Pazartesi, Mayıs 02, 2005

ERGUVAN ZAMANI

- Çiçek tutma zamanı.

Böyle söylemiyor mu? Sinir oluyorum. Bak elim titredi, ona götürdüğüm kahvenin köpüğünden bir damla, fincanın kenarından aktı, köpükte göz oluştu, kötüye işaret. Tövbe tövbe, elem tere fiş kem gözlere şiş.

Kızgınlığım hemen geçti. Ne de olsa evimin direği, yılların hayat arkadaşı, nasıl karşı durabilirim. “Çiçek tutma zamanı” dediği zaman onun için çok önemli. Baharı dönemlere ayırır, su yürüme zamanı, tomurcuk zamanı, çiçek tutma zamanı ve yaprak zamanı diye isimlendirir.

Çiçek tutma zamanı tam olarak erguvanErguvan ağaçlarının eflatun rengine bürünmeleri ile başlar, son çiçeğin dökülmesi ile biter. O, bu dönem süresince tüm gününü uzaktan da olsa boğazı gören evimizin penceresinden uzun uzun dışarıyı seyrederek geçirir. Az konuşur, geçmişin girdaplı yollarına dalar gider, hepsini bilirim ;, bilirim de yine ses etmem.

Geçmişini doğru dürüst hiç anlatmadı ama yine de bilirim. Gizlisi saklısı yoktur, neden bilmem erkekler kadınlar gibi değildir, böyle güzel konuları konuşmazlar, belki de anılarını paylaşmak istemezler. Onca yıl geçti, ufak tefek bilgileri birleştirince eksik nokta kalmadı gibi. Sanırım hakkında her şeyi biliyorum, belki de kendisinden daha fazlasını.

Öğretmen mektebini bitirmiş, ilk tayini Erzurum’a çıkmış, ikinci yılında iken nasılsa LiseyeLise’ye kadar okuyabilmiş bir kız öğrencisi ona aşık olmuş. Kız çok güzel kompozisyonlar yazarmış, aşk mektubu gibi. Bu Azeri güzeline gönül kapılarını açmış, ama sadece bakışmakla yetinmişler. Bir akşam saatinde kız lojman kapısına dayanmış, kolunu tutup “Menimeni gaçır. ” demiş. İlk otobüsle İstanbul’a gelmişler. Boğazda bir ev bulmuşlar. Evlenmeden önce beni eski evine götürmüş, geçmişini göstermişti. Aklınca hakkındaki her şeyi bilmemi, yanlış karar vermemi engellemeyi istemişti. Bilmiyordu ki ben onun geçmişini değil, o anını sevmiştim. Evi, erguvan ağaçları arasında tek katlı bir gecekonduydu.gecekondu evi idi. Sadece iki göz. Daha sonra oraları yıkıldı ve güzelim tek katlı beyaz badanalı evlerin yerine heyula binalar dikildi. Biz de zaten karşıda oturmayı seçmiştik.

O gün de “çiçek tutma zamanı” idi. Ev ziyaretinden sonra sıra mezarlık ziyaretine gelmişti. Önceden söylememişti. Mezarların arasından geçmiş bir mezarın önünde durmuştu, ben de onunla beraber durdum. Bir an beynime şimşekler saplandı, ayakta duramadım, koluna yapıştım. İki kişilik mezarın bir tarafında adım soyadım yazıyordu. Durumu anlamam için ne kadar geçti bilmiyorum. Demek onun da adı da Sâkine idi. Ve anladığım kadarı ile o gün için müstakbel olan kocam da ölünce bu mezara gömülecek idi. Ya ben ne olacağım diye de düşünmedim değil o anda. Bu sorunun cevabını zaman içinde yine kendim verdim, geniş mezar, aralarına ben de sıkışıveririm, ne olacak, Sâkine’nin itiraz edeceğini sanmam, nasılsa aynı bedeni iradesi dışında da olsa paylaşmıştık. İsim soy isim de tutuyordu nasılsa. Onun doğum tarihini benim de ölüm tarihini koyduk mu kimse bilmez.

İstanbul’a geldiklerinde Sakine küçükmüş. Evlenmek için yaşı tutmuyormuş, kaçtıkları için yerine imza atacak annesi de yok. Mecbur imam nikahı ile idare etmişler. Daha sonraki yıllarda bir ara evlenmişler.

Beni severdi, belli etmek istemese de beni severdi, bana çiçek getirirdi. Ama hiç erguvan getirmedi. Bilirdim, erguvan öbür Sâkine için ayrılmıştı. Eşimi hiç kıskanmadım, zaten hiç kıskanılacak biri değildi, kıskandıracak bir şey de yapmadı. Mezar ziyaretinde gördüm, koca bir demet erguvan dalı kurumuş, pembeye dönmüş çiçeklerini mezarın üstüne dökmüştü.

Babam, ormancı idi.mühendisi idi. Ailecek ömrümüz ormanlarda geçti, ağaçları, bitkileri tanırım. Bir gün önce mezarı ziyaret etmiş, eski karısına benden bahsetmiş, yalnızlığın Allah’a mahsus olduğunu söylemiş benim için icazet almıştı. Karşılığında erguvanlarıErguvan’ları sadece ona getireceği sözünü vermişti. Her “çiçek tutma zamanı” onumezarı ziyaret ettiğini biliyorum. Ve ona erguvan götürdüğünü. İşte bunu anladığım zaman kıskandım. Eşimi bir ölüden kıskandım.

Anlatmıştı, yine bir “çiçek tutma zamanı”, içki masasında. Nadiren içerdi, içince ölçüyü kaçırmaz, sadece belli etmediği duygusallığı açığa çıkardı.

İstanbul’a geldikten beş yıl sonra, bir akşam evde otururken kapı çalmış, eşim açmış. Yapısından DoğuluDoğu’lu olduğu belli olan biri varmış kapıda. Ortada bir soğukluk esmiş, Sâkine de kapıya gelmiş, ziyaretçiyi gördüğü anda çığlığı basmış. Gayrı ihtiyari geriye dönen eşim, Sâkine’nin iki eli ile yüzünü kapadığını görmüş. “Sen benim ağamsın yapma ! ” olmuş son sözler ağzından dökülen. Geri döndüğünde kurşunlar üzerlerine doğru yağıyormuş. Her birine üçer kurşun. Katil onları öldü diye bırakmış, gitmiş teslim olmuş. Sâkine’nin eski nişanlısı, amcasının oğlu imiş.

Aylarca hastanelerde sürünmüş. Eşinin mezarını bile kaç ay sonra ziyaret edebilmiş. Hastanede yatarken katili haber göndermiş. TöreyiTöre’yi yerine getirdiğini, onun için meselenin kapandığını söylemiş. Ama eşimin intikam hakkı varmış, isterse kullanırmış, eğer kendisini vurursavurur ise Allah nezninde davacı olmayacakmış. Nerde, bir sineği bile öldüremeyen kocam adam mı vuracak. Sadece adama acımış. Kızamamış bile. Gençliğini hapislerde çürüttüğü için acımış. Hoş, o da çok yatmadı ya. İlk afta çıktığını duyduk sonraları.
Bilirdim, erguvanlar onun hakkı idi. Olsun, kocamı hep sevdim, kendince aramızda adil olmaya çalışıyor. Ama bunu ilk anladığımda kıskançlığıma engel olamamıştım. Zamanla geçti. Olsun varsın ne yapalım.

İstanbul’a geldiklerinde işsiz ve parasızlarmış, bir süre geçici işlerde çalışmışlar, zar zor geçinebilmişler. Kışın elektrikle ısınırlarmış, kaçak elektrik kullanarak. O zamanki ismi ile TEK yetkilileri bunu tespit edip çok ağır bir ceza kesmişler. Paraları olmadığından eşim tanıdıklar bulmaya çalışarak cezayı iptal ettirmeye çalışmış. Bu tür ilişkilerde en geçer akçelerden biri de hemşeriliktir. Şivesinden Erzurumlu olduğunu anladığı birine karısının da Erzurumlu olduğunu söyleyerek ahbaplık kurmuş ve cezayı sildirmiş.

Kocam bu hikayeyi de yine bir “çiçek tutma vakti” içki masasında anlattı. Kendisi de bu ilgiyi alakayı karısının ilk ölüm yıl dönümünde kurabilmiş. Katilleri, kendilerini TEK’de çalışan Erzurumlu hemşerileri aracılığıylavasıtası ile bulmuş. Adam tabi ki bunu kötü niyetle yapmamış, böyle bir durum olduğunu da bilmiyormuş, memleket ziyaretinde anlatmış birilerine. Sonra da olayı duymuş, kendisinin sebep olduğunu anlamış ve kahrolmuş. Bunu anladığının ertesi günü kocam, TEK’e gitmiş, adamın yanına vardığında pala bıyıklı, göbekli koca adam, boynuna sarılmış, ağlamış, af dilemiş.


Olsun varsın, erguvanlar onun olsun, aldırmıyorum artık, hatta kendimi ona yakın hissediyorum. Daha kaç yılımız kaldı ki yaşayacak. Zaten o güzelim renkli çiçeklerinden sonra verdiği hiç bir şeye benzemeyen hiç bir işe yaramayan deliboynuzlarını, meyve diye tüm yaz dallarında sallandırırlar. Hatta yapraklarını döktükten sonra bile kışın ortasına kadar dallarda asılı kalırlar, ibret-i alem için sallandırılan bedenler gibi.

Bilirdim, erguvanlar onun hakkı idi. Olsun, kocamı hep sevdim, kendince aramızda adil olmaya çalışıyor. Ama bunu ilk anladığımda kıskançlığıma engel olamamıştım. Zamanla geçti. Olsun varsın ne yapalım.


Bu eve baktığımızda, bahçede ağaçlar olduğunu gördük ve evi severek satın aldık. İlk çiçek tutma vakti geldiğinde bahçede bir de erguvan olduğunu anlaşıldı. Eşim, eflatun çiçekli ağacı gördüğünde çocuklar gibi sevinmişti. Neden sevindiğini ben anlamıştım hemen. Çiçekler iyice olgunlaştığı hafta sonu alışılmışmutat ziyaretini yapmak üzere evden çıktı. Ben de balkona. Etrafı seyrediyormuş gibi yapıyordum ama bir gözüm bahçede idi. Tahmin ettiğim gibi eşim bizim erguvanın en güzel dallarını kopardı ve gitti. Kıskançlığım doruğa çıktı. Sinir krizlerine tutuldum, mantıklı düşünmeye çalışıyordum, kendimi haksız buluyordum ama gönlüme de laf dinletemiyordum. O gün karar verdim ve uygulamaya başladım. Hangi kimyasalların bitkileri kuruttuğunu bilirim, gittim aldım. O günden itibaren azar azar ve tabi ki gizliden, diğer bitkilere zarar gelmemesine özen göstererek aldığım zehirleri ağacın dibine döktüm. İki aya kalmadan ağaç kurudu. Kocamdan saklı kapıcıya kuru ağacı kestirdim. Şimdi düşünüyorum da bugün olsa ne yaparım? Yine yaparım diyemediğim gibi kesin yapmam da diyemiyorum.

Kahvesini yanında ayakta durmakta olduğu sehpanın üzerine koydum. Öbür tarafına geçtim, koluna girdim. Dışarıda koluna girmemden hoşlanmaz, ama evde ses etmez, mutlu bile olur. omzuna başımı dayadım, yaşlı bir çınar ağacı gibi sağlam, güvenilir. Gözümden iki damla yaş aşağı süzüldü. Onun yerine, geçmişin acıları, anıları için. Bilirim, o erkektir, ağlamaz. Allah’ım onu başımdan eksik etme.

Biliyorum asıl demek istediği “Erguvan zamanı”

REFİK KOCABAŞ