Pazartesi, Mart 21, 2005

BU KEZ BENİ YANILTMIŞTI

Uyandığımda başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Birden bir gün önce yaşadıklarım aklıma geldi, her şey kabus gibiydi. ‘Yoksa hepsi rüyamıydı? keşke öyle olsa’ diye düşündüm.Uyanmak istemiyordum, bugüne hiç hazır değildim, kim bilir neler yaşanacaktı? Her şey birden bire oluvermiş, yurtlar basılmış, arama yapılmış ve birçok arkadaşla beraber Selçuk’u da alıp götürmüşlerdi.

Odada Mercan ile yalnızdım. Bu kızdan nefret ediyordum. Yaşantım boyunca onun kadar bencil bir insana rastlamamıştım.( hala daha rastlamadım). Herkesi kullanır, kendisi kimse için kılını kıpırdatmaz, kimsenin iyi, mutlu olmasına dayanamazdı. Acaba Mercan Selçuk’un götürüldüğünün farkında mıydı? Üzüldüğümü ona belli etmek istememiş, başka odalarda ağlamış, oradaki arkadaşlarla paylaşmıştım başıma gelenleri. Benim mutsuzluğumdan mutluluk duyacağından emindim, bu zevki ona tattırmak istememiştim.
O kadar ağlamıştım ki sanırım sabah, sabah başımın ağrımasının nedeni de buydu. Hele akşamüstü bir gurup arkadaş gelip ‘Maltepe karakoluna gittiklerini, onları gördüklerini, konuştuklarını söylediklerinde çılgına dönmüş, göz yaşlarına boğulmuştum. Hatta arkadaşların bazılarından “Bacım böyle şeyler yaşanacak, ağlamak bize yakışmaz!” gibi eleştiriler almış, utanmıştım. Ama elimde değildi, kendimi kontrol edemiyordum.
‘Keşke birilerinin peşine takılıp gitseydim’ diye düşünüyor, kendimi affedemiyordum.

Sınıf arkadaşı Turgut’ta Maltepe karakoluna giden şanslı gurup arasındaydı.(Onlar kendi şanslarının farkında değillerdi ama benim için öylelerdi J ). Selçuk bana onunla bir not, bir de gerek olur diye adres defterini göndermişti. Babasını arayıp haber vermeliydim, Çünkü bir gün sonra eve dönmesini bekliyorlardı. Gitmeyince merak edeceklerdi. İşte bugün bu zor görev beni bekliyordu. Babası ile birkaç gün önce Ankara’ya geldiğinde tanışmıştık, Selçuk’a birlikte İzmir’e dönmeyi teklif etmiş, o gitmemişti. Babası kalış nedenini tahmin ediyor olmalıydı. Bu nedenle biraz suçlanıyor, babasına ne diyeceğimi, durumu nasıl açıklayacağımı bilemiyor, heyecanlanıyordum.

Tam nasıl etsem, neler desem, diye düşünürken, odanın anonsu açıldı. Birkaç üfleme sesi, ve vınnlamadan sonra, Sidret Hanım, meşhur tiz sesi ile, telefonum olduğunu ( “Tülin, Tülin, Tülin telefonun var Tülin” şeklinde) bildirdi. Telefon giriş katındaydı, görevliler kim aranıyorsa odasına anons edip haber verirdi. Biz duruma göre üstümüze başımıza çeki düzen verir, (çünkü genelde yurdun girişinde kız arkadaşları için bekleyen erkekler olurdu), bilmem kaç katı, koşa, koşa inerdik. Ne heyecan… (Şimdiki gibi telefonlarımız başımızın ucunda durmuyor, cebimizde veya çantamızda taşımıyorduk, hatta henüz bunun hayalini bile taşımıyorduk. )

Ben de öyle yapıp koşa, koşa aşağı indim. Ahizeyi elime aldığımda, telefonun öbür ucunda babamın sesi gürledi “Kızım sen oralarda ne yapıyorsun!? Bütün arkadaşların döndü, sen niye gelmiyorsun? “. Bu hiç beklemediğim bir durumdu, oysa bekliyor olmalıydım. Okul boykotta idi ve arkadaşlarımın çoğu memleketlerine dönmüşlerdi. Haklı olarak ailem de benim dönmemi bekliyordu. “Babacığım, sen biliyor musun buralarda bir sürü haksızlıklar oluyor, jandarmalar en yakın arkadaşlarımızı alıp götürdüler, hem de kitap yüzünden.” gibi şeyler geveledim, ama daha söylerken bunları anlayamayacağının farkındaydım. “Sana ne canım, sen ne yapabilirsin ki, sen bir an önce kalk gel, bekliyoruz” dedi ve de daha fazla konuşmamı beklemeden kapattı telefonu. Zaten benim de babama söyleyebileceğim fazla bir şey yoktu. Hadi bakalım, şimdi ne yapacaktım? Selçuk hapiste iken onu nasıl bırakıp gidecektim. Çıktığında yanında olamayacak mıydım? Durumum daha da zora girmişti.

Şimdi bir an önce babasına haber vermek gerekiyordu, daha sonra gelişen olaylara göre ne yapacağıma bakacaktım. Çekine, çekine telefon ettim, durumu anlattım. Adamcağız şok oldu bir süre konuşamadı, korktum bir şey olacak diye. Daha sonra Ankara’da dayısı (annesinin erkek kardeşi J) olduğunu, ona telefon edip haber vermemi, belki bize yardımı olabileceğini söyledi. Dayısı bir bankada yönetici idi. Aradım, yokmuş seyahate çıkmış, birkaç güne dönermiş..

O esnada yakın arkadaşları götürülenler arasında olan bir kız ile erkek arkadaşının hararetli, hararetli konuştuklarını gördüm. Merakla yanlarına gittim. Mamak’a aktarıldıklarını ve çamaşır falan gibi bazı ihtiyaçlarını götürmek üzere oraya gideceklerini öğrendim. Ben de hemen peşlerine takıldım. Belki bir gün öncekiler gibi ben de görebilir, konuşabilirim diye umuyordum. Mamak nizamiye kapısına.Ankara’nın hiç görmediğim, bilmediğim yerlerinden geçerek ulaştık Kapıdaki nöbetçi asker bizi kendimiz ve arkadaşlarımız hakkında sorguya çektikten sonra, gerçekten oraya götürülmüş ve göz altına alınmış olduklarını, ancak kendileri ile görüşemeyeceğimizi, ancak getirdiklerimizin kendilerine iletilebileceğini öğrendik.
Kaç gün tutulacakları da belli olmazmış. Gözaltı 10-15 gün sürenler varmış. Birlikte geldiğim arkadaşlar getirdiklerini, teslim ettiler. Önceden düşünüp ihtiyaç olabilecek şeylerini ayarlayıp getirmediğim için üzülmüştüm. Her şeyde kendimi suçluyor, işe yarar bir şey yapamadığımı düşünüyordum. O sırada içeriden çıkan bir jip Nizamiyeye geldi. Nöbetçi’ye onunla şehre gidip gidemeyeceğimizi sorduk. Kabul edip bizi Ulus’a kadar bıraktılar.

Sabah babamdan aldığım telefon beni çok huzursuz etmişti. On,onbeş gün içeride kalabilecekleri ihtimalini de öğrenince, babamın sözünü dinlemenin en iyisi olacağını düşündüm ve Selçuk çıktığında geri gelmeye karar verdim. Yurtlarda kalacak arkadaşlara, serbest bırakıldıklarında sınavların başlama durumu var bahanesi ile beni çağırmalarını rica ettim.Burada da elimden bir şey gelmiyordu nasıl olsa..

Gece geçmek bilmiyordu, kafamda binbir soru, içimde korkunç sıkıntı. Sık sık penceren bakıyordum. Birçoğu gibi Selçukların penceresi de karanlıktı. Saate baktım 23:00 ü gösteriyordu, Selçuk pencere de yoktu. Oysa biz her gece bu saatte pencerelerimizde olacağız diye anlaşmamış mıydık? Ben yine de yaktım sigaramı, o görmese de ben onu düşünüyordum ya…
‘Acaba ben de onun aklına geldim mi, yoksa beni düşünecek hali yok mudur?’ diye geçti aklımdan.. Acaba sigara içmelerine izin veriyorlar mıydı? Acabalar, acabalar… Hiçbir şey bilememek, üstelik daha önceki deneyimlilerden duyduğumuz hoş olmayan şeyleri yaşama ihtimalini düşünmek içimi acıtıyordu. Bu arada Selçuk’un adres defterinin kaybolduğunu fark ettim, bir türlü bulamıyordum. İşin kötüsü bir gün önce bindiğimiz jip de düşürmüş olma ihtimalini, düşünmek istemesem de, ne yazık ki böyle bir ihtimal vardı. Adamlar bunu alıp kullanırlarsa, milletin başına da iş açılırsa diye korkuyordum.Bunları düşüne, düşüne uykuya dalmışım.


Ertesi sabah kapının sesine uyandım. Karşımda elinde bavulu ile Seher duruyordu. Seher’i gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. ‘Hızır gibi yetişti’ denir ya hani, işte tam da öyle olmuştu.Yerimden fırlayıp boynuna atıldım. Artık her şeye çok daha rahat göğüs gerebilirdim. Seher dünya tatlısı, dost canlısı, fedakar, uyumlu, sorun çözücü kısacası “Herkese lazım” bir arkadaştı.

Öncelikle eve dönme fikrimden hemen vazgeçtim. Artık babama ‘Seher de burada’ diyebilir, gitmemek için bahane uydurabilirdim.
Kantine inip çaylarımızı aldıktan sonra, ben olup biteni anlattım ve ne yapacağımızı planladık. Öncelikle Selçuk’a gerekli olabilecek şeyleri götürmeli ve şu baş belası adres defterini bulmalıydık.

Turgut dolabından gerekli olabilecek eşyalarını getirdi. Biz de düştük Mamak yollarına.
O gözümde büyüyen Mamak bu kez hem Seher’in yanımda olması,hem de bir gün önceki tecrübem nedeni ile komşu kapısı gibi geldi bana… Adını pek iyi duymadığımız Bent Deresi’nden bu kez sadece iki kız bindik Mamak minibüslerine, biraz tedirgin olduk ama rahatsız edici hiçbir şey olmadı doğrusu.

Nizamiyeye geldiğimizde aynı askerin orada olduğunu görünce biraz rahatladım, asker de beni hatırlamıştı. Yeniden sorgulanmaya gerek yoktu. Güler yüzlü genç bir çocuktu. Gerekli eşyalarını getirdiğimi onları içeri göndermek istediğimi söylediğimde gülümseyerek “ Gerek yok, onları bugün salıverilecekler zaten” demez mi? Kulaklarıma inanamadım. Hem seviniyor hem de ‘ bizi atlatmak için böyle söylüyor olabilir mi acaba?’ diye geçiriyorum içimden.
“Olsun siz yine de gönderin, ya aksilik olur çıkamazlarsa, çıkarlarsa da yanında getirir.” dedimse de dinlemedi beni, çok kararlı bir şekilde “hayır hayır kesin çıkacaklar” deyip yanaşmadı eşyaları göndermeye. Bu arada bir gün önceki jip’de bir defter düşürmüş olabileceğimi söyledim. Her gün aynı saatlerde oradan geçtiğini, beklersek 10 dak. sonra sorabileceğimizi söyledi. Jip söylenen saatte geldi. Şoföre defteri sorduğumda “Evet, evet burada düşürmüşsünüz. Ben de onu eve bıraktım. Gelin bize gidelim de vereyim” dedi.
İnanın o an aklıma hiç kötü bir şey olabileceği gelmedi. Sadece olay biraz saçma geldi.. ‘Adam neden evine bırakı ki el alemin adres defterini?’ diye düşündüm. Arabada üç sivil giyimli, iki asker üniformalı beş kişi vardı. Arka koltuk üç kişilikti ve cam kenarında sivil polis olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam oturuyordu. Biz de yanına oturduk. Yolda, geliş nedenimizi, nöbetçi askerin çıkacaklarını söylediğini anlatıp, onların da haberleri olup olmadığını yokladım. Ama bu konuda pek bilgileri olmadığını anladım. Bana oldukça uzun gelen bir yolculuktan sonra Ankara’nın gece kondu mahallelerinde, dar bir sokakta tek katlı bir evin önünde durduk.. Şoför atlayıp eve girdi ve elinde bizim defterle geri geldi.Hem Selçuk’un çıkma ihtimali, hem de deftere kazasız belasız kavuşmanın sevinçiyle ben şakıyıp duruyordum, Seher’in ise hiç sesi çıkmıyordu. Sonunda bizi Bent Deresi denen yerde minibüs duraklarında indirdiler. Adamlar uzaklaşınca Seher ağlamaya başladı. Şaşırıp kaldım, ne olduğunu anlayamadım.Meğer yanındaki sivil polis kızcağızı rahatsız etmiş, ben hiç fark etmemişim. Adama bir şey diyememek de ayrıca bozmuş sinirlerini. Çok üzüldüm. Ama olayları daha iyi kavrayınca, çok daha üzücü şeylerin olabilirliğini görüp, yaptığımızın yanlışlığından ürktüm.

Artık okulumuza dönüp heyecanla gelişlerini beklemekten başka yapacak şey kalmamıştı.
Gördüklerimize “Bugün bırakılacaklarmış.” dediğimizde, bize pek inanmıyorlardı. Onlarda farklı şeyler duymuşlardı. Zaten ben de pek inanamadığım için daha da şüphe duymağa başlamıştım,yine de umudumu yitirmiyor gelen otobüslere hevesle koşuyordum.

Hava kararmasına rağmen gelen giden yoktu. Azalmış olan umudum, giderek bitmeye yüz tutmuştu. Bir gurup arkadaşla, yurtların yan tarafında kalan yeşil alandaki kamelyada, ateş yakmış, etrafında hüzünlü türküler söylerken yeni otobüslerin geldiğini gördüm ama bu kez koşmadım. Bu saate kalmazlardı, gelseler şimdiye kadar çoktan gelirlerdi. Yine de uzaktan bakıyordum, karanlıkta bir şey anlamak mümkün değildi, sakin sakin iniyorlardı gelenler otobüslerden.
Derken otobüslerin oradan birinin çığlığını duydum “ Tüliiiiin koooş geldileeer !!!“. Yurtların önüne nasıl koştuğumu bilemedim, yüreğim deli gibi çarpıyordu. Bir sürü kafası kazınmış tip inmişti otobüslerden, karanlığın da etkisi ile birbirlerinden ayırmak kolay olmuyordu Boyu bosu benzeyenlere yaklaşıp Selçuk mu diye bakıyordum, hiç biri Selçuk değildi, Selçuk yoktu. Sonunda birine “Selçuk nerede, onu gördünüz mü?” diye sordum. “Selçuk otobüslere yetişemedi, bir sonrakilerle gelir herhalde” dedi. Birden onun meşhur sözü geldi aklıma, beni sinir eden sözü “Kaçan otobüsün de, kızın da peşinden koşulmaz, nasılsa yenisi gelir.” Bir taraftan çıktığını öğrendiğim için sevinmiş, bir taraftan da böyle bir durumda bile her zamanki gibi kendini zora sokup koşmamış, otobüslere yetişmemiş olduğu içi bozulmuştum. Bunları düşünerek başım önümde yurda doğru yürürken, biri omzuma dokundu.. Başımı kaldırıp baktım,Selçuk tu. Otobüslere yetişmiş, iner inmez de bizim yurda koşup beni çağırtmıştı. Dışarıda olduğumu öğrenmiş, beni aramaya geliyordu. Bu kez sözünü uygulamamış, beni yanıltmıştı. Keşke hep böyle yanılsaydım…

TÜLİN GÖRKEM