Salı, Mart 29, 2005

Emrullah

Emrullah’ın sorunu belki de Bach’ın kaleminden ete kemiğe ve şekle bürünmemiş olmasıydı. Bahch’ın anlattığı Jonathan olsaydı, muhtemelen Emrullah’ın kaderi böyle olmayacaktı. O da enginlere doğru uçacak, ufuğu en yüksekten gören, taze balık yiyen, hızlı uçma konusunda uzman ve aykırı bir kuş olacaktı.

Ama öyle olmadı...

Emrullah, İstanbul martı nüfusunun önemli bir kısmını barındıran Kurtuluş’ta eski bir evin çatısında, başka yuvalardan çalınan çer çöple kurulan derme çatma bir yuvada dünyaya geldi. Civarda bolca bulunan martı yuvalarındaki yavrularla birlikte, çığlıklarla hem birbirlerine hem de çevrede yaşayan diğer canlılara huzur verdirmemecesine büyüdü. Anne babasının getirdiği yiyeceklerle beslendi, sonra bembeyaz tüyleri ile uçmaya çalışan çok güzel bir martı oldu.

Uçmayı öğrendikten sonra annesinin peşinde koşarak bir süre ondan yiyecek dilendi, sonra anladı ki artık azat edilmişti, ona yiyecek verecek başka martı da yoktu, bilakis yiyeceğini çalmaya çalışan başka martılar vardı. Aç kalarak rekabet etmeyi ve yaşamayı öğrendi. O da kimseye muhtaç olmadan kendi karnını doyurmanın yollarını buldu.

Her sabah günün ilk ışıkları ile uyanıp, karınlarını doyurdukları Kemerburgaz çöplüğüne yollanır, çöpün o günkü bolluğuna göre beslenir, kalan vakte göre bazen Karadeniz kıyılarına uçardı. Denizin üzerine konup, çöpte üzerlerine bulaşan kirden biraz arınır, sonra da kumsalda pineklerdi. Akşam saatlerinde yine gecelediği çatıya dönerdi.

Yaşamayı öğrendi dedik ya, büyüdü , büyüdükçe kirlendi ve yaşamın monotonlaştığından yakınmaya başladı...Bunlar Emrullah’ın suçu değildi, hayatı monoton yaşamak, tüylerini kirden uzak tutabilmek, çürümüş bir parça et için diğer martılarla veya kargalarla kıyasıya kavga etmek, bu uğurda belki de kanadındaki onun için çok değerli olan ve asla bir daha yenilenmeyecek bir kaç teleğini kaybetmek.

Geceledikleri yer ile çöplük arasındaki günlük uçuşlarında İstanbul’u havadan gördü; güzel kentti. Ama sabahları da akşamları da güneşe ters uçtuklarından olsa gerek güneşin kızıllığının içinden geçmeye çalışmanın tadını bilemedi, Arkasına bakmayı akıl etse belki de genlerinde gizli kalmış, yok olmak üzere olan duyular harekete geçecek ve ne olursa olsun deyip batmakta olan kocaman tepsi şeklindeki kıpkırmızı güneşe doğru yol alacak, ona ulaşmaya çalışacaktı. Dışarıdan bakıldığında kıpkırmızı bir tepsi içinde bir karaltı, kanatları açık bir martı olamadı hiç. Hem de kanat uçları her iki uçtan tam da tepsinin sınırları içinde. Emrullah’ın böyle bir fotoğrafı hiç olmadı.

Emirlere itaat Emrullah’ın genlerine işlemişti. O da bilseydi eğer, hayal edebilseydi; Jonathan gibi gençliğinde yaşlı martılara başkaldırmayı dener, çöpte beslenmek yerine balık dolu denizleri bulabilmek için uzak mesafelere uçardı sabah erkenden. Ve de akşam saatlerinde karnı taze balıkla doymuş, tüyleri kirlenmemiş, yıpranmamış çok sağlıklı bir martı olarak uzak mesafelerden kanat çırpardı geri evine. Genlerinde silinmiş ya, farkında değildi neler kaçırdığının, denemeyi aklından bile geçirmemişti. Dedik ya bunlar onun suçu değildi.

Bilebilseydi eğer, fırtınalı günlerde kayalara çarpan dalgaların arasında uçmayı, havaya karışan tuzlu su damlalarını içine çekmeyi, yapardı. Yeteneklerinin farkında olsa; uçma teknikleri üzerinde doğanın ona bahşettiklerini bilebilse; hiçbir fırtınaya aldırmadan, kanatlarını açıp kapatarak istediği manevrayı yapabilirdi. Ama genlerindeki özgürlük izleri silinmişti ve çok az miktarda kalan birkaç özellik de kullanılmamaktan belki onunla birlikte yok olacak, sonraki kuşaklara aktarılamayacaktı. Dedik ya, Emrullah Bach’ın martısı değildi.

Başkaldırabilseydi düzene, o da akşam kızıllığında güneşin batışına kanat çırptıktan sonra konaklamak üzere sakin bir mendireğin üzerine tünemek, orada gecelemek isterdi. Martı çığlıklarının daha az olduğu, her gece birkaç arkadaşlarını kaptırdıkları, ölümü göze alarak aralarına kadar girmeye cesaret eden arsız kedilerin olmadığı bir mendireğin veya adacığın kayaları üzerinde. Sakince, sürekli tetikte değil, uyuyarak.

Karnını taze balıklarla doyurabileceği, verimli denizleri olan bir diyarın temiz ortamında. O da hiç istemezdi, bembeyaz tüylerinin bir daha hiç ağarmamacasına kararmasını. Çöplükte yiyecek aramayı bilmemeyi, yiyecek için kavga etmemeyi, ihtiyacı kadar yemeyi, başkalarına da yiyecek bırakmayı. Bolluk olsaydı belki, Emrullah bunları öğrenecekti.

İşte böyle, tüm bunlar Emrullah’ın suçu değil; çünkü o Bach’ın kaleminden ete kemiğe bürünmedi.

O üzerinden sıkça silindir geçen bir toplumda, aydınlanmanın gerçek anlamda hala yaşanmadığı, özgürlüğün ise sadece bayrağın gökyüzünde dalgalanması zannederek büyüyen bir nesil bireyinin dilinden, kaleminden kağıda aktarıldı.

Emrullah’ın ufku, doğduğu ve yaşadığı zamanda ona yapması için belirlenenlerle sınırlı kaldı, yeni şeyler yapmaya kalktığında ayıplandı, dışlandı. O ne yaptı ; hemen yıldı, pes etti, tekrar denemeyi istemedi; belki damağında birazcık tadı bile kalmadı.

Allah’tan çok bedel ödemedi. Boşa yaşanan bir hayat, bedel değilse eğer. Oysa kanarya olup tüm ömrünü bir kafeste de geçirebilirdi. Sahibine şarkı söylemek zorunda kalabilirdi. En fazla kafesinden çıkıp yaptığı birkaç metrelik uçuşları özgürlük sanabilirdi. Ve o özgürlükten korkup kafesine geri dönen bir kanarya olabilirdi.

O kendisini tutan şeyin dışarıdan değil kendi içinden geldiğini bilemedi hiç. Bunları düşünecek zamanı bile bulamadı, ekmek kavgasından, ne için ? Kokmuş, kurtlu bir kaç parça et için.

Hani hiç de eğlenceli günler olmadı değil hayatında. Gençliğinin ilk günlerinde karşı cins bir martının peşinde açlığını unutarak ters yöne gitmişti. Denizin üzerine dalış yapan martıları gördü. Yaklaştığında bunların vapurlardan atılan ekmekleri almak için dönüp duran ve arada denize konan martılar olduğunu anladı, farkında olmadan o da aralarına katıldı, döndü durdu. Ama bir lokma bile kapamadı, taze simit tadını bilemedi.

Çöplükte kursaklarını doyurdukları bir gün deniz kıyısına gitmiş, balık ağını çeken bir tekne civarındaki ağın içindeki balıklardan kapmaya çalışan martıların arasına karışmıştı. Karnı çok toktu belki de, belki de balık kapmak için yeterince çalışmadı, riske girmedi. Emrullah bir balık bile kapamadı, taze balık tadını bilemedi, bir daha da denemedi hiç.

Diğer martılar gibi Emrullah’ın da yavruları oldu zamanı geldiğinde. O da çevre yuvalardan çaldığı çer çöp ile bir yuva kurdu, yavrularını o yuvada büyüttü. Aynı mahallede kendi doğduğu çatıda. Biz zamanlar kendi yaptığı çılgınlıklara çocuklarının yapmasına karşı çıktı, onlara kızdı. Yavrularının büyümesini izledi, onların uçma zamanı geldiğinde kar beyazı tüylerini kıskandı, duygularını kimseyle paylaşamadı.

Birkaç nesil yavru büyüttüğünde eski gücünü kaybettiğini o da anladı. Artık uzak mesafelere uçamıyor, kanatlarındaki telekler hayat mücadelesinde fazlaca yıpranmış olduğundan genç martılara göre daha fazla kanat çırpması gerekiyordu aynı mesafeyi uçabilmek için. Yorgun bedeni, ancak alışılagelmiş düzene kafa tutan genç martılarla tartışmalarda ancak eski gücüne kavuşuyordu.

Bir sabah güneşin ilk ışıkları göründüğünde martı çığlıkları arasında Emrullah’ın sesi duyulmadı. Yaşam gailesi peşinde koşan diğer martılar, çöplüğe doğru uçmaya başladıklarında, kırmızı kiremitli çatıda kirlenmiş kanatları ile yığılmış kalmış olan Emrullah’tan akşam saatlerinde geriye nasılsa rüzgarla uçmamış bir kaç tüy parçası kaldı.

İşte Emrullah’ın hayatı böyle geçti. Dedik ya bu onun suçu değildi, o Martı Jonathan değildi.

REFİK KOCABAŞ