Pazar, Eylül 07, 2008

KOMEN… KOMEN !..






“Komen!!!... Komen!!..”

Yıllar öncesinden, sokak aralarında misket yuvarladığımız, çember çevirdiğimiz, kukalı saklambaç, kovboyculuk oynadığımız çocukluk yıllarımdan; henüz dostlukların, arkadaşlıkların arasında hesap çetelesinin tutulmadığı yıllardan kalkıp gelen bu sihirli sözcüğü duyduğumda irkildim.

Kovboy filmlerinde sıkça duyduğumuz, bizim de kovboyculuk oynarken, “seni önce ben gördüm, ellerini kaldır ve sorun yaratmadan buraya gelip, teslim ol,” anlamında kullandığımız bu sözcüğün daha sonraları, lise yıllarımda, İngilizce derslerinde öğrendiğim “come on” sözcüğüne karşılık geldiğini farketmiştim.

Oyunlar !.. Çocukluğumuzun süsü...

Kafamı kaldırıp baktım. İri gövdesiyle, koca bıyıklı, kalın çerçeveli gözlüklü bir adam dükkanın kapısında durmuş, zaten loş olan dükkanın içine güneş ışığının girmesini engelleyerek, içeriyi iyice karartmıştı.

Çocukluğumuzun anılarının dünyasına yaptığım ani yolculuğun kapısını aralayan bu sözcükleri söyleyen adamın yüzünü seçmeye çalıştım.

Elinde kocaman bir su tabancası vardı; tetiğine basıp, yüzüme su püskürttü. Sonra da kalın sesiyle kahkahayı bastı. Böylesi sulu bir şakayı ancak tanıdık biri yapmaya cüret edebilirdi.

Adam, su tabancasıyla yüzüme su püskürtmeye devam ediyordu.

Sevinçle, “Hay bin kunduz!... Niko !?” diye haykırdım.

“Niko ya!.. Niko tabii, koca adam.”

Loş, köhne dükkanımda çiçekler açtı.

Senelerdir görmediğim çocukluk arkadaşım karşımdaydı. Hasretle kucaklaştık. İkimizin de göz pınarlarından birer damla yaş, artık buruşmuş olan yanaklarımızdan aşağı süzüldü.

Evet,... en iyi arkadaşım Niko, beni unutmamış, yıllar sonra da olsa gelmişti.

Niko, “Nasılsın?” diye sordu.

“Geçinip gidiyoruz,..kala yarabbim şükür,” diye cevap verdim ve güldüm.

“Suzi n’apiyor?”

Suzi’nin Kapalıçarşı’da dükkanı olan bir kuyumcu ile evlendiğini, Ada’dan taşındıklarını, biri kız, ikisi oğlan üç çocuğunun olduğunu Niko bilmiyordu.

“Suzi yok..,”dedim.

Eski güzel günler geldi hatırımıza… Koşarak birer ağaç kapıp, tırmanırdık; kimimiz bir elma ağacına, kimimiz bir kiraz ağacına...Yıldızlara daha yakın olduğumuzu sanırdık böylece...Sonra tek tek yıldızları paylaşırdık: Kutup yıldızını Suzi’ye bırakırdık.

Çok iyi arkadaştık; hiç kavga etmemiştik. Minicik aklımızla aramızdaki ilişkinin ömür boyu sürecek bir dostluk olduğunu düşünüyorduk. Kırmamıştık birbirimizi. Aynı kıza aşık olduğumuzu fark ettiğimizde bile...Annesinin iki yanından ördüğü, omuzlarına kadar sarkıttığı sarı saçları, çilli yüzü, hülyalı bakan ela gözleri ile Yorgo Bakkalın kızına... Suzi takmıştık adını.

Bizim hikayemiz farklıydı; aramızda sorun olmasın diye kendimize “esas oğlan”ın, Tom Miks’in adını takmamıştık. Tom Miks yoktu bizim dünyamızda. Oyunlarımızda ben, Konyakçı olmuştum; Niko ise Doktor olmuştu. Hikayelerimizde delikanlı Tom Miks’in yerine ihtiyar Konyakçı ile Doktor’un ikisi de aşıktı körpe Suzi’ye.

Binbir Surat’ın kaçırdığı Suzi’yi kurtarmak için serüvenlere atılırdık. Faytonlar, Kızılderililerin saldırdığı posta arabalarıydı. Suzi’yi kurtardıktan sonra, pastaneden aldığımız dondurmalarla Aya Yorgi Kilisesinin yanındaki arsadaki sığınağımıza, Nevada Kalesine gitmek üzere bir faytona binerdik. Suzi ortamıza otururdu. Apaçilerin her an olabilecek saldırılarına karşı tetikteydik. Bir elimizde dondurma, diğer elimizde oyuncak tabancalarımız dikkatle kolaçan ederdik etrafı.

Niko’yla her şeyimiz ortaktı : Hayallerimiz, tutkularımız,.. Nevada Kalesi’nde kan kardeş olmuştuk. Cebinden çıkardığı çakıyla önce kendinin sonra benim elimi kanatıp, kanayan elimi tutmuştu. Söz vermiştik; dostluğumuz hiç bitmeyecek, birbirimize her zaman sahip çıkacaktık.

Ortak bir de hazinemiz vardı: Hayallerimizi besleyen kitaplar. Annelerimizin çantalarından aşırdığımız elli kuruşluk bozuk paralarla aldığımız Tom Miks, Texas, Pekos Bill, Kinova, Teks mecmuaları. Ortak kitaplarımız o kadar birikmişti ki bir sandık dolusu olmuştu. Annem, babam Niko’nunkiler kadar hoşgörülü değildi; o tür kitapları okumamı yasaklamışlardı. O yüzden de kitapları Niko’ların evinde, bir sandıkta saklıyorduk.

Ama bir sabah evlerine gittiğimde Niko’ların aniden gittiklerini öğrendim. Haber vermeden…Hem de bir daha geri gelmemecesine…Vedalaşmadan….Ellerinde avuçlarında taşınamayacak ne varsa, her şeylerini satıp, savıp Yunanistan’a göçmüşlerdi.

Çocuk aklımla anlam veremedim…Çok kırıldım.

Sağdan soldan Atina’ya yerleştiklerini, iyi olduklarını duymuştuk sadece.

“Kaç yıl oldu görüşmeyeli?...Niye habersiz, aniden çekip gittin!?” diye sitem ettim.

Niko’nun cevabı daha sitemkardı :

“Yok yaaa!...Gitmeseydik de becersindi sizinkiler bizimkileri, d’il mi,” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu aramızda.

O korkunç, toplumsal cinnet günleri aklıma geldi.

6-7 Eylül Olayları olmuştu… O zaman çok küçüktüm; ne olduğunu anlayamamıştım.

Bir sabah erkenden babamla birlikte, Beyoğlu’nun alt tarafındaki dükkanımıza gitmiştik…Güzel bir eylül sabahı idi, görünüşte bir olağandışılık yoktu. Ancak aniden Galatasaray Lisesi tarafından korkunç uğultu ve küfürlerle, ellerinde taşlar, sopalar, bayraklarla büyük bir kalabalık peydahlanmıştı…Şuursuz bir güruh… Rumların işyerlerine, evlerine saldırıyorlardı. Türk komşularımız, durumu anlayıp, erken davranarak, Rumları çoktan kendi evlerinde saklamışlardı; kalabalık kapılarına dayandığında önlerine çıkıyor ve bunların Türk evi olduğunu söyleyerek savuşturuyorlardı. Bir ara kalabalıktakiler sokağın başındaki mobilyacı Aleko'nun dükkanının tabelasını gördüler. Dükkanın kapısını, vitrinini, camlarını, tezgahı,...her şeyi parçaladılar…Benzin döküp yakmaya hazırlanırlarken komşularımız engel oldular; bütün mahalleyi yakacaklarını, Türklere de zarar vereceklerini söyleyerek onları güç bela durdurdular.

Şuursuz kalabalık, yine bağıra çağıra, küfür ve uğultularla yokuştan aşağı yeni hedeflere yöneldi.

Öğlen saatlerine doğru, babamla el ele tutuşup tedirgin adımlarla Beyoğlu'na çıktık… Manzara ürküntü vericiydi… Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki bir dükkanın cam vitrini paramparça olmuştu. Vitrinde teşhir edilen, her gelip geçtiğimde durup, dakikalarca hayranlıkla baktığım, kocaman bir Osmanlı çinisi antika vazo bin parça olmuş, kaldırımda dağılmış yatıyordu.

İstiklal Caddesinin zemini elbiselerden, top top kumaşlardan, kırılmış vitrin camlarından, tabak çanaklardan, mutfak eşyalarından, görünmez bir haldeydi. Cadde boyunca kıymetli ev eşyaları; radyolar, buzdolapları, çamaşır makineleri, antika mobilyalardan dağlar oluşmuştu… Kırılmamış tek bir cam, tek bir vitrin yoktu… Sac kepenkler bile parçalanmıştı… Yürümek olası değildi… O sırada Taksim yönünden Beyoğlu’na tankların girdiğini gördük. Babamla korku ve dehşet içinde, ellerimizi sıkı sıkıya tutarak uzaklaştık.



Birkaç gün sonra babam, akşam yemeğinde, sofrada anlatmıştı. Niko’nun babası ile vapurda karşılaşmışlardı… Çok üzgündü… Onların da Beyoğlu’ndaki tuhafiyeci dükkanları talan edilmiş, yağmalanmıştı. “Dedelerimin memleketi İstanbul’da yaşamak bize haram oldu,” demiş, ağlamıştı.

Hepimizi suspus olmuştuk sofrada… Lokmalar boğazımızda düğümlenmişti… Niko’nun ailesi kadar üzülmüştük. Bizimkisi daha farklı, karmaşık duygulardı; olanlar hem kendimize yapılmış gibi üzgün, şaşkın ve kızgın, hem de bütün bunları kendimiz yapmış gibi utanç içindeydik. Evet,...Utanç ve üzgünlük bir arada.

Babalarımız da birbirine benzerdi; rakıyı ve aynı mezeleri severler, aynı ezgilerle hüzünlenir, aynı oyunlarla coşarlardı.

Babasını sordum.

“Geçen sene kaybettik. Ölürken hep memleketini, İstanbul’u sayıkladı. Onun İstanbul’u sizinkinden güzeldi,” dedi Niko. “ Rakıdan sonra “uzo”ya da bir türlü alışamamıştı.”

“Kitapları ne yaptın ?” diye sordum. “Bir sandık dolusu kitabımız vardı.”

Niko, çantasını açtı, içinden pırıl pırıl ciltli birer Tom Miks ve Texas çıkardı, tezgahın üzerine koydu :

“Al vre kitaplarını !... Çok agladin.”


M.HAKKI YAZICI

(*) Bu öykü 25 Eylül 2006 tarihinde T.Gazeteciler Cemiyeti’nin yayın organı Bizim Gazete’de yayımlanmıştır.