Pazartesi, Mart 27, 2006

HEPİMİZİN HİKAYESİ

Kesekağıdının üzerine hesap yapılırdı. Kışın giyilen kasketler meşin, bıyıklar badem olurdu. Haymanalıların yüzde doksanı Beşiktaş taraftarıydı. Biraz da kavgacı olmasalar kendi halinde insanlardı. Hal ve gidişat idare ederdi. Kesekağıtları pazarlarda çoğunlukla gazeteden elle yapılmış olanlardı. Halde ise düz sarı renkli endüstriyel olanlar kullanılırdı. Kesekağıdının ucunu hafif açıp içine üfleyip dizine kodunmu bomba gibi bir ses çıkarak şişer ve açılırdı. Bu hareket öncesi, sırası ve sonrasında neredeyse anonim olan tiratlar geçilir, müşteri mesela hoş bir cins-i latifse doğaçlama da yapılırdı. Bizim para önlüklerinde yoğun üzüm şırası lekeleri olurdu. Mavi önlükler bele bağlanır ayaklara doğru sarkıtılırdı. İki büyük: Kağıtlar için ve iki küçük: Madeniler için bölmeler vardı. Akşamları Bentderesinde eski Şavrole veya İmpala binek dolmuşların mümkünse ve ah keşke ön tarafına, şöför yanına binildiğinde bacakların arasına konulan ve yolda yürürken elde sımsıkı tutulan o önlüğün içinde o günün emeği ve onsekiz kişinin hayatı vardı. Sanki bir tek abimle ben Galatasaraylıydık. İki müşteri arasında geçen zaman dilimlerinde kafalarda hep o haftanın onbirinin değişik kombinasyonları ve muhtemel skor olasılıklarının hesapları vardı. Komşu ''Şen Sergide'' karpuzları elden ele atarken neredeyse plonjon yaparlardı ve en büyük Washington cinsi karpuzun üzerine kartal resmi kazıyıp sergilenen karpuzların en üstüne koyarlardı. O anlarda en gösterişli muzu alıp havada sallamak geçerdi aklımdan. Fakat bu hareket bariz bir kavga sebebiydi. O yüzden kendimi tutardım...

******************

Akşam eve geldim. Yemekten sonra maalleye çıktım. Coşkunların evinin önündeki dut ağacının dibinden aşağı doğru yöneldim. Altındağ Caddesinin ışıkları merdivenlere kadar geliyordu. Yokuşu caddeye bağlayan merdivenlerden her zamanki gibi lağım suları akıyordu. Merdivenlerin başında, Hacı Bakkalın hafif üst tarafında, aydınlıkla karanlığın arasında Piç Resul ceketinin cebinde mantarsız ve gazete kağıdına sarılı olduğu halde daima hazır ve nazır olan Çubuk Şarabını ince belli bardaana işetti. Kendi kendine mırıldandı: “Çubuk olsun çabuk olsun”. Kimseye çaktırmamaya azami gayret göstererek kafaya dikti ve Kazancı Bedih’den bir gazel çekti:

''Tükendi nakdi ömrüm, dilde bir sevda-yı ah kaldı... Tevessül dilber-i yare benim arzum nigâh kaldı... Benim taciz etmediğim ne şah ve padişah kaldı Benim perişan halime kimseden olmadı insaf...''


Gazel bitince başladı anlatmaya hep oynamayı hayal ettiği o tarihi Türk filminin ortasından: “Tebai Kapılarında…”

“Kandiya'da Herakleion civarında atlarımızla dolaşırken Tebai kapılarında beşin altı olduğunu gördük. Fişka, yani kedi kafası karşi cenahın bayraklarında dalgalanıyordu. Bir lahzada ortalık toz dumana büründü. Nefes almak bile çok güçleşmişti. Kılıcımı şöyle bir okkaladım. O esnada elime Tahrir Katipliğinden gelen bir mesajı iliştirdiler. Ya mesajı yazanda veya bende bir uvunma hali mevcut deyu düşünmekten kendimi alamadım. Sol yanımda Mestan Efendi'nin saka beygiri kişunedi. Vay seni fare başlı iskorpit dedim içimden. Savulun haramzadeler deyu nara atıp ileri atıldım. Ahali perişan ve zaruret içinde iken himmet etmemek olmaz idi. Derhal düzlüğe intikal ettim. Kevser suyunu geçtim. O anda lalettayin bir kavganın içinde buldum kendimi. Latilokum gibi iki hamleyle çemberi yardım. Karşımdaki Halepçıbanı suratlı deyyusun yalancı dolma gibi sarmaladığı gövdesinde çelik bir zırhı mevcut idi. Yaradana sığınıp herifi aşağıya doğru kanırttım. Sepelek kapana düşüverdi. Tırtıkçılara manyel edip yoluma devam ettim. Meydan bıçkı tezgahı gibiydi. Tertibatı yokladım, fasih bir doğrultuda ilerlemeye devam ettim…”

Piç Resul içinde oynadığı filme devam ederken ben de ufaktan hani mevzuu bahis sinemasal havayı da hiç bozmadan gecenin karanlık tarafına doğru uzadım…

********************

Akşamlardan bir sonbahar akşamı: Sonbaharın Allahı. Günlerden pazartesi, saat 21:00 sıraları. Karşıda Yenidoğan İlkokulu'nun bahçesi. Görüntü kafi derecede ürpertici ve soğuk. Okulun etrafında sıra sıra yükselen gecekondular ve evlerin parçası imiş gibi durup yükselen sanki sanki dut, kayısı, kavak olarak sayacağım ağaçlar, bol miktarda çocuk çığlığı ve hep o iki genç adam üzerlerinde siyah takım elbiseler, beyaz gömlekler, eller yanlara açılmış, bacaklar gergin, bakışlar keskin, bir ölümün dansını yaparcasına kendi etraflarında dönüyorlar mütemadiyen, Ekiz zeytin yağları reklamı okulun yan duvarında, geceyi sarmalayan hüzünlü bulutlar, okulun duvarında aşağı doğru sarkıtılan çocuklar, karanlığın içine oturup kalmış olan işte o yaralanmışlık hissi, gözlerdeki tedirgin hicran, her soluk alışımızda içimize işleyen maallenin ruhu... İnanılmaz hikayeler anlatılırdı, çocuktu yüzlerimiz. Buzzz gibi bir goldü bütün rüyamız. Golün adı daha sonra yol olacaktı...

Hacı Bakkal'ın camından içeri bakınca bir sıcaklık kaplıyor insanın içini. Bizim bakkal... Çiftlik yoğurdu almak üzere içeri giriyorum. Servet Abi o zaman 45 yaşlarında, sarı-kumral arası saçlarının şekli hiç değişmez, sanki taramaya da gerek duymaz, saçıyla aynı renk bıyıklar abartısızdır. 1.70'lerdeki boyuna karşın göbeğinden dolayı gömleğinin karın hizasındaki düğmeleri zor iliklenir. Servet Abi Bakkal Şakir'le ayaküstü dertleşiyor. O hafta Fenerbahçe'nin lig maçında, Ecevit'in de bir gün önceki 1979 ara seçimlerindeki yenilgisinden dem vurup bütün cephelerde mağlubuz bu hafta diyor. Şakir'de sohbetten memnun tastikliyor Servet Abi'yi. O lahza buharlaşıyorum, ruhum dükkanın tavanlarında dolaşıyor. En azından Fener'li değilim diye şanslı olduğumu düşünüyorum. Fakat o günden sonra artık Fenerlilere kızamıyorum. Servet Abi'nin yenilmişliği gülümseyerek bu şekildeki kabullenişinde müthiş bir duygusal süblimleşme yakalıyorum. Yoğurt alma işini mümkün olduğunca uzatarak bu sahneyi ve diyaloğu, bu usta işi tiratı kafama kazıyorum. Ne çelebi bir insandın be sen Servet Abi...

Servet Abi'nin Fenerbahçeliliği tescilliydi. Bunun bir kızı bir de oğlu vardı. Oğlunun ismi Cem. Cem o zamanlar 10-11 yaşlarında, ince, sarı-kuru bir çocuk, yüzünde belli belirsiz çilleri var, dişleri babası gibi sararmış, gözlerde karşıdakini hiç bir zaman kıramıyacak kişilere ait yumuşaklık, alelacele konuşurken kelimeleri yutuyor ve insan içinde pek durmamayı tercih ederek hızlı adımlarla sanki karanlık sise doğru koşuyor, kayboluyor…

Bir diğer mühim şahsiyet maalle takımının uzun santroforu Coşkun. Giydiği tişörtler uzun boyu dolayısıyla sanki belini kapatmazdı. Saçlar babaya çekim, vaktinden evvel seyrelmiş, o zamanlar 22-23 yaşında. Maçlarda ayağında çok top tutar. Top ayağına yakışır. Topa göstere göstere vurur. En büyük takıntısı rakip defans oyuncusuna beş yapmak. Buradaki beş, beşiğin kısaltılmışıdır ve bacakarası manasına gelir. Coşş hasta Beşiktaşlı ya yemiyor içmiyor Servet Abi'yi tilt etmek ve maalledeki Beşiktaşlı taraftar kitlesine yeni bir eleman ilave etmek üzere Cem'i sırasıyla uzak, orta ve yakın markaja alarak ajitasyon çalışmalarını tamamlıyor ve nihayetinde Cem'e gıcır gıcır bir siyah beyaz Beşiktaş forması hediye ediyor. Cem aldığı bu hediyeye aşık oluyor. O günden sonra Beşiktaş'a karşı duyduğu bu karşı konulmaz aşkı ve onun sembolü olan o siyah beyaz formayı babası Servet Abi'den gizlemek için azami gayret sarfetmeye başlıyor. Formayı karyolanın altına filan zulalıyor. Babası işteyken gizli gizli giyiyor. Maallede içiçe geçirilmiş iki laylon topun peşinden koşturuyor üzerindeki siyah beyaz formanın gururuyla. Servet Abi işten gelmeden formayı çıkarıp başka birşey giyiyor filan, böyle uzun müddet durumu idare ediyor. Fakat o meşum gün gelip çatıyor. Bir pazar gecesi yine saat 21:00 sıraları Servet Abi karyolanın altını karıştırırken Cem'in bu siyah beyaz formasını buluyor. Beti benzi atıyor tabi. Gözleri öfkeden çakmak çakmak olmuş halde Cem'i çağırıyor. Bu formayı nereden bulduğunu soruyor. Cem bu soruya cevap vermemek için uzun süre direniyor. Fakat Servet Abi'nin elinden kurtulamayacağını anlayınca formayı bizim Coşkun'un hediye ettiğini itiraf ediyor. Bunu duyan Servet Abi çılgına dönüyor. Bir elinde forma varken diğer eliyle Cem'i kolundan tuttuğu gibi Coşkunların evinin kapısına dayanıyor. Hışımla Coşkuna sesleniyor. Cem'i ve siyah beyaz formayı kapıya çıkan Coşkun'a teslim ediyor. Al, bu güne kadar ben besledim, bugünden sonra da sen besle, o artık senin çocuğun olsun diyor. Cem tabi zırlaya zırlaya ağlamaya başlıyor. Olaya şahit olan maallelli ve Coşkun şaşkınlıklarını üzerlerinden atınca herkes birden gülmeye başlıyor. Derken maalleli araya giriyor; Coşkun'un formayı geri almasına; Cem'in de kendi ağzından Fenerbahçe taraftarlığına geri döndüğüne dair söz alınmasına filan karar veriliyor da Servet Abi Cem'i tekrar eve almaya ikna oluyor...

Servet Abi hakkında hafızamda kalmış iki kare daha var. Dışkapı pazarında babamla beraber alışveriş yapıyoruz. Yaşım 12-13. Servet Abiyle karşılaşıyoruz. Bir devlet dairesinde memur olan Servet Abi pazarda tezgah açmış kadın iç çamaşırı satıyordu. Babamla ayaküstü dertleştiler. Sonra biz alışverişe devam ettik...

Bir diğer kare ise şöyle: Yıl 1975, yer Etlik'te veya Emek'te bir sinema. Filmin ismi ''Acı'' ; başrollerde Yılmaz Güney ve Fatma Girik var. Yılmaz Güney kör fakat günlerce atış talimi yaparak keskin bir nişancı oluyor. Atış talimini güneşten yanan bir dağbaşında koçların başına bağlanan çanlarla yapıyor. Sonra bütün kötüleri kulağındaki yetenek sayesinde nerede olduklarını tahmin ederek öldürüyor. İkinci film de yine bir yerli gangsterlik hikayesi. Ben o zamanlar 10 yaşındayım. Bir ara nasıl olduysa arkaya dönüp bakıyorum seyircilerin arasında Servet Abi büyük bir dikkatle Yılmaz Güney'in filmini izliyor, yalnız başına...

Bu, evet bu Servet Abi'nin; bir bakıma hepimizin hikayesidir. Ffffff...(İç çekiş).
Geceyi sarmalayan hüzünlü bulutlar, karanlığa oturup kalmış olan işte o yaralanmışlık hissi, her soluk alışımızda içimize işleyen maallenin ruhu... İnanılmaz hikayeler anlatılırdı, çocuktu yüzlerimiz. Buzzz gibi bir goldü bütün rüyamız. Golün adı daha sonra yol olacaktı...

Adnan Türkoğlu