Cumartesi, Ocak 17, 2009

LÜZUMSUZ ADAM


Okuma Talimatları:
Lütfen okumadan önce , okurken ve okuduktan sonra uyunuz.
1) Yüksek sesle okuyunuz.
2) Okumanız yedi dakikayı kesinlikle geçmesin.
3) Çocuklardan, mutlulardan, güneşten uzak tutunuz.
4) Beklenmeyen bir yan etki görüldüğünde en yakın mezarlık müdürlüğüne başvurup beden ölçülerinize uygun bir yer satın alınız.




















LÜZUMSUZ ADAM
Kesik kesik çizgilerle belirlenmişe benzer hatlarıyla öğle saatlerinde, az önce yağmaya başlayan yağmurun ıslattığı sokaklarda amaçsızca dolaşıyordu. Oysa bir saat önce uyanarak telaşla giyinmiş, yapması gerekenleri kafasında tasarlaması gerektiğini düşünmüş ve pantolonlarının arasından bir pantolon, gömleklerinin arasından bir gömlek, gravatlarının arasından bir gravat, çoraplarının arasından çiftleri tekleri harmanlayarak eş / eşsiz çoraplar, kazaklarının arasından bir kazak ve ayakkabı çiftlerinin arasından bu kez harmanlamayarak ayakkabılar seçip giyinmiş, sonrasında paltosunu üzerine geçirip kendini dışarıya atmıştı.
Hızlı hızlı otobüs durağına ulaşıp dikilmeye başladığında yapmurun yağdığını görmüş ancak şemsiyesini almadığını her nedense otobüse bindikten sonra bile hatırlamamıştı. Bunca telaş ve koşuşturmaca içerisinde işe yetişmesi gerekmediğini anlayınca, şoföre daha yavaş gidebileceğini söylemek üzere öne doğru insan koruluğuna daldı. Ve fakat elinde Güney Amerika’ya özgü palası olmadığından şoförün yanına varmak için iki “duracak”a gereksinimi olmuştu. Sarsıntının ve durkalkların ağırlığını bir öne bir arkaya vermesini gerektirmesi ve buna karşın yaratmakla mükellef olduğu direnci başarılı bir biçimde ayakparmaklarında noktalanan kaslarına iletmesi gerçeğini kesinlikle kabullenmişti ve uygulamış olmalı ki, bütün yolculuk boyunca bir kez bile otobüsün içinde yere düşmemişti.
Durağında indiğinde, şoförün kulağına daha yavaş gidebileceğini fısıldayıp fısıldamadığını merak edenlere, bunun şoförün kulaksız olması nedeniyle ilk anda meydana gelen şaşkınlıkla mümkün olmadığını, şaşkınlık geçtiğindeyse kendi “duracak” durağına varıldığından fısıldamanın lüzumsuzlaştığını söylemeliyim.
İnilen ya da diğer bir deyişle, duracakta durulan duraktan sonra çıkılan, olmadı bir başka söyleyişle hareket edilen sokağın ıslak ve zamanında öğle saatleri olduğunu başlangıçta söylemiştik. Bir önceki cümlede birinci çoğul şahıs kullanmam çok kişilikli olmamdan değil Tanrısal kitaplardan el-ağız alışkanlığı. Yoksa iki kişilik ismimle tek kişiyimdir bendeniz. Ancak konu ben değil benim anlattığım olduğundan ve o da hala sokakta, farkına bir türlü varamadığı sadece gördüğü yağmurun altında ilk hareketi beklemekte olduğu için lafı daha fazla uzatmayalım.
De hadi verdim bende “ OL” .
Hafif yokuşumsu ıslak sokakta yukarıya doğru yavaş yavaş çoğalan, hızlı hızlı yürüyen insanların arasında bulduk onu yeniden. Aldığı ilk hızla, eski günlerini aratır bir yavaşlıkla yürüttük. Bu ilkinin diğer ilklerden neden farklı olduğuna gelince, anlamasından kaynaklanıyordu. Yüzündeki dehşet ifadesi de bu yüzdendi. Yoksa yanından geçen bazılarının sandığı gibi akşamdan kalma, reflüsü azmış, midesinde gaz olan, sevgilisi tarafından az önce terk edilmiş, işsiz kalmış ya da alt dudağının içinde ve dibinde dişinin köküne yakın bir noktada oluşan aftın dişine sürtüyor olmasından kaynaklanmıyordu. O kadar basit bir anda olmuştu her şey. Sadece farketmişti tasarlaması gereken hiçbir şeyinin olmadığını. Bugüne dair de değildi bu tasarımsızlığı, önümüzdeki günlere de, hatta haftalara da, hatta hatta aylara da ve hatta hatta hatta yıllara da dair değildi. Telaş da uçup gitmişti ansızın.
Bunun, aldığı aile kültürü ve resmi eğitimiyle, daha sonrasında bir süre resmisizleşip ve daha sonra tekrar resmileşen iş hayatının sürekli olarak hazırladığı, doldurduğu, anlattığı ve korkuttuğu şeye çok ters bir durum olduğu lütfen kayıtlara geçsin.
İşte bu anda yürüyüşü artık bir motor hareket haline dönüşmekte olan adamımız, kendinde hasıl olan bu kendin olma durumuna bir isim, olmadı bir sıfat takma ihtiyacını neden hissetmiştir bilmiyoruz. Biz bilmiyor ve o da tasarımsızlığının derinliklerine dalmış düşünürken, saçlarının ıslaklığını, damlaların yerçekiminin dayanılmaz gücü karşısında, zayıf saç tellerini dolu başaklar gibi aşağıya nasıl eğdiğini ve eğilip şakaklarına yapışan tellerin göz kenarlarından aşağıya bir dere yatağı meydana getirdiklerini fark etti.
(Fark etmek, diğer bir söylenişle farkına varmak, bunca yılın sonunda yolculuğun varılacak bir “fark” diyarına olduğunu ya da bu “fark” denilen şeyin nasıl edilebileceğini fısıldadı kendi kulaklarına. Ancak duyamadı ne dediğini. Belki “ayırdına varmak” demiştir. Bilmiyorum kavramak dahi olabilir. Üstelik bunu kendisinin duyabileceği bir sesle söylemiş olsaydı parantezi hiç açmazdım bunu da bilin. Neden kapatmadığıma gelince bunu bilmeyin. Bilinecek olanları ben size bildiriyorum zaten. Hem sonra gerçekten düşündüklerini ve yüksek sesle söyleyeceklerini bizzat kendisi yazacak bu adamın. Ancak ne kendisinin düşünmediklerini ne de kendisinin kendine duymadığı sözcüklerini onun adına uydurup buraya yazamayacağım çünkü bu ahlaka uygun olmaz. Bence siz de parantezin kapanmasını beklemeyin devam edin.
Bütün bunları bazılarının tanımladığı gibi tanımlamayacaktır bizim hala yolda yürüyüp, inatla ıslanan adamımız. Boşluğa düşmüşlüğü falan yoktur kendisinin. Rögar kapakları da her ne hikmetse belediyemiz tarafından yerinde bırakılmış ve bu nedenle boşluğa düşüp ölebilme ayrıcalığına henüz sahip olunamamıştır. Bu ancak müstesna ülkemin eşsiz şairlerine tanınacak bir ayrıcalıktır.
Yani boşluk yoktur nokta
*
Sokağın ortasında mıyım? Ne zamandır durduğumu, insanların yanımdan geçerken bana baktıklarını, köpeklerin ayaklarıma bir ağaç olduğumu sanarak işediklerini bilmiyorum. Kaybolmuş. Bütün tasarılarım, kaygılarım, hedeflerim, gerçekliğim, korkularım, aşklarım, açlığım, hepsi ama hepsi kaybolmuş. Tabi ben orada öylece bunların şaşkınlığıyla dikilirken bir martının da beni zararsız olduğuma kanaat getirerek hedeflemesine şaşmamak gerek. ( Bu arada kanaatı getirme eylemi bir iş midir? Teknik olarak yani. Yatayda olması zorunludur o halde getiriliyor olduğuna göre. Gerçi yukarıya ya da aşağıya da getirilir ki bu durumda iş olamaz. Neyse.
Diyorum ki korkmayınca doğadaki canlılar daha bir rahat sıçıyorlar. Hatta belki de sadece korkmadıkları anlarda sıçabiliyorlar dilimize yerleşen o tuhaf sözün aksine. Üstelik hayvanların ki buna bizler de dahiliz, en zararsız ve en savunmasız oldukları an bence sıçıyor oldukları andır. Galiba kuşlar da bu nedenle bu tehlikeli duruma bir çözüm olsun diye uçarken sıçıyorlar. Ve böylece insanoğlunun kafasına sıçabilen tek canlı olarak kayda geçiyorlar. Sanırım bu kadar minik oldukları için şükretmeliyiz. Yani nasıl diyeyim çocukluğumdan beri takılan bir düşüncedir aklıma “jumbo”nun diyarında yaşayanların neler çektiklerini. Bu arada hiç yerdeyken sıçan bir kuş gördünüz mü? Şimdi düşünüyorum da ben görmedim. Gören olduysa da sanırım bu bir istisna olmalı. Martılarla olan sorunlarım oldukça eskilere dayanır. Ancak şimdi geçmişin kazanından bula çıkara kafama sıçan martıları kepçeleyecek değilim. Öncelikle lüzumsuzluğumu fark ettiğim şu üç beş dakika öncesinde ayaklarımın beni belirsiz bir hedefe götürmekteki isteksizliğine bir çözüm bulmalıyım. Gerçi bu bir sorun mudur ki bir çözüm üretilmelidir. Yanıt evet. Üstelik yağmur da yağmasını kesmişken köpek sidiği ve martı bokunun üzerimde kuruyarak berbat kokacağını biliyor ve buna tahammül etmek istemiyorum. Haydi benim vefakar ve saygıdeğer ayaklarım o kadar inatçı olmayın. Köpek sidiğinden evladır lüzumsuz bir adamı iki adım kenara taşımak.
Ve ayaklarım gördükleri lüzum üzerine bedenimin hareketlenmesine yeniden izin verdiler. Mutluluk verici bu an için onlara teşekkür ediyor ve yolun kenarında bir dükkanın yanındaki küçük ve alçak mermer çıkıntıya oturuyorum.
*
Oturdu. Bu andan sonrasının bu andan öncesine nazaran daha anlamlı olacağını söylemek isterdim. Ancak bunu benim söylemem mümkün değil. Sessizliğinde ve oturduğu soğuk mermere kaba etinden termodinamiğin sıfırıncı yasasını baz alarak aktardığı sıcaklık dışında gelecek nesillere ders mahiyetinde aktarılacak hiçbir şey yok. Bütün bu yaşananların zamanın o dehşetengiz okyanusunda bir su damlası olduğunun farkında olarak gelecek anlara dair ne anlatabilirim bilmiyorum. Belki de onu orada, sokakta insanlara bakarken yüzündeki anlamışlıkla, baktıklarının görülmesiyle ve geçmişten şu ana taşıdığı tasarılarının görülmeyen lüzumluluklar üzerine yok olmasıyla yalnız bırakmalıyım. Artık özgür. Bundan sonrası rüzgarın ellerinde. Mürekkebin ve kağıdın sınırlarının çok çok ötesine geçmiş durumda ve ben de tam bu yüzden ellerimi susturuyorum.
*
Susmayacağım. Bu mermerin üzerinde başlayacağım konuşmaya. Kaleminin mürekkebi tükensin ki, şu andan sonra lüzumsuzluğun tadını çıkaracağım. Tasarlamadan, kaygılanmadan, korkmadan, beyaz şehirlerin çizgisiz sokaklarında odun kömürü ayakkabılarımla fink atacağım. Konuşulmayıp içlerinden yirmidokuzunun çalındığı Ural tire Altay seslerimin simgesine dönüşmüş harflerimi martılar okusun beyaz çizgisiz şehirlerimde. Ben bu soğuk mermerden kalkıp, otuz dört yaşımda yeni(den) doğumu kutlayacağım bütün bedenimde hissettiğim lüzumsuzluğumla.
Ne mutlu lüzumsuz (olan) adama
Ve ne mutlu varoluşun lüzumsuzluğuna…

Lüzumsuz adam : Bir iş için gereken nitelikleri taşımadığı hâlde orada görevli olarak bulunan veya avare, boş ve ilgisiz kimse. ( kaynak: TDK )



yardaş
17/ 01/ 09
İstanbul