Perşembe, Şubat 17, 2005

DUVARDAKİ ÇOCUK

Kızının birinci doğum günü fotoğraflarını albüme tek tek yerleştirirken hikayeyi tamamlayan eski birkaç fotoğrafta olmalı idi düşündü Aysel. Zarfın içinde kalan geçmiş iki seneden de bir şeyler eklemeliydi buraya. Bir film yönetir edası ile soyundu bu ise ve çok geçmeden takıldı kaldı bir kareye. Evet sanırım buydu bu filmin en çarpıcı karesi, buydu bu masalın kalbi. Ne kızının bir fotoğrafı idi bu kare, ne de hala ilk günkü gibi aşık olduğu kocasının. Bu Rıdvan’a “ne iyi etmişimde aşık olmuşum” diye düşündüğü kocasının doğduğu büyüdüğü yaylanın fotoğrafı idi. Aşkın yeşili, aşkın mavisi ve aşkın her saniye değişen havası vardı o fotoğrafta. Bu kadar basit ama bir bu kadar da derin.. Bu fotoğraf, can kızının doğum günü albümünde olmalı idi kesinlikle. Çünkü kızının doğmasının hikayesi belki bu yaylalarda başlamıştı. Hatta kızını belki de Rıdvan dan önce tanımıştı belki de o Pazar sabahı.

Liseden arkadaşı olan Sibel’in küçük mutfağında kahvaltı ederlerken duvardaki resme ilişmişti Aysel’in gözü. Böyle bir mavi böyle bir yeşil olamaz demişti . Sibel ise olur diye ısrar etmiş ve ağabeyinin çektiği fotoğraflardan bahsetmişti. Resimde abisine ait idi zaten. Diğer duvarda duran at resimleri de onundu demek.

O yeşilin ve o mavinin diğer duvardaki koyu kahverengi at kadar gerçek ile aynı olduğuna Aysel inanamamıştı bir an ama başka bir şey vardı kafasını kurcalayan, yorumlayamadığı , yorumlasa da o an söze dökemeyeceği... Bir çocuk vardı sanki o resimde Bir çocuk. Koşan, yuvarlanan , yatan, ağlayan, gülen... Ama bulamadı kimdir bu çocuk. Sibel’in çocukluğu mu? Resmi yapanın; fotoğrafı çekip gerçek işte bu renkler diye ispatlayanın çocukluğu mu? Kimin çocukluğu ? Belki de büyük adam olmak için okuduğu sıralarda kaybettiğini düşündüğü kendi çocukluğu mu? Bir çocuğu olsaydı keşke, bu yaylalarda yapılan bir resme; çekilen bir fotoğrafa konu olsaydı yavrusu fena mı olurdu?
“Sibel?” dedi. “Sibel”
Duymuyordu Sibel. Mırıldanmıştı Aysel çünkü.
“Sibel ağabeyinin fotoğraflarını ne zaman görebilirim.?”
“Hemen” dedi Sibel çaydanlığı elinden bırakarak ve bir koşu gitti ve hemen elinde birkaç adet fotoğraf ile geri geldi. Ama niye birkaç adet diye düşündü Aysel. Neden bu kadar az? Ne idi beklediği ? O da bilmiyordu ya aslında. Aysel’e göre eksik olan fotoğraflarda da , o çocuk var mıydı acaba? “İsterdim görmeyi burayı” dedi. Yine mırıldanmıştı ve yine Sibel duymamıştı. “Gitsek ya bir hafta sonu seninle, Hatta .. Hatta hadi bu hafta sonu gidelim.” dedi. Bu sefer sesi olanca gücü ile çıktı. Sibel ona baktı şaşkınlıkla. Aysel işini nasıl bırakacaktı? Nasıl izin alacak ve onca yolu tepecek gelecekti köye. O kadar saat nasıl otobüste ayaklarını rahat ettirebilecekti. Tamam Aysel de köy evladı idi, bu yollar, bu yolculuklar onu yormaz aksine canlı tutardı ama koca İstanbul’un içine sıkışmış biri idi Aysel artık ve nasıl hemen bu hafta sonu demişti. “Gideriz tabi gideriz de sen nasıl ayarla..” daha lafını bitirmeden Aysel gözünü tekrar resme dikerek mırıldandı. “Hadi gidip bulalım o çocuğu”

Ve gerçekten aynı yeşil aynı mavi içinde buldu kendini birkaç hafta içinde. Düşündüğü kadar çabuk olamadı tabi İstanbul’un onu bırakması tatil için bile olsa. Sibel ile kalkıp gitmişlerdi onca yolu. Rıdvan nasıl da gerçek renkler kullanmış duvardaki resimde onu gördü Aysel. Ve Rıdvan! O da ne kadar gerçekmiş meğerse o yayla esintisinde .Koca İstanbul’un içinde sıkışmayan , kaybolmayan tek insandı Aysel’e göre. Saygı duydu. Ve belki de farkında olmadan sevgi de duydu. Unuttuğunu sandığı , adının “Aşk” olduğunu düşündüğü çarpıntıyı bile hissetti. Korku, heyecan, istek, isyan, çaresizlik, yeşil, mavi, ve ağaçların ardından ona gülümseyerek bakan belli belirsiz bir çocuk

Ya Rıdvan? Hiçbir zaman bir yabancıya gönlünü kaptırmayacağına dair anasına söz veren Rıdvan... Anası öldükten sonra Sibel’in “Gel ağabey bu şehre” lerine aldırmayan Rıdvan. İstanbul’a İstanbul’da kilere köyünü, yaylarını, nefes almayı hatırlatmaya yaptığı resimler, çektiği fotoğraflar ile devam eden Rıdvan...

Nasıl olacaktı? Nasıl bu yayla sadece kalpte beyinde yaşanacaktı. Ayakları çimen yerine parkelerde mi olacaktı? Bilemiyor bilemiyordu ama Aysel’i seviyor ve en azından bu sevgiye şans vermek istiyor idi.

Sonunda Rıdvan geldi İstanbul’a. Ve Aysel’in de duvarında gerçek bir yeşil, gerçek bir mavi oldu birkaç aya kadar. Onun da duvarında bir yayla esintisi vardı şimdi. Aslında hayalleri orada kıymaktı nikahlarını. Rıdvan söylemese de üzülmüştü bu hayalin gerçekleşmemesine. Ama olmamıştı işte. İstanbul onu da diğerlerinin yanına almış bir koşturmadır başlamıştı. Alışmak kolay değildi ukala şehre. Ama karşı da koyulamıyordu. Aysel ve Sibel kısa zamanda ona da öğrettiler gözler kapanınca yaylada koşabilmeyi. Çünkü burada sadece rüyalarda görür olmuştu Rıdvan gerçek renkleri, üşütmeyen esintileri.

Bugün harika bir kızları vardı. Sibel halasının mutfağında ki resimde koşan, yuvarlanan, içerden gelen birkaç eksik fotoğrafta gülen , ağlayan çocuk doğmuştu işte. Babası şimdi kızının resimlerini yapıyordu. Kızının fotoğraflarını çekiyordu. Aysel İstanbul’a daha tanıdık olmasından dolayı zorlanmazken çoğu zaman, Rıdvan şimdi yeşil mavi yerine pembe beyaz bir sevgi çiziyordu kendine kalan zamanlarda. İstanbul’dan uzak, parkenin üstüne attığı köyden getirdiği ana emeği, el nuru minder üstünde.

Aysel bir kez daha baktı elindeki fotoğrafa. O Pazar sabahı kızını görüp de yorumlayamadığı o yayla fotoğrafına baktı ıslak gözlerle. Sonra duvardaki resme çevirdi başını. Mırıldandı. Bu sefer de Rıdvan duymadı onun sesini. Yayla esintisi içinde bu ses diyordu ki: “İyi ki gidip onları bulmuşum.”

CANAN ERAYDIN