Salı, Mart 15, 2005

VAGON RESTORAN



Kar daha sabahtan başlamıştı. Bu yağış hızıyla en fazla iki saat içinde her tarafın tümüyle kaplanacağını biliyordum. Oysa, haftalar önce planlanmış bir görüşme için İstanbul’a gitmek zorundaydım ve otobüsüm 17.30 da Söğütözü’nden kalkacaktı. Hoş, kalksa bile Bolu’da neler olacağını tahmin edebiliyordum. Bir önceki karın bitmez araç konvoylarını ve saatler süren bekleyişini hatırlayıp kara kara düşünürken çözüm kendi ayakları ile geldi: Ablam.. “Ben Avukat Ayşe”... Devlet Demiryolları’nın Hukuk Müşavirine telefon edip yataklı trende- birkaç saat önce eklenen vagonda- benim için bir kompartıman bulması yalnızca onbeş dakikasını aldı. Her zaman olduğu gibi bir kez daha neden hukuk okumadığıma lanet ettikten sonra, onun için sokağın başındaki ünlü kebapçıdan teşekkür köftesi getirttim.

Ben tren yolculuğunu, özellikle de yataklı treni eskiden çok severdim. Ne ki, Ankara İstanbul otoyolunun açılmasından ve Bolu kesiminin yeniden düzenlenmesinden sonra trenler yaşamımdan tümüyle çıkıp gitmişti. Birden bu eski dostla tekrar karşılaşmak fikrinden oldukça hoşlandığımın ayırdına vardım. Gereken ayarlamaları yapmak da korktuğum kadar güç olmadı. Duraktan istediğim zincirli taksinin gelmesi için beklediğim bir buçuk saate, gara gidiş yolunda geçen ikinci saat de eklenince fena halde güç kazanan “bu kadar zamanda Bolu’ya gelirdim” düşüncesi bir yana, enikonu şanslı olduğumun farkındaydım.

--------------

Onu yemekli vagona girdiğim anda gördüm. Üçüncü masada, gidiş yönü cam kenarında oturuyordu. Altmış yaşlarında, hafif toplu ve beyaz yüzlüydü. Sanırım, dikkatimi çeken ilk şey giyimi oldu. Ellili yıllardan kalmış görünüşlü koyu renkli bir tayyör; kenarına kumaş bir gül yerleştirilmiş açık gri bir şapka ve masanın üzerinde duran tam da aynı gri renkte kısa saplı bir el çantası. Doğruca oturduğu masaya yürüdüm. Yaklaşınca, inanması güç ama, çantanın yanında duran bir çift gri eldiveni farkettim. Tanrım, bu kadarı fazlaydı. İçimi kaplamaya başlayan merak duygusunu denetleyememekten korkarak gülümsedim. Başını yavaşça kaldırdı ve bana baktı. Kenarları ince çizgilerle kaplı gözleri ve geniş gülüşüyle son derece cana yakın görünüyordu. İzin isteyerek yanına oturdum.

İlk birkaç dakika ikimiz de suskun kaldık. Ben listeyi incelerken sessizliği o bozdu. “ Püreli biftek ve karışık kızartma ısmarlamalısınız” dedi. “ İkisi de harika”. Hiç duraksamadan dediğini yaptım. Siparişime bir de küçük kırmızı şarap eklerken ona dönüp ”Peki, siz de bana uyup bir kadeh şarap içer misiniz” diye sordum. Bir anda yanakları kıpkırmızı kesildi. “Nasıl olur bilmem ki, burada, hem de iki kadın”. Konuşması daha çok kendini ikna etmeye çalışır gibiydi. Sessizce bekledim. Kısa bir süre yüzünde düşünceli bir anlatımla durdu. Sonra, yine aynı geniş gülümsemeyle “Tamam” dedi. “Anlaştık, ama yalnızca küçük bir kadeh”. Onbeş dakika ve o küçük kadehten sonra, benim sormama gerek kalmadan anlatmaya başlamıştı.

Adı Nadire’ydi. Ankara İstanbul tren yolunun üzerindeki küçük bir kasabada doğmuştu. Çok erken ölen hastalıklı bir annesi, paradan başka birşey düşünmeyen sert ve ilgisiz bir babası vardı. Kardeşsiz, arkadaşsız, yapayalnız çocukluk günlerinin tek eğlencesi, evlerinin içindeymiş gibi yakınındaki tren yolunu gözleyip, geçip giden trenlerden birinde olmayı düşlemekti. Bir kez, yalnızca bir kez, ilkokul üçüncü sınıftayken Ankara’da yaşayan amcasının cenazesine gitmek için babası ile birlikte trene binmişti. O güne kadar yalnızca dışarıdan bildiği trenin içi onu adeta büyülemişti. Şık, güzel kadınlar. Düzgün giyimli erkekler. Kutu bebeği gibi kurdeleli, bukleli saçlı kız çocukları. Hele de o ‘vagon restoran’... İçinden geçerlerken kadife koltukları, üniformalı garsonları şöyle bir görmüş, babasının korkusundan oyalanmadan ilerlemek zorunda kalmıştı. İşte o gün kendi kendine söz vermişti; birgün o kadınlar gibi giyinip motorluya binecek ve üniformalı garsonların dolaştığı, kimbilir ne güzel yemeklerin yendiği restoranda oturup yemek ısmarlayacaktı.


“Babam şehirdeki liseye gitmeme izin vermedi. Birkaç yıl sonra da annemin uzak akrabalarından biri benimle evlenmek istedi. Benden onsekiz yaş büyüktü, hiç bakmadılar, veriverdiler.. Kocam sabah erkenden dükkana gider, akşam da çok geç dönerdi. Beni kıskanır, yanında götürmezdi. Çocuğumuz olmadı. Günlerim iki şeyle geçerdi. Biri, bulabildiğim kitapları, dergileri okumak. Diğeri ise trenleri izlemek. İstasyon eve çok yakındı. Trenleri daha iyi görebilmek için istasyona giderdim. Saatlerini ezbere bilir, evdeki işlerimi onlara göre ayarlardım. ‘Onkırkbeş geçmeden sebzeyi suya koy, evden fırla. Onbironbeşi de bekle, sonra dönüp pişir’ gibi birşeyler yani. En çok sevdiklerim tabii ki motorlu trenlerdi. Onlari asla kaçirmazdim. Motorlunun yolcuları her zaman bir başkadır”.

Yanakları yine kıpkırmızı olmuştu.Gözleri parlıyordu. Üzerimize çöreklenmiş duman bulutunun, civar masalardan yükselen hayli rahatsız edici uğultunun ayırdında değil gibiydi. Asıl ilginç olan, anlatırken pek de hınçlı ya da üzgün gözükmemesiydi. Sanki bir başkasının yaşamının tanığıydı... Bir başkasının yaşamını anlatıyordu...

“Kırk yıl evli kaldık. Tam kırk yıl istasyonda durup trenleri izledim ben. Öldüğünde yetmişbeş yaşını geçmişti. Gerçi oldum olası biraz sağlıksızdı ama, son yıllarda daha da kötülediydi. Son üç yıl hep yattı. Toprağa vereli kırk günü biraz geçti. Duayı yapmak için bekledim. Eh, kıyafetlerimi hazırlamak da zaman aldı tabii”. Tam bunu söylerken, penceredeki yansımasına hızla gözatarak bellibelirsiz şapkasını düzeltti. Sonra utangaç bir tavırla gülümsedi.


Biftek kayış gibi sert, kızartma bayat ve aşırı yağlıydı. Ona baktım. Son derece hoşnut görünüyordu. “Herşey ne kadar güzel değil mi” diye sordu. “Evet” dedim,”Evet, gerçekten herşey çok güzel”...

NURGÜL ÖZGİRGİN