güneşleniyordu. Onu hakkında bir şey söyleyecek kadar tanımıyorum.

Hakkı kamarasından çıkıp yanımdaki şezlonga uzandı. Elinde bir bloknot ve kalem vardı. Uzun uzun bir şeyler yazdı, sonra olmadı deyip hepsini karaladı. Kafasını kaşıdı, karnını kaşıdı, kulağını, çenesini kaşıdı.

“Neyin var, güneş alerjisi olmasın Hakkı?” diye sordum.

“Hayır Edip Kaptan” dedi. “Bizim bir edebiyat klübümüz var. Birlikte kararlaştırdığımız öyküleri, romanları okuyor, sonra da tartışıyoruz. Sen de çok okuyorsun. Keşke sen de bizim toplantılara katılabilsen. Şimdi de öykü atölyesi için bir öykü yazmaya çalışıyorum ama olmuyor” dedi.

“Konusu ne?” diye sordum.

“Hep yanlış anlaşılan bir adamı yazmam gerekiyor ama bir türlü aklıma güzel bir fikir gelmiyor.” dedi.

Ben hayatta tesadüflerin rolünün çok sınırlı olduğuna inanırım. Paul Auster okurken de onun tesadüflere bu kadar önem atfetmesine kızmıştım. Ama bu basit bir rastlantı olabilir miydi? Çünkü Hakkı’nın kısa süre sonra yaşayacağı kâbus işte tam o anda başladı. Ben Hakkı için konu düşünürken aşağıda güvertede güneşlenmekte olan Ayşe “Of! Güneş yağım bitmiş. Hakkı’cığım, güneş yağın var mı?” diye seslendi. Hakkı “var” dedi ve koruyucu kremini alıp Ayşe’nin yanına gitti, bütün yardımseverliğiyle Ayşe’nin omuzlarına ve sırtına koruyucu krem sürmeye başladı. Doğrusunu isterseniz “acaba Ayşe Hakkı’yı baştan çıkarmaya mı çalışıyor” diye aklımdan geçmedi değil, ama üzerinde durmadım, Ayşe ve Hakkı gülüşerek konuşuyorlardı, yine okuduğum kitaba daldım.

Ertesi gün bir başka koyda herkes sahile çıkmış güneşleniyor, yüzüyordu. Hakkı ve Güray yanıma kaptan mahalline gelmişti, havadan sudan konuşuyorduk. Güray’ı tek kelimeyle tanımlamam gerekseydi “kinik” derdim. Söylenen her şeyi şüpheyle, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle karşılayan, her şeyi kendisinin daha iyi bildiğine inanan biriydi. Her neyse, bir ara Hakkı dürbünü alıp sahile baktı ve “acaba kızlar sahilde heyecanlı heyecanlı ne konuşuyorlar öyle?” diye sordu, “en çok da Ayşe konuşuyor, neler anlatıyor acaba?”
Güray o tarafa baktı ve “Hakkı abi, sana söyleyecektim ama çekindim. Ne konuştuklarını tahmin edebiliyorum. Benden duymuş olma ama Zerrin söyledi. Sen çok ayıp etmişsin. Sen dün Ayşe’ye cinsel tacizde bulunmuşsun” dedi.

Hayretle Güray’a baktım. Hakkı anlamadı. “Ne cinsel tacizi? Ne diyorsun sen?”

Güray “abi, kusura bakma, bak burada hepimiz arkadaşız. Sen yanlış yapmışsın. Bence de Ayşe haklı. Senden koruyucu krem istemiş ama sırtına sürmeni, omuzunu okşamanı, kendisine dokunmanı istememiş ki!” dedi.

Hakkı “ben sürmesem kendi sırtına nasıl krem sürecekmiş? Hem ben ona krem sürerken hiç itiraz etmedi, ‘sürme!’, ‘dokunma!’ filan da demedi, sadece güldü. Ona sırnaşmak aklımın köşesinden bile geçmedi! Gülüşüp şakalaştık. Bunu nasıl söyler! Bu ne utanmazlık!” diyerek isyan etti. Söyledikleri aslında bana da mantıklı geldi. Ayşe’nin Hakkı’yı tacizle suçlamasına, arkasından bu şekilde konuşmasına şaşırdım.

Hakkı “Ayşe ile hemen konuşacağım” dedi. Denize atlayarak sahile yüzdü. Hakkı gruba yaklaşır yaklaşmaz herkesin sustuğunu gördüm. Hakkı’nın ne yapacağını merak ediyordum. Biraz sonra Ayşe’ye bir şeyler söylediğini, ardından ikisinin gruptan uzaklaşıp biraz ilerde hararetli bir tartışmaya giriştiklerini gördüm. Sonra Ayşe el kol hareketleriyle bir şeyler söyleyerek Hakkı’nın yanından ayrıldı ve grubun yanına döndü. Hakkı arkasından biraz baktı, sonra yüzerek tekneye geldi. Merdivenleri tırmandı ve bir sigara yakıp derin bir nefes çekti. Sinirden elleri titriyordu. Sonra bir bardak alıp rakı doldurdu ve yanıma geldi. “Kafam çok bozuk Edip Kaptan. İnanamıyorum! Ayşe ‘evet, senin yaptığına cinsel taciz denir’ diye iddia ediyor. Sen de gördün. Hayatımda yanlış anlaşıldığım çok olmuştur ama böylesi ilk kez başıma geliyor. Bana bir akıl ver, ne yapmalıyım?” diye sordu.

“Yapacak bir şey yok Hakkı’cığım, arkadaşlarının bazıları sana inanacaktır, bazıları Ayşe’ye. Yanlış anlaşılan adam öyküsü için konu arıyordun, al işte konu çıktı! Otur bunun öyküsünü yaz” dedim.

Bana kızdı, “ben senden yardım istiyorum sense benimle alay ediyorsun” dedi.

“Alay etmiyorum Hakkı’cığım, boş yere kendini üzme” dedim. “Ben olayı gördüm. Senin yardım amacıyla hareket ettiğine inanıyorum. Ama tensel temas son derece hassas bir konu. Kişiler bunu farklı algılayabilir. Belki Ayşe başka şeyler vehmetmiştir veya onda başka türlü bir duyu yaratmış olabilir. Ayşe’yi suçlama, o da kendine göre haklı olabilir” dedim.

Yine kızdı. “Bana bunu nasıl söylersin? Yalan söylüyor. Herkesi kendine inandırdı. Güray dahil hepsi beni bir cinsel tacizci olarak görüyor. Ayşe’nin arkamdan böyle konuşmasını, Zerrin’in de dedikodu yapmasını ve onu desteklemesini affedemem dedi.”

Üstüme vazife olmamakla birlikte Hakkı’yı teselli etmeye, mantıklı olmasını sağlamaya çalıştım. “Bak Hakkı’cığım dedim, cinsel tacizin tanımını yapmak kolay değil. Bırak dokunmayı bir söz bile cinsel taciz olarak algılanabilir. Geçen kış Fransa’da acentalığımı yapan arkadaşımla bir turizm şirketini ziyarete gitmiştik. Görüşeceğimiz kişinin sekreteri süper kısa, daracık bir mini etek giymiş hoş bir çıtırdı. Arkadaşım ona “ne güzel bacakların varmış Nikol” gibisinden bir şeyler söyledi. Kız da güldü, bunu iltifat olarak kabul etti. Aynı sözleri Nikol’e ben söyleseydim, veya arkadaşım farklı bir tavırla söylemiş olsaydı Nikol bunu cinsel taciz olararak algılayabilirdi. Türkiye’de sekreterlere bu tür iltifatlar pek yapılmaz, yapılırsa büyük olasılıkla cinsel taciz olarak algılanır. Belki Avrupa’da da, banka veya hukuk şirketi gibi ciddi, asık suratlı sektörlerde çalışan sekreterlere bu tür iltifatlar yapılmıyordur, bilmiyorum. Yabancı iş adamları bazen bizim sekreterlere bu tür iltifatlar yağdırır, bizimkilerin hoşuna gider, kikir kikir gülerler, ama sen aynı şeyi söylesen Hakkı bana cinsel tacizde bulunuyor diye şikâyet ederler. Bu da onun gibi bir şey işte, boş ver kafana takma.” dedim. Hakkı ise inatla kendisini savundu, Ayşe’yi iftiracılıkla, yalancılıkla, kötü niyetlilikle suçlamayı sürdürdü.

Hakkı arkadaşlarıyla konuşup derdini anlatmaya çalıştı. En yakın arkadaşı Güray’ı bile cinsel tacizde bulunmadığına inandıramadı. Herkes ona kınayan gözlerle baktı. Hakkı hepsine küstü. İçkisi alıp doğru benim yanıma geliyor, halâ bu olayı konuşuyordu. Ona, “başkalarının ne dediğinin, ne düşündüğünün hiç bir önemi yok, önemli olan senin ne düşündüğündür, kendi vicdanındır, gerisini boşver” dedim. “artık bu konuyu dinlemek istemiyorum, sen de bu olay yüzünden hayatı kendine zehir etme, gezinin keyfini çıkarmaya çalış” dedim. Ama gezinin sonuna kadar Hakkı’nın kırgınlığı geçmedi, neşesi yerine gelmedi.

Hakkı’nın durumu beni üzüyordu. Canım müzik setine Refik Fersan’ın Mahur Saz Semaisini koymak, sonra da bir büyük klüp rakısı açmak, bu efkârla bir güzel içmek istiyordu ama bunu yapamazdım, sorumluluklarımın bilincindeyim. Bu bir prensip meselesi. İlk kaptanım Cumhur Kaptan’dan öyle gördüm. Cumhur Kaptan gibi, karada olduğum zaman iyi içerim ama denizde olduğum sürece asla ağzıma içki koymam.

Nurgül ertesi sabah yapacak iş bulamamış olmalı, kaptan mahalline geldi. Mahur’un mimarisini eleştirdi. Sözünü kestim, “Bak Nurgül” dedim, “bu grupta en aklı başında kişi sensin. Mahur’un mimarisi ile uğraşacağına grubunuzda ortaya çıkan tatsızlığı çözümlemeye çalışsan daha iyi olmaz mı? Herkes bu konuda konuşup durdu, sen hiç ağzını açmadın.”

“Konuşmamın bir faydası olacağına inansam konuşurdum” dedi. “Hakkı da, diğerleri de meseleye değişik açılardan bakıyorlar, birbirlerini anlamaları mümkün değil” dedi.

“İyi ama ortada bir iddia ve suçlama var, bir de buna karşı yapılan savunma var. Bizler de ister istemez kendimizi yargıç yerine koyup onları dinliyoruz. Sonuçta bir karar vermek, Hakkı’yı aklamak ya da suçlu bulmak durumundayız” dedim.

“Bu durumda bir kişinin vereceği karar da, jüri olsa jürinin vereceği karar da anlamsız olacaktır, çünkü üzerinde önceden anlaşılmış, belirli bir kriter yok” dedi Nurgül.

“Bu durumda yargıçların işi çok zor” dedim.

“Evet. Ama Hakkı’nın işi daha da zor. Bu olayı daha ne kadar dert edecek, kırgınlığı ne zaman geçecek bilemem. Ayşe şimdiden unuttu bile. O zaman da fazla önemsememişti zaten. İşin mantıksal yönü böyle, ama bir kadın olarak bu olaya baktığımda ben ortaya çıkan durumdan memnunum. Çok iyi oldu, bu Hakkı’ya da, teknedeki bütün erkeklere de iyi bir ders olur umarım. Bundan sonra daha dikkatli olur, bir kadına dokunmadan önce ondan izin almayı unutmazlar” dedi.

İçimden “Nur içinde yat Can Yücel” dedim. Bilirsiniz, feministler ilk eylemlerine başlayıp isimlerini duyurduklarında Can Yücel’e ne düşündüğü sorulduğunda onlardan “Türk Karı Kuvvetleri” diye söz etmişti. Çok şükür, feministlerle işim yok. Ama aklıma takılmıyor değil, önce izin istemesine isteyelim de romantizm ne olacak? Her neyse, ben yaşlı bir kaptanım, bu artık gençlerin sorunu.