Perşembe, Mayıs 26, 2005

KATİL DÖNE



Satı, her salı olduğu gibi o salı da tam zamanında geldi. Zaten onbeş yıldır, bir kez bile geciktiğini görmemiştim. Kapıyı anahtarı ile açtığında, yataktan kalkalı henüz beş dakika bile olmamış zavallı ben, mutfakta kahve hazırlamaya çalışıyordum. Satı’nın bir çilingir kadar çok anahtarı vardır. Gittiği tüm evlerde ona anahtar verilmiştir ve Satı anahtarlarını bir savaş gazisi madalyalarını nasıl gururla taşırsa –en az- o kadar gururla taşır. Her fırsatta ve herkese bundan söz eder. Hatta bir dönem, haftanın altı işgününe karşılık tam onbir tane evin anahtarı onda olmuştur ve bu ‘ev hizmetlerinde çalışan kadınlararası’ en önemli rekor olarak bilinir...

“Günaydın abla, gazeteleri bile içeri almamışsın.”

Bir elinde kapıdan aldığı torba, diğerinde üzeri henüz açılmış tomurcuklarla kaplı erguvan dalları içeri girdi.

Ah Satı, ne güzel insansın sen. Onbeş yıldır her ilkbahar, erguvanların açışını bana sen müjdeledin. Yıllar önce doktorun zorla verdiği, beni çamur gibi yapan o ilaçları aldığım günlerde sabahlarımı kolaylaştıran, güzelleştiren tek şey sen oldun. Ve elbette senin erguvanların... Sonraları, daha iyi olduktan sonra, erguvanları senden önce görmek, eve getirmek için neler yaptım. Ama her seferinde ya erken davrandım, henüz açmamışlardı. Ya da yetişemedim; yeşillendiler, geçtiler. Ve her seferinde sen elinde mevsimin ilk erguvanları ile benim evime baharı getirdin.

“Eveeet, bir yıl daha işaretle abla erguvan takvimine”.

Gülümseyerek konuşmasına, her zamanki sözleri söylemesine karşın sesi farklıydı. Tavrı da daha farklı, telaşlı gibiydi. Yanağını öperek çiçekleri elinden aldım.

“Hayırdır Satı, ne oldu, sende birşeyler var”.

Bir süre suskun durdu. Bütün dikkatini dolaptan aldığı çiçek kabına su doldurmaya vermiş görünüyordu. Sonra başını yavaşça çevirip bana baktı. Ve kendini en yakınındaki iskemleye çöker gibi bıraktı.

“Sorma abla, herşeyimiz tamam gibi yine katille uğraşıyoruz”.

Bir an kulaklarıma inanamadım.Uykum uçup gitmişti.

“Ne diyorsun sen Satı, katil kim? Hem ‘yine katille uğraşıyoruz’ ne demek?”

”Kim olacak, kaynanam” dedi. “Katil kaynanam. Ve bu ilk değil, ikinci vukuatı”.

Yalnızca en kötü zamanlarında yaptığı -ve böylesi zamanlarında yapmasına izin verdiğimi bildiği- üzere çantasından bir sigara çıkarıp ocağın alevinde yaktı. Sonra yavaşça, kendi kendine konuşur gibi anlatmaya başladı:

“Biz Ali Rıza ile evlendigimizde kaynatam sağdı. Toprağı bol olsun, çok neşeli, çok iyi adamdı. Hepimiz memleketteydik daha. Onlar iki küçük kaynımla bir oturdukları için biz baştan ayrı eve yerleştik. Evlendikten dört, beş ay sonraydı. Bir akşam bahçelerden yeni dönmüştük ki yukarı mahalleden bir çocuk geldi. Ali amca ağır hastalanmış, sizi bekliyorlar dedi. Fırladığımız gibi gittik. Gittik ki kaynatam, suratı mosmor, yerlerde yuvarlanmakta. İşin aslı, adamın o ara fena bir öksürüğü varmış. Bu benim kaynanam da, hesapta öksürüğü geçsin diye ilaç niyetine adama tarım ilacı içirmiş, inanabiliyor musun? Kusa kusa öldü zavallıcık.. Bitişik komşu arkadan herkese o gece kavga sesleri, bağrışmalar duyduğunu söylediyse de jandarmaya bir şey demedi. Başka şikayet eden de olmadı. Küçük yer işte, adamcağız gömüldü gitti. Kaynanam önden biraz korkulu gibiydi. Sonraları korkusu iyice geçti. Kapı kapı dolaşmaya, “kafam kızdı mı yollayıveririm öte yana” demelere başladı. Adı da iyiden iyiye ‘katil Döne’ye çıktı.

Kulaklarıma inanamıyordum. Satı’nın büyük oğlunun sünnetinde karşılaştığım ‘katil Döne’ gözümün önündeydi: Kırışık yüzlü, aydınlık bakışlı, sevecen tavırlı bir köy kadını. Benim kız huysuzluk yapınca zorla elimden alıp bahçede dolaşmaya götüren; onu oyalayıp kiraz yediren tonton baba’nne...

“Bir yıl sonra oğlanın biri Kanada’ya göçtü. Öbürü de evlenip Denizli’ye yerleşince bu bizim yanımıza geldi. O zamandan beri de birlikte oturuyoruz işte. Benden oldum olası çekinir, yüzüme bir şey diyemez. Hatta ben yokken evde iş filan bile yapar. Ama ne olsa biz buna yemek yaptırmayız. Adı katile çıkmış bir kere. En başta oğlu onun yapıp önüne koyduğunu tövbe yemez”.

Anlattıkları inanılmazdı. “Peki, Satı” dedim. “Şimdi ne oldu ? Neden yeniden uğraşıyorsunuz kayınvalidenle?”

“Geçen kış bunların uzak bir hısımları geldi memleketten. Hastane, tahlil filan. Sonunda mesane kanseri çıktı garipte. Bu aya randevu verdilerdi ameliyat için. Cuma günü ameliyatını oldu. İki günde taburcu ettiler, evde yatıyordu. Dün Sabiha’nımlardan geç çıktım. Bir de eve geldim ki ... kaynanam bu sefer de bunu kurban seçmiş. Su niyetine çamaşır suyu vermiş adama bardağa doldurup. Hemen doktora telefon ettim, kusturmayın, bol su içirin, yapacak başka şey yok dedi bize. Gece boyu inledi durdu adam. Sabah ikisini bıraktım geldim ama, bilmiyorum ki ne olacak”.

Anlattıkları dehşet vericiydi. Bir an “adamı gerçekten öldürmek istemiş olabilir mi” diye geçti aklımdan. Hemen sonra kendime içerledim. Yaşlı kadının kapları karıştırdığı, hastaya yanlışlıkla çamaşır suyu içirdiği gün gibi ortadaydı. Satı, aklımdan geçenleri anlamış gibi konuşmasını sürdürdü:

“Hani bunu da mı öldürmeye kalktı desem, adamı doğru düzgün tanımaz benim bildiğim. Yani yaptığı iyice kocadığından. Ama sonunda allah cezasını verecek. Kötü birşey olursa polis alıp götürüvermez mi bu sefer”.

“Hemen eve gidiyorsun” dedim. “Gidip öğren neler oluyor. Hem belki de yapman gereken bir şeyler çıkar”. Minnetle yüzüme baktı ve söylediğimi ikiletmeden hırkasını alıp dışarı fırladı. O gittikten sonra bir süre daha oturup erguvanlara bakmayı sürdürdüm. Ne tuhaf bir çelişkiydi bu... Canım Satı, önceki akşam yaşadıklarına; evinde bir ölümcül hasta, bir de ‘katil’ bırakıp gelmesine karşın, yokuşu çıkarken çiçekleri görünce dayanamamış, koparıp getirmişti. Her yıl yaptığı gibi... Eski bir erguvan mevsiminde yitirdiklerimin anısı için... yeni gelen erguvan mevsimini müjdelemek için her yıl yaptığı gibi.

---------------

Doğrusu o gün yaşamımın en berbat günlerinden biriydi. Elimi neye attıysam ters gitti; ne yapmaya kalktıysam bir sorun çıktı. En sonunda eve gelebildiğimde saat sekizi geçmişti ve ayakta duramayacak kadar yorgundum. Allah biliyor ya, Satı ve anlattıkları ise çoktan aklımdan çıkıp gitmişti. Tek istediğim kendime bir içki doldurmak ve ayaklarımı uzatıp oturmaktı. Eve girince alışkanlıkla telesekreterin düğmesine bastım. Satı’nın sesi beni bir anda kendime getirdi.

“Abla, bilirim merak edersin, onun için aradım: Hastayı kaybettik”

Sesi fazlaca kontrollu, hatta resmiydi. Birden, konuşurken yanında polisin olabileceği düşüncesi beni ürküttü. Yaşlılık ve dikkatsizlikten hata yapan kadıncağızın başına bir dert gelebileceğini düşünerek ürperdim. Aceleyle evlerinin numarasını çevirdim. Telefonu Satı açtı.

“Çok üzüldüm canım” dedim. “Başınız sağolsun, kayınvaliden nasıl?”

“Nasıl olacak, gayet iyi. Polis evde sorguladı, karakola bile götürmediler”. Bir an durakladı, sonra sesini alçaltarak konuşmayı sürdürdü:

“Biliyor musun abla, adamı çok iyi tanıyormuş aslında. Yıllar önce bunlara söz kesilmiş meğer. Ama adam yukarı mahalleden başka bir kızı sevince bizimkini terketmiş”.

Sırtımda soğuk bir rüzgar dolaştı. Hiçbirşey söyleyemeden yavaşça telefonu kapattım

NURGÜL ÖZGİRGİN