Çarşamba, Mart 09, 2005

KADIRGA’DA YAZ TATİLLERİ

Telefonda arayan benden dört yaş büyük kuzenim Ersin’di. “Dedemin evine müşteri çıktı, saat ikide Kadırga’ya gel de bu işi bitirelim” dedi.

Kadırga Cankurtaran’la Kumkapı arasında yer alan bir semttir. Eskiden orada bulunan küçük tabii koy sahil yolu yapılırken doldurulmuş. Kadırga’nın tarihini araştırırken eskiden Osmanlı, hatta sanırım Bizans kadırgalarının o koyda inşa edildiğini okumuştum. Dedemin üç katlı, cumbalı, ahşap evi bu semtteydi. Evin altında yağmur sularının biriktirildiği bir sarnıç, arka bahçesinde de bir incir ağacı, bir kuyu ve bir de tulumba vardı. On beş yaşıma kadar bütün yaz tatillerim bu evde geçti.

Bir devlet memuru olan babamın çalıştığı Akdeniz bölgesinin o büyük kentinde insanın bütün bedeniyle duyumsadığı ılık, pırıl pırıl, portakal kokularının havayı doldurduğu ama kısa süren bir ilkbahardan sonra sıcaklar aniden bastırır, Haziranın ilk yarısında iyice dayanılmaz, soluk alınamaz hale gelirdi. Okullar kapanır kapanmaz şehrin yerlileri Toros yaylalarındaki yazlık evlerine gider, babamın izni sadece bir ay olduğu için annemi, beni ve kardeşimi yaz tatili boyunca kalacağımız İstanbul’a, dedem ve babaannemin Kadırga’da, halam, eniştem ve oğulları Engin ve Ersin’le birlikte oturduğu eve gönderirdi. Babam genellikle Ağustos’da gelir, bizden önce yine işine dönerdi.

İki gün süren tren yolculuklarını, gözümüze kaçan kömür tozlarını, İzmit’te gördüğümüz denizi, kentleşmenin hız kazanmadığı o yıllarda trenin penceresinden hayranlıkla seyrettiğim o manzarayı iyi hatırlıyorum. Pek çoğu yazlık olarak kullanılan, yemyeşil bahçeler içindeki köşkler, toprak tenis kortlu bembeyaz ahşap konaklar, o yıllarda güneyde hiç görmediğimiz, sokakta şortla dolaşan kızlarıyla o sayfiye görünümü artık yok. Sonra Haydarpaşa, vapurun güvertesinde karşıya geçişimiz ve pazarlık ederek bindiğimiz taksiyle Kadırga’daki eve gidişimiz de gözümün önünde.

Kadırga’ya biraz erken gittim. Umarım Ersin geç kalmazdı, çünkü saat dörtte Taner beyin Nişantaş’ındaki muayenehanesinde olmam gerekiyordu. Arabamı parkın arkasındaki gövdesi oyuk büyük çınar ağacının gölgelediği meydanda park ettim ve çocukluğumda yaz tatillerimi geçirdiğim mahalleyi yıllar sonra ilk kez dolaştım. Halamın kocası Sami eniştenin emekli olduktan sonra açıp işlettiği bakkal dükkanı duruyordu. Tezgâhın arkasında yıllar önce kaybettiğimiz, bütün mahalle halkıyla şakalaşan, herkese takılan, neşesini kaybettiğini hiç görmediğim Sami eniştem değil, suratsız pis bir herif vardı. Bir paket sigara aldım. “Ne kadar?” diye sordum. Fiyatını söyledi. Sami eniştem olsa müşterisine gülerek “hadi senin için doksan kuruş olsun” gibi bir şeyler söyler, latife ederdi.

Her sabah kahvaltıdan sonra denize koşardım. Kayalardan tertemiz denize atlar, yüzer, oynar, önce midye çıkarır sonra da balık tutardık. Bazı akşamlar annemden gizli Ersin ve Engin’le birlikte Kaya abinin burnunda Amiral yazan yeşil çizgili beyaz kayığıyla çapariye çıkardık. Bir saat içinde kova balıkla dolardı. Önce denize girmediğimiz zamanlarda misket oynadığımız, çember ve topaç çevirdiğimiz sokaklarda dolaştım. Sokaklar sanki daralmış, evler küçülmüştü. Günlerce tek bir otomobilin geçmediği sokaklarda şimdi park edecek yer yoktu.

Ellili yıllarda bu evlere henüz şehir suyu bağlanmamıştı. Mahallenin sakası şimdi pirinç musluğu koparılarak yerine bir tıkaç sokulmuş bu tarihi çeşmede omuzunda taşıdığı kalınca bir sırığın iki ucuna asılan iki gaz tenekesine doldurduğu suyu evlere dağıtırdı. Gün boyunca zerzevatçı, sütçü, yoğurtçu, gazocağı ve musluk tamircisi, eskici gibi seyyar satıcılar herbiri kendilerine özgü şarkılı bağırışlarıyla geldiklerini mahalleye haber verirdi. Bunlardan bana en ilginç geleni seyyar ciğerciydi. Hemen her evin bir iki kedisi vardı ve herkes kedileri için günlük taze ciğer alır, kediler ciğercinin geliş saatini bilir ve onu beklerlerdi. Galiba o günlerde çocuklar da, insanlar da, kediler de mutluydu.

Cinci meydanına çıktım. İsmini köşedeki Cinci hoca isimli bir evliyanın türbesinden alır. Eskiden Pazar günleri burada amatör küme futbol maçları oynanırdı. Sabahtan akşama kadar burada maç seyrederdim. En çok kale arkasından seyretmeyi sevdiğim ve kalelerde ağ olmadığı için kafama, omuzuma, yüzüme kaç kere top çarpmıştı. Kadırga Spor Klübünden milli takıma kadar yükselen Garbis, Beşiktaş kalecisi Necmi, daha sonra Galatasaray’da kaptanlık yapan Büyük Mehmet futbola işte bu toprak sahada başlamış ve ben onları burada defalarca seyretmiştim. Meydanın çevresindeki evlerin camları sık sık kırılır, kavgalar çıkar, sonra tatlıya bağlanırdı. Şimdi o meydana bir çok bina yapılmış ve sadece etrafı tellerle çevrili küçük bir halı saha kalmış.

İlkokulun önünden yürüdüm. Parkın solunda, on kuruşa ardarda iki, bazan üç film birden seyrettiğim sinema. Tarzanlar, korsan filmleri, hele o kovboy filmleri. Sinema şimdi beyaz eşya deposu olmuş. İşte halamın verdiği börek tepsilerini götürdüğüm fırın. Piştikten sonra tepsiyi fırından alma işini elimi yakarım korkusuyla bana vermezlerdi. Mösyö Menase’nin mezeci dükkânının yerinde de bir kuru yemişçi var şimdi.

Sağa dönüp büyük çınar ağaçlarının gölgesinden yürüdüm. Evler işyerine dönüşmüş, insanlar değişmişti. Siyah matem giysili gayrımüslim kadınlar ya artık matem tutmuyor ya da artık burada oturmuyorlardı. Şık, İstanbul Türkçesi konuşan insanlar da ortadan kaybolmuş, kırsal kesimden yakın zamanda göç ettikleri anlaşılan insanlar onların yerini almıştı. Kadırga Spor Kulübü ve lokali değişmemiş. İnsanlar içerde ve bahçesinde, çınarın gölgesinde yine çay içiyor, tavla ve iskambil oynuyorlardı. Arkasında zaman zaman beni sebze almaya gönderdikleri Arnavut Bekir’in bostanının yerinde dört beş apartman yükseliyordu.

Türbeye çıkan yokuşun başına gelmiştim ki gördüğüm bir bina yıllarca bilinçaltımda gizli kalmış çarpıcı anıların aniden bilinçüstüne çıkmasına sebep oldu. Tarihi Kadırga Hamamının karşısında duruyordum. Küçük bir çocukken annemin beni götürdüğü, hayatımda ilk kez bir sürü kadını Havva anamız kılığında gördüğüm, vücutlarının bazı kısımlarının benimkinden farklı olduğunun ilk kez ayırdına vardığım yer burasıydı. O gün bunun ayırdına varan yalnız ben değildim. Yanımızdaki kurnanın başında anneleriyle birlikte yıkanan iki küçük kız çocuğunun hamamda kendi yaşlarında bir çocuk daha olduğu için sevindikleri ve oynamak amacıyla bana gülümsedikleri ve benimle ilgilendikleri, ama biraz sonra küçük kızın parmağıyla beni göstererek “a, anne, bu çocuğun orasında ne var” diye sorunca sebebini anlamamakla birlikte biraz utandığım hamam.

Sanırım o yıllarda Al Gore henüz interneti icat etmemiş olduğu için çocuklar ilk cinsel bilgilerini hamamlarda alıyorlardı.

Büyük olasılıkla o yıllarda evler Terkos su dağıtım şebekesine bağlandığı için ya da hamamcı kadın “babasını da getirseydin bari, çocuk kaç yaşında?” diye sormaya başladığı için annem beni hamama götürmemeye başlamıştı. Daha sonra bu hamama bir kaç kez babamla geldiğimizi hatırlıyorum. Bir şey dikkatimi çekmişti. Kadınlar hamamın içinde anadan doğma halleriyle ortada dolaşırken ne kadar rahattılar. Annem dışında hiçbir kadının vücudunu sarıp gizlediğini görmemiştim. Erkeklerin ise hepsi bellerine birer peştemal bağlamışlardı. Buna neden ihtiyaç duyuyorlardı acaba? Yoksa bir tür komplekleri mi vardı?

Her neyse, hamamı görmem ve bunları hatırlamam çok iyi olmuştu. Taner bey ısrarla çocukluğumu anlatmamı istiyor ama ben anlatacak şey bulamıyordum. Şimdi en az dört beş seans ona Kadırga hamamı izlenimlerimi anlatabilirdim.

Dedemin evine gittim. Ersin gelmişti. Üç katlı, ahşap, cumbalı güzelim eski İstanbul evini yıllar ve kiracılar harabeye çevirmişti. Arka bahçede dalından kopararak balları akan incirlerini yediğimiz ağaç halâ yaşıyordu. Engin “Getirdiği kira artık onarım masraflarını karşılamıyor. Mahallenin kalitesi çok düştüğü için para etmiyor, müteahhitlere cazip gelmiyor. Araştırdım, hesaplattım, bizim yapmamızda da hiç hesap yok. Şansımız varmış bu adamı bulduk. Satalım gitsin, bu viraneden kurtulalım” diye anlatırken ben kırk yıl sonra ilk kez içine girdiğim bu evdeki çocukluğumu düşünüyordum.

Üçüncü katta cumbanın üzerinde küçük bir balkona çıktım. Sıcak bir yaz akşamında babam, eniştem, bizleri görmek için ta Karabük’ten gelen eniştemin kız kardeşi Hatice teyze ve eşi bu balkonda oturuyorlardı. Hatice teyze tam bir iyilik meleğiydi. O gün akşam üzeri sütçüden biz çocuklar için süt alınmış olmasına rağmen iki saat sonra artık evine dönmekte olan sütçüye tekrar seslenmiş ve süt kalıp kalmadığını sormuş ve kalan sütün tamamını almış, parasını o vermişti.. Halam itiraz etmiş, “sen çıldırdın mı? ne yapacağız bu kadar sütü?” demişti. Hatice teyze “canım, yoğurt filan yaparız, yazık değil mi, adamcağız bu kadar sütü geri taşıyacaktı”
demişti.

O akşamüstü annem ve halam sanırım mutfakta yemek hazırlıyorlardı. Babam balkona elinde bir şişe ve kadehlerle gelip “Mösyö Menase bu şarabı tavsiye etti, bakalım beğenecek misiniz?” demişti. Kadehler doldurulduktan sonra Hatice teyze Ömer Hayyam’dan bir rubai okumuştu. Babam buna bir başka Ömer Hayyam rubaisi okuyarak karşılık vermiş ve beni şaşırtmıştı. “Peki bunu biliyor musun” diyen Hatice abla bir başka Ömer Hayyam rubaisi okuyarak şaşkınlığımı arttırmıştı. Bir süre sonra Hatice teyze ve babamın ezberlerindeki rubailer bitince beni gönderip alt kattan Ömer Hayyam’ın Rubailer kitabını alıp getirtmiş ve yemeğe kadar şarap ve rubailer eşliğinde müthiş keyifli bir sohbete dalmışlardı.

İkinci katın arka bahçeye bakan odalarından sol taraftakine son kez baktım. Öğle yemeği sonrasında biz çocukların oynamak için sokağa veya denize bırakılmayıp hiç uykumuz olmadığı halde zorla öğle uykusuna yatmaya gönderildiğimiz odaydı burası. Biraz büyüdüğüm zaman Engin ve Ersin’in Pardayanlar külliyatını, Üç Silahşörler’ini, Agatha Christie’lerini, Sherlock Holmes’larını, Jack London’larını keşfetmiş ve hepsini bu odada okumuştum. Sofraya çağırdıkları zaman büyüklerin belki on defa seslenmelerine sebep olan, kitabı elimden bırakamadığım için tuvalete ancak altıma kaçırmak üzereyken gidebildiğim, büyüklerin okumayı bırakıp sokağa çıkıp oynamam için yalvarmalarına sebep olan kitapları bu odada okumuştum.

Odanın penceresinden dışarı bakınca yıllarca bilinçaltımda kalmış bir başka anı ve bir ses bilinçüstüne çıktı. Ersin’e “Şu evde oturan bir çocuk vardı. Her gün iki saat keman çalışırdı. Hatırladın mı?” diye sordum. “Hatırlamaz olur muyum? Hem ilkolkulu hem liseyi birlikte okuduk” dedi. “Adı Erol Deneç. Ressam oldu. Güzel Sanatlar Akademisine girince mahalleden koptu, saç sakal bıraktı, hippi oldu. Avusturyalı hocasının yardımıyla bir burs buldu, Viyana’ya gitti. Başarılı bir ressammış. Halâ orda yaşıyormuş” dedi. Demek Kadırga bir de ressam çıkarmıştı. Bana diğer evlerde oturan komşuların da neler yaptıklarını, nerelere dağıldıklarını anlattı.

Erol Deneç’in yüzünü hiç görmemiştim. Sadece kemanından tanıyordum. İlk yıllarda çalışırken tahammül edilmez sesler çıkarır, üst üste çalıştığı parçaları ister istemez bütün komşular da ezberlerdi. “Bak yine aynı yerde takılıyorsun” diye lâf atarlardı. Fakat her yaz gelişimizde biraz daha iyi çaldığını fark ederdim.

Evi satmaktan başka çare yoktu. Ersin’e ne gerekiyorsa yapmasını söyleyip psikanalistime gittim. Oğluma da kızıma da çocukluğumu, eski mahallemi, toriğin çiftinin yirmi beş kuruşa satıldığı günleri anlatamam, benimle dalga geçerler. İyi ki şu Taner bey var. O da olmasa her istediğimi anlatabileceğim başka biri yok.

Bir gün gazetede Erol Deneç’in resim sergisinin açıldığı duyurusunu okuyunca hiç tanımadığım bu eski komşumuzun resimlerini görmeye gittim. Eski Kadırga’yı gösteren bir tablosu varsa alacaktım. Fakat tarzı farklıydı. Akşam evde sergi kataloğunu alıp otobiyografisini okudum. Avusturya’da ve bir çok Avrupa kentinde kişisel ve karma sergiler açmış. 1992’de Türkiye’ye dönmüş. Bir eleştirmen onun için “Resim yapan bir Sufi” demiş. “Viyana Fantastik Resim Ekolü ile Doğunun çeşitli kültür ve uygarlıklarının birikimlerinden esinlenen resimlerinde insanlığın geçmişine uzanan zengin düş ve imge gücüyle” diye devam eden yazıyı okurken şu satırlar gözüme ilişti: “Erol Deneç ayrıca Üsküdar Emin Ongan Klasik Türk Musikisi Cemiyetinde keman çalışmalarına devam etmektedir.”

Erol Deneç’i kimse tanımaz. Kadırga’dan


ERDAL YUZAK