Çarşamba, Mart 09, 2005

GÜNEY UFUKLARI
Oğlum şimdi altı yaşında. Onun şimdi anlatacağım anımın benzeri küçücük de olsa bir anısı yok; görünüşe göre hiç de olamayacak. Bunu düşününce, ne yaptık bu dünyaya biz diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yüreğimin sancısı dinmek bilmiyor.

Ben oğlum kadar küçük bir çocukken, yani altı yedi yaşlarındayken, zamanımız okul olmadığı günlerde sabahın ilk ışıklarından, okul olduğu günlerde de paydostan sonra akşam karanlığına kadar evlerimizin çevrelerindeki uçsuz bucaksız bahçelerde geçerdi. Benden iki yaş büyük ağabeyim, ne yazık ki oğlumun bir kardeşi de yok, ve diğer çocuklarla, badem, dut, erik, şeftali, kayısı, armut, incir, elma ağaçları ile dolu, yediveren güller ve türlü çiçeklerle bezenmiş bahçelerde, biraz uzaklardaki yer fıstığı tarlalarında ve daha yakın çevremizde olduğu halde ekilip bakılmadığı için yabani ot, çeşit çeşit kır çiçekleri ve boyumuzu aşan papatyaların bürüdüğü birbirinden harçsız sıvasız taş örgü, yer yer yıkık ve bolca da geçit veren duvarlarla ayrılmış bahçelerde, bugünkü çocukların adlarını bile bilmediği oyunları özgürce oynardık.

Kışlar uzun sürmez güneyde. Ocak ayının sonlarına, bazen de en geç Şubat ayının ortalarına doğru bir sabah tüm çocuklar farklı bir coşkuyla uyandığımızda, bunun nedeni olarak kendini gösteren masmavi bir gökyüzü ve ılık ilkbahar rüzgarının bizi annelerimizin bağırış çağırışlarına aldırış etmeyip kahvaltı bile etmeden çılgın kahkaha ve çığlıklarla bahçelere savurmasıyla bilmem kaç tane badem, erik veya şeftali ağacının çiçek açmış olduğunu görür, sayardık. Herkesin bir ağacı vardı. Kimin ağacı en çok çiçek açmışsa en mutlu o olurdu, övünürdü. Ben kimseye bir şey söylemezdim ama en mutlu ben olurdum çünkü kim ne derse desin, dünyadaki tüm ağaçlar, tüm çiçekler benim diye düşünürdüm. Onların en ince dallarına bir maymun kıvraklığıyla tırmandığımda, bugün artık yokluğa karışmış koku ve tatlarını fışkırtırcasına sunan meyvelerini yerken konuşurdum onlarla ve onlar sanki geleceği biliyormuşçasına, “Ye, bolca ye, bir daha bulamayabilirsin!” der gibiydiler hep. Haklıymışlar. Çocukluğum geçti, gitti. O bahçeler, ağaçlar ve meyveler yok artık. Yalnız onlar mı? Ya göçmen kuşlar? Küçük oğluma canlı, masmavi göklerde sanki göksel bir senfoniye kanatlarıyla tempo tutarak uçan veya yuvasında lak lak eden bir leyleği hiç gösterebilecek miyim? Ya adlarını ve cinslerini bile anımsayamadığım diğerleri?

İlkbaharda, önce bir leylek gelir tüneyiverirdi büyük postane binasının tepesindeki, önceki yıldan kalmış ve biraz çöp, biraz da samanla tamir ettiği yuvasına. Sonra da lak, lak, lak...

Leyleklerden hemen sonra, belki de aynı zamanlarda, mini mini, rengarenk ve çeşit çeşit göçmen kuşlar sürüler halinde gelirler, bahçelerimizdeki ağaçlarımızda tarifsiz bir cıvıltı, görkemli bir devinim başlardı. Benim ağaçlarımda benim konuklarımdı onlar. Onlar daldan dala uçuşurken ben de onlarla birlikte uçabilirmişim gibi gelirdi hep küçücük yüreğim kanatlanmış uçarken.

Kim bilir nerede doğmuş, nereleri görmüş o sevimli yaratıkların yüzlercesi ağızlarında ot parçaları, dal parçaları, oradan oraya uçarlar, uygun bir ağacın uygun bir dalında şıpın işi yuva yapmaya koyulurlardı. Yuvasını yapmayı bitirenler kolayca gönül bağı kurdukları eşleriyle birlikte hemen içine girer, kanatlarını pof pof kabartıp, “Bu bizim yuvamız,” der gibi şişinerek diğer kuşların yuvalarını bitirmelerini beklerlerdi. Yuvaya alışmak için mi, yoksa farklı cinsten bir kuşla sorun yaşama korkusundan mı bilmem, yuvasına yerleşen hiçbir kuş diğerleri de kendi yuvalarına yerleşene değin yuvasını terk edip boş bırakmazdı.

Kısa bir süre sonra, yuvalarda kazara düşen yumurta veya yavrulardan yeni konuklarımız olduğunu anlardık. Parçalanmış bir yumurtayı veya tüyü bile çıkmamış canlı bir yavruyu, önce hangi yuvadan düştüğünü bulup sonra da kuşları korkutup rahatsız etmeden yuvasına yerleştirmek için tüm çocuklar nasıl da çabalardık. İlk tüylenmeleri, ilk uçuş denemeleri, yuvaya musallat olan yabancı bir kuş karşısında anne ve babalarından, belki de biz çocuklardan imdat isteyen çığlıklar...Biz kuşları rahatsız etmemek için ağaçlarımıza tırmanmaktan vazgeçerdik ama, ağaçlarımız artık iyice olgunlaşan meyvelerini, “Alın çocuklar,” diyerek birer ikişer bırakıverirdi yere. Hiç unutmam, en lezzetli meyveler kuşların bir iki gagalayıp birazını yedikten sonra delinen kısmı güneşte kurumuş olan meyvelerdi Kuş yeniği derdik, bayılırdık tadına. Yaşamı paylaşmayı orada öğrenmiş olabilirdik, herkes de olabilirdi; öyleyse nasıl oldu da unutuluverdi tüm bunlar?

Kuşlar, sonbaharın sonlarına doğru ilk gelen önce, son gelen sonra, öbek öbek sürüler halinde katıldıkları göksel bir şölende dans edercesine ve sanki biraz da beni, küçücük yüreğimi alıp yanlarına daha güneye doğru uçar giderlerdi.
O ilkbaharlar ve yazlar gelip geçerken, sararmaya yüz tutmuş otların arasında uzanmış, uçup giden kuşların minicik yüreğime çöken hüzün, boğazıma düğümlenen bir hıçkırığa, giderek seller gibi göz yaşına dönüşürken, yapraklarını dökmeye başlamış ağaçlarımdan en yaşlısı eğilip beni kollarına alır, nasılsa en uç dallarından birinde kalmış meyvesini sunarak, “Üzülme yavrucuğum, yine gelecekler,” derdi. Onun yanılmış olabileceğine hiç inanmadım ama artık o da yok ki; kestiler, bina yaptılar, yol yaptılar...

Ancak yaşlı ağacıma olan inancım yine de hiç değişmedi. Doğanın kısa bir süre dinlendikten sonra kendini yine coşku ve neşeyle canlandırabilme gücüne hayranlığım hiç eksilmedi. Yıllar boyunca bu inançla bekledim kışların bitmesini. Çocukluğumun geçtiği o yıllarda hep yaşlı ağacımın öğüdü ile gözlerdim ufukları. Her kışın sonlarına doğru büyük postane binasının tepesine bakar, leyleği orada lak lak ederken göremediysem belki havadadır, belki şimdi geliyordur diyerek dalar giderdim güney ufuklarına. Sonra ansızın gelirdi leylek; yine lak lak, yine sevinç, yine heyecan ve diğer kuşlar...

Şimdi tam otuz beş yıl sonra, gözlerim yine dalıp gitmiş güney ufuklarına, ama kocamakta olan yüreğimde umudu korumak için ne çok uğraşmam gerektiğini düşünüp duruyorum. Biz insanlar kendimize bunu niye yaptık ve niye devam ediyoruz durup düşünmeksizin?

En son leyleği ne zaman gördüğümü anımsamıyorum. Bana, “Üzülme yavrucuğum, yine gelecekler,” diyen yaşlı ağacım da artık yok. Bana kalan tek şey, tüm olumsuzluklara karşın yaşama olan inancım ve benim gibi düşünenlerin yavaş yavaş da olsa çoğalmakta olduğu konusunda umudum. Yaşlı ağacım ve kuşlar öğretmişti bana yaşamın doğasına güvenmeyi ve umudu asla elden bırakmamayı.

Yine de küçük oğluma ve tüm gelecek nesillere bir özür borcum varmış gibi geliyor tüm insanlık adına. Utanıyorum gördüklerimden; utanıyorum yok edip onlara gösteremediklerimiz için. Küçük oğlum beni, bizi affet.

D. KEMAL TARIM