Pazartesi, Mart 14, 2005

LOBUTLARIN AŞKI

Ankara'da soğuk bir kış günü. Yer Samanpazarı. 1980li yıllar...Eski püskü bir dolu eşyanın içinde, ancak arada bir minik hareketler yapabildiğim yoğun bir dönem. Ne işim var burada, nasıl buralara geldim, yurtdışından Türkiye'ye gelirken bütün bunları düşünmüş müydüm ya da o bir dönemin şaşalı ve yoğun temposu bu hale mi gelecekti sorularıyla günlerin birbirini kovaladığı bir zaman dilimi. Dükkanın kapısının, gıcırtılı menteşelerinin ikazıyla, açıldığını duyduğumda; hayatımın ne denli değişeceğini hiç tahmin etmemiştim. Yoğun bir pazarlık, havada bol rakamlı para birimleri dolaşıyor. Ne alınacak diye düşünürken kendimi bu iki sarışın adamla minibüste buluyorum. Oldukça konuşkan tavırlarını bu kadar çabuk benimle paylaşmaları açıkçası üstümdeki çekingenliği atmama neden oluyordu ama kilomun fazla oluşu minibüs içinde fazla hareket ettiğimde etraftakileri rahatsız ediyordu. Bir de şıp şıp tavandan damlayan su damlaları tamamen kafamın üstüne düşüyordu. Süzülen damlalar tombul gövdemin üzerinde serserice dolaşıyorlardı ama ben hareket bile edemiyordum. Hiç bilmediğim bir durakta inip, yokuş yukarı doğru çıktık. Çevreden gelen kokularla başımı çevirdiğimde ne kadar yeşil bir yere geldiğimizi gördüm. ODTÜyü ilk görüşüm. Sonra bu güzelim kampuste 3-4 sene kaldım. O yıllar 1980’in hemen sonrası, gençler ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kimisi eskinin alışkanlığını devam ettirerek; yapılanlara dayanamayıp hemen yürüyüşlere, oturma eylemlerine başlıyorlardı. Bir keresinde neşeyle geldiler yurttaki odamıza. Bulunduğum yerden kulak kabartınca herhangi bir şeyi başarmalarının yanı sıra onları esas sevindiren şeyin buldukları türkü uyarlaması olduğunu anlamıştım. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” türküsünü “Yurtlarına bahar gelmiş Orta Doğu’nun” diye çevirmişlerdi. Yine bir eylemden sonra alkışlamayı keşfetmişler, mutlu olmuşlardı. Askerin yurtlara doğru öğrencileri kovaladığı bir Kasım sabahı camın önünde bırakılmış olarak olayları izlemiş; bu ellerinde kitaptan başka bir şey olmayan öğrencileri can siperane kovalayan silahlı askerlerle yaşanan büyük çelişkiyi anlamaya çalışmış ve çalıştıkça üzerimdeki polyster çatlamıştı.

Milletin maskarası olduğum günler de, el üstünde tutulduğum zamanlar da oldu. Şakalara konu olup, deneyler yapılabileceğini görüyordum. Moralim bozulsa da; bu genç ve enerjik insanlarla beraber olmak hoşuma gidiyordu. Kimi zaman birisinin yanında, kimi zamanda başkaları benim kucağımda otururken; elden ele dolaştırıldığım günler de oluyordu. Sarışın adamla sonraları samimi olduk. Beni bir bilinmeyene doğru götüren bu gençle hayatımın 20 senesini geçireceğimi hiç ama hiç düşünmemiştim. Bugüne kadarki çalıştığım işleri düşünürsem; hiç iş yapmadan otura otura bir hayatı bu gençle sürdürmek zamanla da keyifli bir hal aldı. Bir dönem geldi; yılda iki üç kez gördüm onu. O dönemlerde tatlı, şirin bir hanımla bıraktı beni. ilk günler kızmış, sonraları alışmıştım. Hayır ben de sessiz sakin biri olduğum için yaşanmayacak, çekilmez bir varlık değildim. Birkaç şehiri zahmetli yolculuklarla yaşadım. Hatta bir yolculuğumda yük taşıyan kamyonun içindeki eşyaların devrilmesiyle tam ensemin üstünde bir ödem oluşmuştu. Oysa ki; ben de arabada seyahat etmek için çok ısrar etmiştim. Neymiş, sen güçlüsün, eşyalara göz kulak olursun. Nasıl olacağım ki; sanki diğer eşyalar beni dinleyecek ya da şöförün virajı almasına ben karışacakmışım gibi.. Neyse değişik dönemlerdi. Hep bunları düşündüğümde 20 sene öncesinin izbe dükkan köşelerini düşünürüm. Hayatım o sektörde de geçebilirdi; en azından mesleğimi yapmasam bile, dinamik bir hayatın içine girmiştim. Tembel değilim ama tembel bir görünüşüm olduğunu da kabul ederim. Tıknaz, bastı bacak, şişko bir yapı ama içi pırıl pırıl bir duygusallıkla kaplı...
Mesleğini uzun süre yapmadan emekli olmanın ne demek olduğunu bilemezsiniz. İşte böyle bir hisse kapılmışken göz göze geldik onunla. Hadi dedi, gün bu gün. Gidiyoruz. Hoppala hem de akşam akşam nereye ki. Sus dedi sürprizim var. Bindik arabaya. Zaten İstanbul'u severim, bir de heyecanla o köprüyü falan geçince tamam dedim, bugün şenlikli geçecek. Nereye gidiyoruz? Cevap yok. Sadece seveceksin seveceksin diyor. Bazen nasıl sinir oluyorum bu tavırlara ama sürpriz ya ben de yerimde heyecandan ve yoldan sallana sallana kıpır kıpır gidiyoruz işte.
Büyük kapılar, pasajlar, yürüyen merdivenler, yürüyen insanlar, açılan kapılar ve herkesin güldüğü, değişik birçok dilin konuşulduğu bir ortam. Sanki herkes birbirini tanıyor, hemen benimle samimiyet, hem de biraz laubalice açıkçası. Ufaklıklar kırk yıllık dostları gibi, üstelik ufaklığın kırk yıllık dostu olamazken, üstümde, tepemde saygısızca hem de yaşıma başıma hürmet göstermeden benimle. Sürpriz buysa sıkılmaya başlamıştım. Birşeyler içildi; patates,tost, köfte ekmek, salata yenildi. Kafamın üstüne kola bile döküldü. “Sabır sabır.. ufaktır” deyip sineye çek. Şu yılların dostluğu olmasa aslında o gün sıvışıp yok oluverecektim ama serde yılların birlikteliği var...

Birden ayaklandık. Bu kokuyu tanıyorum ben. Bu gürültü... Yıllar öncesinin tanıdık sesleri, hatta uzaktan akrabalarımın sesini duyar gibi olduğumda hafiften başım dönüp, bıraktım kendimi. Hemen kucaklamışlar, apar topar kaldırıp hastane lafını falan duyunca yok birşey dedim. Gözümle kaşımı öyle bir kaldırmışım ki, yanımdaki hastabakıcı kılıklı adam korktu tavrımdan.
3-5 dakika dinlendikten sonra en büyük dostumu ikna etmek zor olmadı. Onun da sevdiği insanlarla beraber olmasını istediğimden beraberce mekanı değiştirdik.
Bu bir rüya olmalıydı. İnanamıyorum. Hepsi buradaydı, Amerika'dan, Avustralya'dan, Norveç'ten hayatta tanıdığım birçok arkadaşım, akrabam hepsi gelmişti. O an anladım sürprizin ne olduğunu. Bugün benim doğumgünümdü ve yıllar sonra kutlanıyordu bu önemli gün. Belki de yıllardır bu kadar dostum olmadan kutlanması garip kaçacağından yapılmamıştı. Bir an kafamı çevirdim, göz göze geldik. Seviyordum bu herifi. Bazen hem kızdığımda hem de çok sevdiğimde herif derdim ona. Daha bu şefkatli bakışlarımı bitirmeden hadi hadi deyip beni almasıyla hoppa hoppa eski günlerde olduğu gibi havaya fırlatmaz mı! Tamam seviyorum dedik ama dur dur... Ve birden karşımda yine o eski arkadaşlar. Nasıl koşuyorum onlara doğru. Bekliyoruz diyorlar, böyle sıkıca tutunmuşlar birbirlerine. Zıplayıp göğüs göğüse çarpışacağız sonra da “ole ole ole yerde kalan hıyardır” diye bağıracağız. Bu yaştan sonra şaklabanlık gibi gelse de bütün gece o eski anıları yaşamaktan nasıl bir keyif aldığımı anlatamam. Yeni lobutlar yeni toplar tanımak, eskilerin kokularını, çiziklerini farketmek hüzünlü olduğu kadar, büyük bir haz aynı zamanda.... O parkenin sıcacık kokusunu, insanların okşar gibi dokunuşlarını, özellikle kadınların bana sımsıkı sarılmalarını özlemişim. Yeni, tatlı, esprili, bana olduğum gibi davranan insanlarla tanışıyordum. Hepsi Cem’in arkadaşı, üstelik aynı okuldan insanlar. Uzun süre benim de kaldığım ODTÜ’den söz etmeleri, o günleri anlatırken dalıp dalıp gidip gelmeleri beni de onlarla beraber eski günlere götürüyordu.

Yılların özlemiyle geçirilen bir gece bitmişti. Yorgunluktan üç gündür kıpırdayamıyorum bile. Akşam eve geldiğimizde Cem küt diye uyurken, ben yine anılarımla başbaşa kalıp biraz gözyaşı akıttım. Onca kişiyi bir daha görmenin ve mesleğimi kısa süre de olsa yapmanın sevinciyle ve sevinçle karışık bir hüzünle öyle odamdaki köşemde kalakalmışım. Akşam Bowling salonundan ayrılmadan önce Cem'in beni tutuşu, üstümü başımı toparlayıp silmesi bir de övgü sözleri söylemesi çok ama çok farklı bir şeydi.
Offf yıllar sonra bu anları yaşamak her türlü yorgunluğa değiyor. Üstelik hepsi birbirinden tatlı bu insanlarla beraber olmak... En kısa zamanda yine bu salonları arşınlamak üzere hoşçakalın, sevgilerimle....
Strikeline *


* Strikeline 1960lı yıllarda Amerika’da üretildi. Tahminen 1970lerde Amerikalı askerlerle Türkiye’ye geldi. O yıllarda üslerdeki bowling salonlarında yıllarca çalıştı, yuvarlandı. Askerlerden biri ülkesine giderken eşyalarını mahallesindeki antikacıya sattı, o da Samanpazarındaki ünlü Bit Pazarına. 1983 yılında anlamsızca satın alındı ve hayatı değişti. Ondan sonra sırasıyla ODTÜ, Rize ve Istanbul’da birçok evde yaşadı. Hayatından geçen kadınlar onu önce ilginç ve hoş bulup sonra ilgilenmediler, bazıları süslü süslü mumları tutmasını istedi ama o hep bir erkekle rotasını çizdi. Birçok lobut ona aşkını fütursuzca açsa da; o sadece tek bir lobuta aşık oldu ama birbirlerinin izini yıllar önce kaybettiler. İnsanlarla yaşadıkça kendisine top denmesine kızsa bile top olduğunu kabul etti. En büyük avuntusu topların en güçlüsü olmasıdır. Hayatının şansı olarak Bit Pazarından alınıp ODTÜye gitmesini gösterir. Strikeline beklenmedik bir aksilik olmadıkça hayatını Cem’le beraber geçireceğini düşünecek kadar Cem’e güvenmektedir. Halen hayatını Kazasker’de kitaplarla ve fotoğraflarla beraber bir odada geçirmektedir. Nadiren arada bir bowling salonuna gitme isteğinden öte hiçbir lüksü yoktur.


CEM SARVAN