Salı, Temmuz 19, 2005

KABATAŞ- ADALAR – YALOVA

Saat 18:30, Kabataş. Adalar-Yalova vapuru kalkmak üzere. Uzaktan kan ter içinde şişmanca bir kadının koştuğu görülüyor. Kaptan gördü, bekliyor. Halatları çözecek çocuğun “hadi hanım acele et” dediği duyuluyor. Sonra sürme iskeleler gürültüyle kaldırıyor ve halatlar çözülüyor. Kısa bir düdük çalan kaptan yola koyuluyor. Gemi iskeleden açılınca, önce boğazın uzaklara açılan, sonsuzluk duygusu uyandıran ağzı ve boğaz köprüsü görüntüye hakim oluyor. Gemi güneye doğru dönünce, tarihi yarımadanın o eşsiz görüntüsü, alışık olmayanları sersemleterek, her gün görenler üzerinde de etkisini hiç yitirmeden, sahneye çıkıyor. Eylülün sonları, okullar açıldı ve kış tarifesi başladı. Bu vapur sırayla bütün adalara uğrayacak, bu saatte Kabataş’dan başka vapur yok. Çoğunluk devamlı adalarda oturan, her gün işe gidip gelenler. Bir de yazı uzatan yazlıkçılar. Turistler, en üst kattalar, üçyüzaltmış derecelik manzaranın hangi kısmını kameralarına sığdıracaklarını şaşırıyorlar. Güneş alçalmış ve akşam gösterisine başlamaya hazırlanmış. Gündüzün parlak ve keskin ışığı yumuşamış, her şeyi başka bir renge boyayarak gitmeye hazırlanıyor. Denizin üstünde, güneşin bulunduğu yerden vapura doğru gümüşten bir yol ışıldıyor. Bulutlar pembe, mor, mavi, gri ve bütün bunların ara renklerine bürünüyor. Manzara her an öyle hızlı değişiyor ki, sanki bir film izliyor gibisiniz, bir an dikkatiniz dağılsa bir şeyler kaçırabilirsiniz. Bu vapura ilk kez binmiş olsa insan, bu manzarayı seyretmek dururken, birçok kişinin elinde gazete, kitap olmasına şaşırabilir. Ya da gruplar halinde sohbete dalmış olmalarına. Martılar hep var, ama ilkyazdaki gibi çok ve gürültücü değiller. Eylül atmosferi sanki onlara da bir sakinlik getirmiş. Ama bir çocuğun attığı küçük simit parçalarını havada kapmaktan geri durmuyorlar. Sanki amaçları karın doyurmak değil de çocukla yarenlik etmek. Karadan uzaklaştıkça deniz esintisi, serinliği, kokusuyla çok daha yoğun hissediliyor.

Kapalı mekanda oturanlar çoğunlukla Yalova yolcuları. Yolları uzun ve dışarıdaki havayla pek ilgili değiller. Dışarısı daha cazip olduğu için kapalı kısımda bol boş yer var, bu fırsattan yararlananlar ayaklarını uzatıp yatmışlar, bazıları uyumaya başladı bile.

Yaşlıca bir kadın dantel işliyor, pencereden bile bakmadan. Derken dokuz-on yaşlarında iki kız koşarak geliyorlar, “babaanne ne olur üst kata çıkalım, manzara öyle güzel ki.” Başını gönülsüzce kaldırıyor kadın “Esinti vardır orda üşürsünüz, oturun şurada.” “Ama çok güzel yukarısı, neredeyse Yalova’yı bile görebilirsin, birazcık gel, ne olur.” Kızlar babaanneyi ikna edemiyorlar, ama onun hoşnutsuzluğuna aldırmadan, koşarak çıkıyorlar merdivenlerden üst kata doğru.

Çay ocağının yanındaki bir masada genç bir kadın, kocası ve bir yaşlarındaki çocukları oturuyorlar. Daha doğrusu kadın oturuyor, genç adam çocuğu oyalamaya çalışıyor, arada bir alıp dışarı çıkarıyor, getiriyor, masanın üzerinde dağılmış bisküvi parçalarından, kirli çay bardaklarından anlaşıldığına göre biraz önce bir şeyler yedirmeye çalışmış. Kadın başını allı yeşilli bir örtü ile sımsıkı bağlamış. Hatta altında da saçlarını iyice kapatan bir örtü daha var, dışarıdaki renklere uyumlu düz bir renk. Ama eteği çok uzun değil, bileklerinin epeyce üstünde, ayağında da parmak arası, pullu bir terlik var. Ayak parmakları ojeli. Çocukla hiç ilgisi yokmuş gibi sakin, elindeki televizyon ekini karıştırıyor.

Şortlu, uzun saçlı, küpeli bir delikanlı kulaklıkla dinlediği müziğe dalmış, gözleri ufukta, ayağıyla tempo tutuyor. Onun yanında bir grup, ciddi ciddi tartışarak at yarışı kuponu dolduruyorlar.

En üst katta yalnız turistler yok, arka tarafa, mümkün olduğunca gözden uzağa oturmuş bir grup genç, kutu biralarını açmışlar. Gemide bira satılmıyor, binmeden önce almış olmalılar.

Ama alt katın en arkasındaki boşlukta toplanan rakıcıların yanında biracılar masum kalır. Rakıcılar bu akşam işi abartmışlar. Dünkü plastik bardakların yerini cam bardaklar almış. Fındık fıstığa beyaz peynirle domates dilimleri eklenmiş. Simitçinin tablası ödünç alınmış, çilingir sofrası kurulmuş. Kavunla buz eksik. Esnaf kılıklı, orta yaşlı erkekler topluluğu. O kadar uzun zaman, her gün bu vapurlarla sabah işe gidip akşam dönmüşler ki, böyle bir hak görüyorlar kendilerinde. Biri, ortalıkta dolaşan çaycının cebine beş milyon sıkıştırdı. Bu ne demek şimdi? ‘Hiçbir şey görmedin sen burada’ demek olabilir mi?

Güneş ufka yaklaştıkça kırmızı, turuncu renkler hakim oluyor. Güneşin kendisi, gökyüzü, deniz kızarıyor. Denizin üstünde mavinin tonları ile kırmızının tonları birbirine karışıyor. Bu büyülü ışık aydınlattığı her şeyi, gemiyi, adaları, uzaklardaki şehri, daha uzaklardaki dağları değiştiriyor, sanki bambaşka bir dünyanın nesneleri haline getiriyor. Bugün ufukta sis yok, günbatımının bütün ihtişamı yaşanacak.

Güneşin bir ucu suya değmek üzere. Gösterinin doruk noktası. En kayıtsız görünenler bile ellerinde ne varsa bırakıp dikkat kesiliyorlar. Yukarıda fotoğraf makinelerinin, kameraların faaliyeti hızlanıyor. Kıpkırmızı güneş beklenmedik bir hızla sulara gömülüyor.

Gösterinin son sahnesi gibi, ama yanılıyorsunuz. Gözden kaybolan güneş, uzaktan yolladığı ışınlarla en yukarıdaki bulutları aydınlatmaya devam ediyor. Şu anda gökyüzünde gökkuşağının bütün renklerini görebilirsiniz. Yavaş yavaş göğün ve denizin rengi koyulaşıp laciverde dönüyor. Karanlığa kadar manzara her an değişmeye devam edecek.

Kınalıada’da inenler az. Sakinlerinin çoğu yazlıkçı bu adanın, sezonu çoktan kapattılar. Gemi iskeleden uzaklaşırken, Kınalıada’nın ‘modern’ mimari eseri camisinden ezan sesi yükseliyor. Alt katta, kapalıda oturanlardan yaşlıca bir adam, yere bir gazete serdi, cebinden takkesini çıkararak namaza durdu. Dışarıdan rakıcıların kahkahaları duyuluyor.

Büyükada iskelesinden kalkarken karanlık bastırdı, bir iki yıldız görünmeye başladı. Ay daha çıkmadı. Onun sudaki yansımalarını Yalova yolcuları görecek. Hala uyumamış olanlar.


MUAMMER PEHLİVAN