Çarşamba, Eylül 14, 2005

UMUT FARZ OLDU

Çimenlikte güneşin bağrında uyuyordum. Bildik o korkunç kahkaha ile yerimden fırladım. Hemen çocuklara baktım, onlar da bir türlü alışamadıkları o tüyler üprertici kahkahadan korkup, çığlıklar atarak bana doğru koşuyorlardı. Ana baba gününü tarif edecek daha iyi bir örnek bulunamazdı. Büyükler çocuklarını bulmaya, küçükler ana babalarına ulaşmaya çalışıyordu. O korkunç kahkahadan sonra sadece bir dakikamız vardı, koskoca bir dakika, benimkiler yanıma ulaştıklarında onlarla beraber sırtımı verip uyumuş olduğum tümseğin arkasına sığındık, birbirimize sarıldık. Saklanmaya çalıştık, patlamanın nereden geleceğini bilmiyorduk. Belki de bizim sıramızdı, klandan birileri efendiyi kızdırmış olabilirdi, veya lotaryo bizim klanımıza çıkmıştı. Sadece Efendi’nin canı istemiş de olabilirdi.

Tam karşımızda ufuk çizgisinde mel’un hidrokarbon nükleer patlamanın dalga dalga gökyüzüne doğru yayılan, yarım daire şeklinde kırmızıdan mora her dalga ile değişen muhteşem güzelliğini gördük. Bu muhteşem görüntü ölenlerin biz olmayışı gerçeğinin bencilliğinde, bir iç rahatlama sağlıyordu. Damarlarımızdaki adrenalin, bir dakika içinde en yüksek noktasına çıkmış, patlama ile birlikte afyona dönüşüp vücutlarımızı rahatlatmıştı. Hemen arkasında yer sarsıntısını yaşadık. Bir sonraki aşama olan rüzgarı, daha hafif atllatabilmek için toprağa yapıştık. Arkasından patlamanın sebep olduğu şiddetli rüzgar önüne kattığı herşeyi sildi sürpürdü, rüzgarın önündeki hafif nesneler, ölü asker ruhları gibi tepemizden geçti gitti, kendine has düzen, disiplin içinde.

Kahkaha devam ediyordu. Demek ki başka patlamalar da olacaktı. Sırtüstü yattım. Sıradaki patlamanın gökyüzünde olacağını biliyordum. Tepemizde sayılabilecek bir noktaya doğru giden ve orada birleşen laser ışınları gündüzün aydınlığında açıkça parlıyordu. Işınların birleştiği yerde havanın hareketlendiği de belli oluyordu. Önce bir alev topu belirdi, bir süre gökkuşağı renkleri içinde alev topu renk değiştirdi durdu. Trenin üzerine yerleştirmiş hoparlörlerden yayılan kahkahalar kulaklarımızda çınlarken laser ışınları alev topunu kontrol ediyor, alev topu yer ve renk değiştiriyordu. Ve patlama arkasından geldi. Alev topunun parlak beyaz olmasının hemen arkasından ilk patlama kırmızı renkte dalgalandı, arkasından her dalgada yeni bir gökkuşağı rengi, son renk ise mor. Taş atılan durgun suda yayılan dalgalar misalı, içten dışa rengarenk dalgalar; görsel, mistik şölen şeklinde umutsuz gözlere haz veriyor, bir kısım beyinleri hipnotize ediyordu. Mor renk tamamen kaybolmadan tam ortada yeni bir alev bopu belirdi, olabildiğince parladı, kırmızı dalga ile beraber patladı. Gökkuşağı renkleri gökyüzünde sıra ile dalgalandı ve bitti.

Efendi, yine bir klanı cezalandırmıştı anlaşılan. İlk patlama bir ceza, ikinci patlama rahatlayan bencil ruhlara görsel bir şölen idi.

Çocuklarım yanımda idi. Gözlerimle onu aradım. Bir süredir dostluklara yer olmayan bizim trenle yolculuk eden o gizemli kadını. Yüzünü hiç görmemiştim, nedense ben onu fark ettiğimde hep arkası dönük oluyordu ve başında şapkası vardı. Yalnız bir ruh olarak dolaşıyordu, benim gibi, herkes gibi.

Ortalıkta görünmüyordu, iyi olmasını, tanışmayı ve daha fazlasını diledim. Gökyüzündeki patlamayı uğur sayarak.

Şimdi trenin düdüğü çalıyordu. Basınçtan kurtulan buhar tiz bir ıslık çalıp beyaz iz bırakarak havaya karışıyordu. Gitme zamanı. Herkes omuzları çökük, bir şey yapamamanın ve hatta isyan bile edememenin ezikliğiyle, süklüm püklüm trene doğru yollanıyordu, bir nefeslik çimenliği geride bırakarak.

Hoparlörlerden dit dat’lar şeklinde yayın başladı. Efendi’nin bizim klana bir emri vardı anlaşılan. Efendi nedense bu tür haberleri ilk elektronik haberleşme biçimi olan Mors alfabesini kullanarak veriyordu. Hemen tüm yetişkinler böylece mors alfabesini öğrenmişlerdi. Bir isim geçiyor ve ailesi ile birlikte oldukları yerde terk edilmesi emri veriliyordu. Tüm dünyanın her metre karesini gözlemleyebilen efendi tabi ki bizim nerede olduğumuzu biliyor ve uyduları aracılığı ile bizi izliyordu.

Mors ile gelen emirle birlikte hipnotize edilmiş, ruhsuz kolcular harekete geçmişler, ellerindeki kimlik analiz cihazları ile birlikte kalabalığın arasında dolaşıyorlar, arananı bulmaya çalışıyorlardı. İki elimle sımsıkı çocuklarımın kollarına yapışmış başım önde olacakları görmemeye çalışarak kamburum çıkmış, omuzlarım düşmüş trene doğru gidiyordum. Az önümde kolcular aradıklarını buldular. Kolculardan biri elini uzatarak durmalarını söyledi. Zamanının dolduğunu anlayan adam, son bir umutla çocuklarını göstererek kısılan sesi ile yalvarmayı denedi. Kolcunun buna cevabı, silahını çıkarıp adamı tam göğsünden vurmak oldu. Laser silahından çıkan şok dalgası çevredekileri de savurdu. Adam yere yığıldı. Karısı savrulduğu yerden çığlıklarla doğrularak adamın üzerine kapaklandı. Söyleyecek o kadar şeyi bir anda nereden buldu bilinmez ama ilenerek ağıt yakmaya başladı.

- Hayatımı söndürdünüz, bizim ne suçumuz vardı, kime ne zararımız dokundu. Ben şimdi ne yaparım, bu çocuklar ne olacak, bizi açlığa, soğuğa korumasız terk eden kalpsiz efendiniz kadar başınıza taş düşsün. Hayatımı mahvettiniz. Bu adam ne yaptı size, sadece çocuklarının burada dayanamayacağını söylüyordu. Neden öldürdünüz? Biz ne yaptık size, ben ne yapacağım şimdi. Bari beni alın, bari çocukları alın. Ben zaten ölüyüm.

Dertli kadın hâlâ bir yandan yalvarıyor bir yandan ileniyordu. Sesi arkalarda kaldı. Birşey yapamamanın utancını yok sayıp sessizce kolcuların arasından geçip trene bindik. Çocukları yerleştirdim. Sefil hayatımı bir badireden daha atlatmanın beden rahatlığı ruhumu yaktı.

Umut lazım. Onu aradım. Patlamadan önce onu görmüştüm, ağaçlığın kıyısında dolanıyordu. Güneşin ısıtması ile uyuyakalmasa idim belki de yüzünü görebilecektim.

Trenin düdüğü bir daha çaldı. Pencereden dışarı baktım. Ölü adamın üzerine yığılmış kalmış kadın ve yanında iki çocuk ayakta ağlıyorlardı. Yavaşça hareket eden trene yetişmek için kolcular koşuşuyorlardı.

İçinde terkedilmiş bir kadın iki çocuk ve ölü adam olan çimenlik geride kaldı. Tren ekin tutmaz kurak çöllerin arasından hızla yol alıyordu. Sanki çölde uyarması gereken başka canlılar varmış gibi düdüğünü acı acı öttürüyordu. Ölü ruhlar raylardan iki yana doğru kaçışıyorlardı. Yine bir şehirden geçerken gerçeği kabul etmeyen içim kabardı. Bizi gemi ile geçirdiklerinden biliyordum, Kuzey Amerika içlerindeydik. Tamamen hayalet bir şehirdi içinden geçtiğimiz. Heryer yıkılmış, terkedilmiş heyyula binalar gündüzün aydınlığında çok garip görünüyorlardı. Eminin gecenin huzurunda bu kadar çirkin görünmezlerdi.

Öylemiydi ya. Çok değil daha bir kaç yıl oldu. Bir zengin delideha nerede ise 24 saatte tüm dünyayı ele geçirmiş, bir süredir tek kutuplu olan dünyayı bir günde tek kişi merkezli hale getirmişti. Bu 24 saat sonunda dünya nüfusu yarı yarıya azalmış, tüm büyük şehirler haritadan silinmiş, konfor, düzen diye bilinen herşey ve huzur yok olmuştu. Kısa süren bir kaosun arkasından biri kendi düzenini kurmuştu. Herkes de o düzen uymuştu. İtiraz etmenin hatta isyan etmenin dahi mümkün olmadığı yeni düzen içinde ruhlarını sessiz kalmaya mahkum edebilenler bedenler yaşamıştı.

Daha sonra kendisini Efendi diye adlandıracak delidehanın sırrı, uzak hidrokarbon tetiklemesi ile havada gaz olarak bulunan bileşik hidrokarbon molekülleri yoğunlaştırıp nükleer patlama gerçekleştirebilmenin yöntemini keşfetmiş olması idi. Üstelik bunu yaparken ihtiyaç duyduğu ve halen de kullanmakta olduğu “bogurdaç” diye adlandırdığı laser cihazlarının finansmanını, havadan enerji geçirerek Tesla’nın rüyasını gerçekleştireceğini söyleyerek büyük bankalardan aldığı kredilerle sağlamıştı. Yüksek kâr, daha çok kâr arayışındaki bankalar da 24 saat içinde yok olmuşlardı.

Dünya yüzüne ve uydulara yerleştirdiği laser cihazları ile dünyanın neresinde isterse nükleer patlama gerçekleştirebiliyordu. Nasılsa havada bolca hidrokarboksillerden vardı. Üstelik işbirliğine girdiği şeytani güçler yardımı ile olsa gerek nükleer patlamanın radyasyon seviyesini de ayarlayabiliyordu. Zaman içinde bu konuda daha da tecrübe kazanmış ve bugün de yaptığı gibi hiç radyasyon yaymadan gösteri amaçlı patlamalar yapabilir hale gelmişti. Bu gösterilerde eğlenen tek bir kişi vardı, o da kendisi idi. Onun bir emri üzerine gözünü kırpmadan adam öldüren kolcuları bile eminim eğlenmiyorlardı.

Tren hiç hız kesmeden, devasa garlarda durmadan şehirleri boydan boya geçti gitti. Üstelik tiz ıslığının ruhları korkutmasına aldırmadan. Çocuklar uyumuştu. Onu bulabilme umudu ile kalktım, trenin arkasına doğru yürüdüm. Yavaş yavaş, belli etmeden herkesi kontrol ederek bir kişiyi bile atlamadan. Yoktu, her vagon sonunda umudum sönüyor, arkada bir vagon daha olduğunu fark edince tekrar yeşeriyordu. Yok, yok, bu son vagon, o yok, umut yok, tutunacak dal yok. Tanrım var isen kendim için değil çocuklarım için umut arıyorum, bir umut, tutunacak bir umut.

Son vagonun en arkasındaydım, dışarısı karanlık içerisi loştu. Kapının camında kendi yansımamı görüyordum. Siluetimin arasından parlayan iki parlak rayın görüntüsü vardı. Akşam karanlığı çökmüş, solgun ay ışığında tren sanki tüm dünyanın yanarak lapa lapa kül olarak yağdığı ovada, arkasında birbirine doğru yaklaşan iki ray bırakarak hızla ilerliyordu. Tren raylarının her iki tarafında bir tek canlı bizon kalmamıştı. Trenden kaçışan ölü bizon ruhları, harmonik kül bulutları bırakıyorlardı arkalarında.

Birden arkamda belirdi. Önce kendi yansımam sandım, benim yansıman yerine onunkisi vardı şimdi kapı camında. Her zamanki kıyafeti ve başında şapkası ile. Tanıdım onu, dondum kaldım, hiptonize olarak yaşayan kolcular gibi. Kımıldayamadım. Aramızdaki mesafe çok azdı. Dönsem, dönebilsem karşı karşıya gelecektim. Yüzünü görebilecektim. İstedim, dönmek istedim, “yabanıl koyunlarda umut arama” demek istedim. Diyemedim.

Bedenim kımıldayamadı, ruhum beni dinlemedi, bedenimden çıktı, döndü, onunla yüzyüze geldi. Konuştu. Duymadım, anlamadım, ruhum konuştu, bedenim sustu. Ölü bizon ruhları döndü, dinledi. Herbirinin gözünden birer damla yaş yaktı, toprağa düştü, çamur topakları oluştu.

Hayır istediğim bu değil. Et, beden değil. Umut lazım bana, yaşamak için. İlkakşamın çöken ani karanlığında bir yıldız kaydı, ortalığı aydınlatarak. Umut farz oldu.

REFİK KOCABAŞ