Pazartesi, Mayıs 16, 2005

HADİSE GELDİ
Orduevinin danışma masasında görevli sivil giysili er, “Asteğmenim!” diye seslendi. Sanırım yaz aylarında bir Cumartesi günüydü ve nedense çoğu hafta sonunda yaptığım gibi kentten ayrılmamıştım.

“Sizi bir polis aradı.”

“Ne polisi, ne niye, adı neymiş, niçin arıyormuş?”

Evet, yedek subaydım, herhangi bir yanlışın içinde olmadığımı da biliyordum ama bir polis tarafından aranmış olmak, özellikle toplumda tam bir kargaşanın sürdüğü, sağ sol kavgalarının alıp yürümüş olduğu o devirde pek hayra alamet sayılmazdı. Belki şimdilerde bile insanın içine bir kuşku ve kaygı akabilir kolaylıkla.

“Söylemedi asteğmenim, iyi anlamadım ama sizi tanıyormuş galiba; tekrar gelecekmiş...”

“İyi... Ben buralardayım.” İyi olmasına iyiydi de, tanıdığım hiç polis yoktu ki...

Akşama doğru, gün henüz kararmaya başlamadan orduevinin bahçesinde diğer yedek subay arkadaşlarla oturmuş çay kahve içerek sohbet ederken gördüm onu. Camlı kapıdan girdi ve danışma masasına yöneldi.

Genç yaşına karşın, özellikle kırıştırılıp buruşturulmuş koyu renkli bir kumaşı anımsatan kırışık ve sevimsiz bir yüz... Üstündeki gri yeşil arası renkli üniforma, kasket ve boyasız pabuçlar, hepsi de tıpkı yüzü gibi kırış kırış; baştan aşağı bumburuşuk bir adam...

Tanımış ve dehşete kapılmıştım. Ciki... Memlekette, çocukluğumun geçtiği mahallelerden birinden tanıdığım simitçi Ciki. Gerçek bir adı vardı elbette ama öyle çağırılırdı. Her lafının arkasını be diye getirdiği için Cikibe diye de çağırıldığını anımsıyorum. Biraz zavallı sayılır ve acınırdı da ona ama pek iyi biri olmadığı da düşünülürdü gençler arasında. Benim anılarımdan silinip gitmişti, ama o anda, onu görünce anımsadığım da onun kişilik olarak bumburuşuk bir adam olduğuydu. Çirkin davranışlarına tanık olmuştum. Yazları kasabamızın ortasından geçen ırmağın kumluk dirseklerinde yüzdüğümüzde onun kendinden küçük çocuklara kötü bakışlar ve cinsellik içeren sözlerle sataştığını görmüştüm; bana ve ağabeyime de aynı şekilde davranması üzerine onu babama şikayet ettiğimizi ve onun yüzmeye gittiği yerlere bir daha gitmediğimizi de anımsadım. Beni aradığına göre, o bunları çoktan unutmuş olmalıydı, eh ne yapalım, ben de unutuversem de olurdu. İyi de onu nasıl polis yapmışlardı ki?

Saklanmalı mıydım? Hayır saklanmayacaktım ama onunla orduevinin bahçesinde oturup sohbet edemezdim. Hatta onunla bir arada görünmek bile hoşuma gitmeyecekti. Kılığı berbattı. Oysa biz sivil giyindiğimizde bile 28 Tahsin Paşanın korkusundan takım elbise giyiyor, kravat takıyorduk. Sırf bu nedenle çok şık bir takım elbise bile almıştım. Bütün subaylar her gün tıraş oluyor, tiril tiril giyiniyorduk; ne olur ne olmazdı, değil mi ama?

28 Tahsin Paşa o kentteki en yüksek rütbeli subaydı. Deniliyordu ki o kentteki garnizonun komutanı olana kadar şeker gibi bir komutanmış. Oraya geldiğinde ise kuvvet komutanlığı kapısı da açılmış gibi olduğu için albay rütbesinden aşağı herkesi korku ve dehşete düşüren bir adam olmuş disiplin adına. Çalışma saatleri dışında orduevinde sivil giysili bir yarbayı, galiba giyim tarzını beğenmediği için kızıp herkesin içinde azarladıktan sonra yasaların kendisine verdiği tuhaf yetkiye dayanarak, “28 gün hapissin, git hapishaneye teslim ol!” diyerek asker hapishanesine göndermiş. Cezayı kestikten sonra usulen bir de yazılı savunma alınır ama anlaşılan yarbayın yazdığı savunma bir işe yaramamış. Paşanın öfkesi bununla da bitmemiş. Yirmi yedinci gün hapishaneye baskın yapmış, zavallı yarbay henüz sakal tıraşı olmamışmış ve Paşa bir yirmi sekiz gün daha giydirivermiş oracıkta. Sonraki yirmi sekiz gün içinde bir gün yine baskın yapmış, bu defa adamcağız yatağın üstüne uzanmışmış, meğer yatama saati dışında yatağın üzerine oturulmazmış bile. Bir yirmi sekiz gün daha... Ve tam artık bitmiştir sanılırken, yirmi sekizinci günde yarbay hapishaneden çıkmak üzere hazırlanırken Paşa yine gelmiş. Yarbay korkudan titriyormuş. Bu sefer de titredi ve iyi bir esas duruş gösteremedi diye kesmiş cezayı. Bir subay komutanının karşısında titremezmiş...

Eğlence salonundaki akşam eğlencelerinde Paşanın çok beğendiği şarkıcı Canan şarkısını bitirdiğinde Paşanın alkışları bittikten sonra el çırpmaya devam eden bir yüzbaşının da hapse gönderilmiş olduğunu duymuştuk. Sivil giysiler içindeki bir binbaşının gömleğinin bir düğmesi açık ve göğsünün kılları gözüktüğü için karısının yanında hakarete uğradığını da... Korku dağları bekliyordu çünkü Paşa ile ne zaman nerede karşılaşılacağı ve onun ne yapacağı tahmin edilemiyordu. Bir tek şey iyi biliniyordu, o da onun adının 28 Tahsin Paşa olduğuydu ve korkmak için de bu yeterliydi.

Ben bir defasında kıl payı ile kurtulmuştum aslında. Sanırım biraz şanslı bir günümdü. Arkadaşım Halil ile birlikte yedinci kattaki eğlence salonunda akşam yemeğimizi yedikten sonra aşağı inmek için asansör bekliyorduk. Birden Paşanın kurmay subayı albay geldi ve gelen asansörün kapısını tuttu; ardından Paşa gelince biz sindik ve kenara çekildik. Paşa albayla birlikte asansöre bindi ve bize bakarak gülümsüyor olmasına karşın korkutucu bir ifadeyle asansöre girmemizi işaret etti. Mecbur kaldık ve daracık asansöre girdik. Korkmamıza karşın askerlikte öğretildiği şekliyle komutanımıza muhabbetle bakmaya çalışıyorduk, gözlerimizi kaçırmamaya çalışarak. Halil iki elini iki yanına yapıştırmış, çakı gibi esas duruştaydı ama ben ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Biraz önce ceketimin ön düğmelerinden biri düşüp kaybolmuştu ve yerinden ipler sarkıyordu. Sol elimi sol bacağıma yapıştırmıştım ama sağ elimle kopuk düğmenin yerini saklamaya çalışıyordum. Yedi kat aşağı gidiyorduk ve dört kere yedi yirmi sekiz ediyordu... Paşanın gözleri de sağ elime odaklanmıştı sanki.

“Rahat olun çocuklar,” dedi tatlı bir sesle. İyi de nasıl? Bu asansör de amma yavaşmış; sanki zemin kata hiç varamayacakmışız gibi...

“Size rahat olun dedim, asteğmen!”

“Şey... Komutanım... düğmem...”

“Bak bir de konuşuyor!”

Aman tanrım! Ben mahvoldum! Yirmi sekiz... Ancak korktuğum başıma gelmedi. Asansör birden durdu. Gelmişiz. Halil ile ben asansörün içinde kendimizi küçücük hale getirdik ve Paşa kurmay subayı ile birlikte çıkıp gitti. Kurtulmuştum. Daha doğrusu öyle sanmıştım. O akşam Halil ile birlikte bu olayı konuşup konuşup güldük; ama erken gülmüşüz. Paşa yıllar sonra kuvvet komutanı olacakmış ve kendisi gibi dört paşa ile birlikte idareyi ele alıp ülkenin altını üstüne getirecekmiş meğer. Ve ben de o kopuk düğme kadar bile suçum olmadığı halde tamamen aptalca bir nedenle, bir işkence ile payımı alacakmışım onların kurduğu dünyadan...

Ciki, orduevinin çok yakınındaki bir karakolda görevliymiş. Benim askerliğimi o kentte yaptığımı memlekette birilerinden öğrenmiş. Pek de içten olmayan bir şekilde selamlaştıktan sonra orduevinde oturamayacağımızı söyledim ve çıkıp dışarılarda bir yerlerde oturup çay içmeyi teklif ettim. Beni karakola davet etti.

Karakolun kapısındaki nöbetçi genç polis Ciki’ye biraz küçümser bir tavırla selam verdikten sonra bana da bir tuhaf baktı. Aslında biraz huzursuzdum. “Bana arkadaşını söyle, sana senin kim olduğunu söyleyeyim,” diye bir söz vardır. O polisin gözünde ben eğer Ciki’nin arkadaşı isem... Başka türlü de, karakoldan içeri adım attığıma göre mutlaka vardır bir yanlışım diye düşünür bunlar...

Komiserin odasının kapısı açıktı. Orta yaşlı bir kadın komiserin karşısında ağlamaklı oturuyordu.

“Sen merak etme hanım; biz onu bulur gerekeni yaparız...” diyordu komiser şefkatli bir sesle. Bu sesi duymak beni birazcık da olsa rahatlattı.

Komiserin odasının hemen yanındaki büyük odaya girdik. İçeride birkaç polis televizyonun karşısına geçmiş o günlerde siyah beyaz yayın yapan tek kanallı devlet televizyonun “Kadın Polis” adlı sevilen Amerikan dizisini seyrediyorlardı. Başrolde Angie Dickinson; çok güzel bir kadındı doğrusu. Bizde henüz kadın polis ya yoktu, ya da çok az sayıda idiler ve ancak belli yerlerde görev yapıyor olmalıydılar. Bu da bir karakol ortamını doğallıkla daha sevimsiz ve ürkütücü bir yer haline getiriyordu.

İçeri girince ortaya seslenerek kibarca selam verdim ama kimse yanıtlamadı. Bir kenara oturduk, birer sigara yaktık ve Ciki ile kısık sesle sohbete koyulduk. İşte, ne zaman polis olmuş, ne zamandır orada görevliymiş, durumu nasılmış, benim askerliğim ne zaman bitecekmiş, sonra ne yapacakmışım gibi, usulen yapılan konuşmalar.

Televizyon seyreden polisler bir yandan, “ Ah bizde de böyle imkanlar olacak ki...” türünden hayıflanmalarla sanki tüm ilgileri seyrettikleri diziye odaklanmış gibi görünmelerine karşın ara sıra göz ucuyla beni süzüyorlar ve birbirlerine fiskos bir şeyler söylüyorlardı. O sırada dizi bitti ve bir tanesi yerinden kalktı, elindeki iki üç tane kabuklu cevizi yememiz için önümüzdeki masanın üzerine yuvarlarken Ciki’ye dönüp gözünün kenarıyla beni işaret ederek kaba bir ifadeyle,“Kim bu?” dedi. Ciki hemşehri filan olduğumuzu söyledi ama adam bana hiç de dostça olmayan bir bakış fırlattıktan sonra gidip biraz uzağa oturdu. Selam bile vermedi.

“Bana arkadaşını söyle sana, senin kim olduğunu söyleyeyim!”
Odadaki hava çok ağırdı. Pencereler açıktı ve içeriye temiz hava da giriyordu ama havada insanın içini sıkan, ruhunu karartan bir şey vardı. Biraz daha oturup gitmeliydim ve Ciki’den de olabildiğince uzak durmalıydım. Zaten arkadaş sayılmazdık ki. Tam artık konuşacak bir şey kalmadı diye düşünerek gitmek için davranıyordum ki kapı açıldı ve resmi gömleğinin kolları omzuna kadar sıvanmış iri yar bir polis içeriye girerek emredici bir sesle konuştu.

“Beyler, hadise geldi!”

İçerideki polisler aniden ayaklandılar, gömleklerinin kollarını omuzlarına kadar sıvadılar ve odadan çıktılar. Şaşırmıştım. Soran gözlerle Ciki’ye baktım. Kol düğmelerini açmakla meşguldü ve keyifle sırıtıyordu. Sevimsiz yüzünün kırışıklıkları, içerideki hadisenin ne olduğunu ve sıvanan kolların ne için sıvandığını açıkça anlatıyordu. Gitmek için ayağa kalktım. Ciki beni karakolun çıkış kapısına kadar geçirdi. Kapıya geldiğimizde gömleğinin kollarını omzuna kadar sıvamıştı. Kollarını sıvayarak iç tarafa doğru yürümekte olan komiserin yanından geçtim ve karakoldan çıktım.

KEMAL TARIM