Pazar, Mayıs 01, 2005

“KÖLE İLE EVLENME!..”

“Köleyle evlenme kızım” dediğini anımsıyorum babaannemin arasıra. Sanırım beş-altı yaşlarında olmalıydım o sıralar. Alzheimers hastası olan babaannemin söylediği bir çok şeyin, onu bizden uzaklaştıran, aklındaki onulmaz karışıklıktan kaynaklandığını fark edebilecek yaşlardaydim. Neredeydi babaannem, üşüyor muydu, canı yanıyor muydu, o uzak, çözümsüz bilinmezlikte. Keşke bir yolu olsaydı, o eski şefkatli bakışlarını, dokunuşlarını geri getirmenin…Derinlerde bir yerde, hâlâ bizleri anlayabildiğini, olup bitenlerin biraz da olsa farkında olduğunu hissediyordum. Sonra birdenbire onun, “ Yavrum çocukların nasıl, damat nasıl” sözleriyle, yıkılıyordum yine.


Babaannemi kaybedeli yıllar oldu. Onu bana bakıp, büyüttüğü eski güzel günlerdeki, pırıl pırıl haliyle hatırlıyorum. Yedi çocuğun ardından, bir de torun büyütmüştü. Sonra da yataktaki o iskelet gibi halini….Ben hiç evlenmedim. Belki yaşasaydı, en azından köleyle evlenmedim diye mutlu olurdu… Artık babaannem ile , dedemin benim duymamı istemedikleri zaman konuştukları o garip dilin ne olduğunu , kimin yabancı , kimin köle sülalesinden olduğunu biliyorum. Daha doğrusu, bunların insanların beyninde kurguladığı, yıkıcı, zavallı, senaryolar olduğunu biliyorum. Zaman zaman köklerimi merak etmekle birlikte, bu merakımın eskiye duyulan ilgiden öteye gitmediğini ve gitmeyeceğini biliyorum, eski esyalara, eski kartpostallara, eski pullara duyduğum ilgi kadar sadece.


Geçen yaz, Sinop’a annemin ve babamın doğduğu yere gittim. Aslında, en azından iki yılda bir yazları mutlaka giderim ben Sinop’a. Doğa ile başbaşa, deniz, orman, harika bir tatil olanağı oluyor genelde. Tabiî eğer Karadeniz’in vahşi iklimi oyunbozanlık etmezse. Neyse, genelde köyleri dolaşıp, bizim akrabaların kullanmadığı eski eşyaları falan topluyorum. Eski kahve değirmenleri, saatler, ibrikler vs. Anneme “Anneciğim, Erikli’ye çoktandır gitmedik, ben yarın gitmeği planlıyorum” deyince; pek de istekli olmadığını görüyorum. Gerçekten de bizim eskilerin, en güzel en ihtişamlı evleri Erikli’deymiş. Cemal Dede’nin evini annem hatırladığı kadarı ile zaman zaman anlatır. Orada hâlâ işime yarayacak bir çok parça olabileceğini düşünüyorum, iştahım kabarıyor.Annem de ısrarıma dayanamıyor, ve ertesi sabah birlikte yola koyuluyoruz.

Erikli bir dağ köyü. Dik virajli bir yoldan, bir buçuk saat kadar tırmanıyoruz. Yıllar önce bir kere, bir köy düğünü için gelmiştim buraya. Araba tırmandıkça, kulaklarımız uğulduyor. Oksijenin ciğerlerimizi temizlediğini hissedebiliyoruz. Bu yolu eskilerin nasıl atlarla, katırlarla aldığı geliyor aklıma. Yerleşmek için pek de uygun bir yer değil ,diye düşünüyorum. Yolun beni halsiz bırakmasına karşın, o anda orada olmaktan hoşnut olduğumu duyumsuyorum. Ilık bir huzur kaplıyor içimi. Arabadan inince, geleceğimizi bilen akrabalarımız karşılıyor bizi. Akraba deyince, öyle kan bağı falan yok çoğu ile aramızda, Abhazlık’ta, aynı sülaleden olmak akrabalık için yeterli. Bu köy, Abhazlar’in Sinop’ta ilk yerleştikleri köylerden biri. Ama daha sonra, çoğu daha düzlük köylere inmiş. Sadece Cemal Dede, Rıza Dede ve Tahir Dede’nin evleri kalmış burada.Tabiî bu evler kullanılmıyor şimdi. Çocukları yeni betonarme evler yapmışlar, hemen bu evlerin yanına. Ahşap evlerde artık oturmamakla birlikte, mümkün olduğunca korumaya çalışıyorlar.

Açık hava, bol gıda insanı şımartıyor, sersemletiyor. Kadiye Hala’mın evinde biraz kestirdikten sonra, annemle önce Cemal Dede’nin evini geziyoruz. Cemal Dede, benim büyük dedem. Yani, dedemin dedesi. Uzun boylu, yakışıklı ,dağ gibi bir adammış, anlatılanlara göre. Bütün gençler çekinirmiş ondan. Cemal Dede’nin evi eski geleneklerin en cok korunduğu, devam ettirildiği evlerden biriymiş. Gel gör ki; en bakımsız, en harebeye dönmüş ev de Cemal Dede’ninki.. Çocuklar, torunlar pek bakmamışlar eve. Cemal Dede’nin borusu sağken ötüyormuş, diye geçiriyorum aklımdan. Beğendiğim,ufak tefek şeyleri almama da hiç itiraz etmiyorlar. Belli ki , evi çok fazla koruma gibi bir niyetleri yok. Biraz içim acımakla birlikte, aldığım eski fotograf çerçevelerinin cilalanınca nasıl duracağını hayal ederek avutuyorum kendimi. Aslında biraz serzenişte de bulunuyorum bizim akrabalara, ama sonuçta eski yapılara bakmak da çok para istiyor, kolay değil.

Cemal Dede’ninkinden sonra bir kaç ev daha dolaştım, ama fazla bir şey bulamadım, bir kaç fotograf çektim sadece. Kadiye Halam’ın ikramlarını yiyip , çayımızı içtikten sonra, Cefet Dede’nin evi geldi aklıma . “Hala’cığım bir orası kaldı, gitmediğimiz” deyince; halamın yüzünün garip, belirsiz, bir hal aldığını görüyorum. Kaçamak bakışlarla “ Çok eski o ev kızım, yıkıldı yıkılacak, tehlikeli bile olur, girilmez” diyor. Sonra anneme dönüp, Abhazca bir şeyler söylüyor. Üff… İşte böyle zamanlarda sinir oluyorum, bu dili bilmediğime. Benden bir şeyler gizlediklerini düşünerek, iyice ısrarcı oluyorum gitmek konusunda. Hatta “hadi ben gidiyorum, peşimden çayınızı bitirip siz de gelirsiniz” deyip; tepkilerini dinlemeden düştüm yola. Daha bir dakikalık yol yürümemiştim ki, o benim romatizması azmış Kadiye Halam ile annem yanımda beliriverdiler.

Eve yaklaşırken Cefet Dede’nin de bizim sülaleden olduğunu, ama onunla ilgili fazla bir şey bilmediğimi düşünüyorum. Dut ağaçlarının arasından süzülerek, varıyoruz eve. Hiç de halamın anlattığı kadar, kötü durumda gözükmüyor bana burası. İskeleti oldukça sağlam gibi. Görkemli, çok görkemli bir yapı, incecik dantel gibi oymalar var, cumbalarında. Cefet Dede’nin ailesinden kimse kalmamış köyde. Hepsi şehire yerleşmiş, sanki köklerinden kaçmaya çalışır gibi, sanki geçmişin izlerinden, sanki kendilerinden kaçmaya çalışır gibi. Sanki gömmeye; bir şeyleri, sonsuza dek gömmeye çalışır gibi.

Evin yanında, bir Türk ailenin evi var. Ailenin kızı Elif, kendini tanıtıp, bize eşlik edebileceğini söylüyor. Çok tatlı cana yakın bir genç kız, Elif. Halamın Elif’in teklifinden rahatsız olduğunu hemen anlıyorum. Çok nezaketsiz bir tonla, kıza gerek olmadığını söyleyince; halama keskin bir bakış fırlatıp, Elif’e; “çok memnun oluruz, sen daha evvel girmişsin bu eve, sağlam olmayan bir bölüme girip kendimizi riske atmayız,
sağol”, diyorum.

Cefet Dede’nin evi üç katlı. Kapıyı açınca,kesif bir toz bulutu vuruyor yüzünüze. Ahşap yapıda, bastığınız her yer gıcırdıyor, çökecekmiş hissi veriyor. “Uff, halam haklı olmalı. Gerçekten içi dıştan görüldügü gibi sağlam değil.” diyorum kendi kendime. Trabzanlardan, ikinci kata çıkarken, artık iyice huzursuzlanmaya başlıyorum. Garip,tarifsiz bir ağırlık çöküyor üzerime, sanki her basamakta biraz daha ağırlaşıyorum. Sanki külçe gibi kalıyorum oracıkta, daha ilerlesem sanki çökecekmiş gibi merdiven ve ben derinlere ama çok derinlere yuvarlanacakmışım… Tam geri dönmeye ve evden çıkmaya niyetlenmişken , bizimkilerin yine Abhazca bir şeyler konuştuklarını işitiyorum alt katta. Bunlar bana bilinçli olarak bu dili öğretmediler diye, bilenerek; bir solukta çıkıyorum merdivenleri. Elif çoktandır orada. Basamağın birine oturmuş beni bekliyor. Garip bir ağırlık çöktu üzerime diye anlatıyorum. “Eski yapıları hep gezerim, ilk kez böyle bir hisse kapıldım” diyorum. Önce, duraksıyor Elif, bir şey söylemekle söylememek arasında kalakalıyor. Islak kara gözlerinde garip bir kıpırtı var. “Belki” diyor. “Belki hissettin”. “Neyi” diyorum. “Neyi hissettim?” Bizimkiler yanımızada bitiveriyorlar aniden. Halam rahatsız edici bakışlarını dikiyor,Elif’in üzerine. Aynı soydanız, ben de en az halam kadar inatçıyım. Elif’in kolunu yumuşacık kavrayıp, elini avuçlarımin içine alıyorum. Beraber üçüncü kata çıkıyoruz.

O, söylemek istediği her ne ise; duymak, bilmek istediğimi seziyor. O an- dan itibaren; o evde, oracıkta Elif, ben ve Elif’in anlattıkları var sadece.

“Bu evde “ diyerek, başlıyor Elif. “Yıllar, çok yıllar önce, bey sülalesinden Abhaz bir aile yaşarmış”. Belli ki, Cefet Dede ve ailesinden bahsediyor. “Ailenin büyük oğlu, Adil köle sülalesinden bir kız sevmiş”. O anda, yatakta bir deri bir kemik kalmış babaannemin “Köle ile evlenme, köle ile evlenme kızım”, sözleri şimşek gibi çakıyor beynimde. Sanki ilk defa gerçekten bir anlam ifade etmeye başlıyor bu sözler. Elif’in gözlerindeki ürkeklik, yerini rolünü icra eden bir tiyatro oyuncusunun kararlı heyecanına bırakmış. Artık Elif, anlatıcı rolünü üstlenmiş durumda, ve Kadiye Hala’mın delici bakışlarının onu durdurmasına imkan yok.

Abhazalıkta istilalarla tutsak edilip, çalıştırılan ve karın tokluğuna yaşayan insanlara, bir de Abhaza örf ve adetlerine karşı gelen; bu yüzden de toplum tarafından dışlanan insanlara köle denirmiş”, diye devam ediyor Elif. “Feodal bir yapı varmış, o dönemler. Köleler bey sülalelerinden olanların yanına bile yaklaşamazmış . Sadece kendi içlerinde evlenebilirlermiş. Bir bey oğlunun köle bir kızı sevmesi düşünülemezmiş bile.”

O an sanki, içimdeki ağırlığın nedenine yaklaştığımı duyumsuyorum. Altıncı hissim hiç kuvvetli değildir, aslında. Ama bu eve girdiğim ilk andan beri, belki halamın şu ana dek hiç şahit olmadığım gerginliğinden, belki de Elif’in hiç tanımadığı bizlere sanki içinde tutamadığı bir şeyleri anlatmak istercesine tavrından, belki de …Üff bilmiyorum. Ama daha o toz dumanını yuttuğum ilk andan beri bu evin diğerlerinden çok farklı olduğunu, bana daha önce yaşamadığım bir deneyimi yaşatacağını biliyordum.

“Kızın adı” diyor Elif, iyiden iyiye epik tiyatro vari anlatıcı rolüne bürünmüş; “Alaşara imiş”. “Alaşara , Abhazca yürek, gönül ışığı demekmiş. Alaşara’nın sülalesinin nasıl köle olduğunu bilen yokmuş. Hoş, zaten bunun çok da bir önemi yokmuş o zamanlar.Kuğu gibi,zarif, uzun boylu, lepiska saçları, incecik beline kadar uzanan;derya gibi bir kızmış. Adil de yağız, arslan gibi bir delikanlıymış hani. Ailesinin bütün karşı çıkışlarına rağmen, söz geçirememiş yüreğine. Kaçırıp, getirmiş Alaşara’yı bey konağına.

“Peki diyorum” öyle bir ormanlarda, kuytularda falan buluşmaları olmamış mı hiç? . O dönemlerde de gizli sakli da olsa flört olayı varmıştır,mutlaka” . “ Yok” diyor, Elif. “ Adil’in gönlü düşmüş Alaşara’ya. Ama, onda da aynı kahrolası feodal yapının izleri var. Bir kerecik düşünmemiş bile bu kız beni istiyor mu diye. Bir mal gibi, sorgusuz, sualsiz kapmış getirmiş kızcağızı”.

“Sonra” diyorum. “Sonra” diyor Elif. “Alaşara çok kötü günler geçirmiş konakta”. Adil’in annesi ve kardeşleri, çok kötü davranmış, çok eziyet etmişler kıza. Bey ise, artık olmuş bir kere, deyip mümkün olduğunca kayırmaya çalışmış Alaşara’yı.

“Peki ya Adil, o ne yapmış” diyorum. “O diyor” Elif. “ O Alaşara’ya kalkan olmuş. Aşkına ,sevgisine sahip çıkmış, yanından, gözünün dibinden ayırmamış onu. Alaşara’da kendine bu denli ihtimam gösteren bu delikanlıyı sevmiş zamanla. Dillere destan olmuş Adil’le Alaşara’nın aşkı”.

Halama bakıyorum, gözleri buğulu, ağladı ağlayacak. O kızgın tavrından eser kalmamış. Annem desen öyle. Belli ki , onlar hikayenin sonunu biliyorlar. Bizim Abhazlar genelde ketum insanlardır. Özellikle de aileleri ile ilgili yüz kızartıcı, utanılacak bir şey varsa, gizli bir mutabakat ile sanki üstünü örterler.

İşte Elif, bu mutabakatı bozduğu için o denli sinirlenmişti Kadiye Halam. Ama, Elif bir Türk kızıydı. Ve bu konunun bizim için hassasiyetinin çokta bilincinde değildi.

“Derken” dedi Elif, “Alaşara hamile kalmış. Adil, sevincinden havalara uçuyormuş. Bey de mutluymuş torunu olacağına. Ama Adil’in kardeşleri ve annesi burunlarından soluyorlarmış.

Birkac ay sonra, gelin kız dört aylık gebeyken, Adil’i askere almışlar. Sanki başına gelecekleri bilirmiş gibi, göz yaşları yol olmuş Alaşara’yı bırakırken. Adil’in kardeşleri ve annesi yapmadıklarını bırakmamışlar, Alaşara’ya. Alaşara hastalanmış, köyde kimse yüzünü görmemiş uzun zaman. Bir gün, Bey’in de şehirde olmasını fırsat bilen, ev ahalisi oğullarının sevdiği demeden; kesmişler Alaşara’nın cezasını, yazmışlar yazgısını. İlkyazmış, çiçek kokuları sarmışmış etrafı. Erguvan ağaçları, boy boy olmuş her yerde. Alaşara ancak biraz doğrulmuş hastalıktan, işte tam da bu katta, şu dipteki odada kalırmış zavallıcık. Önce Adil’in küçüğü Akif çıkmış, Alaşara’nın odasına. Kocaman bir bıçakla darbe üstüne darbe indirmiş Alaşara’ya. Sonra kayınvalide Hayriye, sonra büyük görümce Nurcan; defalarca, defalarca saplamışlar Alaşara’nın narin bedenine bıçağı. Gebe kızın oluk oluk kızıl kanı akmış her yere…Haberi alıpta, Alaşara’nın paramparça cesedi ile karşılaşan Adil ise; av tüfeği ile kendini vurmuş. Erguvan zamanıymış, ilkyazmış. Bir Adil, bir bebek, bir Alaşara varmış…yokmuş…Gözler kör, kulaklar sağır, yürekler taşmış… ”



Alaşara’nın öldürüldüğü odaya doğru yöneliyorum, kapıyı açamıyorum. O ağırlık yine çöküyor. Bu kez ben de karşı durmuyorum. Bu kadarına gücüm olmadığını biliyorum. Sanki Alaşara’ya saplanan bıçak darbelerini hissediyorum bedenimde. Çok eskide de yaşanmış olsa, yere göğe siğdıramadığım kendi ailemde böyle bir vahşetin yaşanmış olması sarsıyor beni. Utanıyorum… Babaannemin “ Köle ile evlenme” sözleri yankılanıyor kullaklarımda. Titriyorum.


Doğa Konukman