Cuma, Eylül 26, 2008

KIŞ HALLERİ


Tam yirmibeş yıl masa başında çalışan bir insanın vücudu neye benzer? Vücudum hiç hoşlanmasam da bir sandalyeye benzemişti; popom biraz geride, bacaklarım kıvrık... Oturmadığım zamanlarda da böyleydi bedenim. Bir kuruntuydu belki de benimkisi; ama ben öyle hissediyordum. Dahası sırtım kamburumsu bir hal almıştı ve yıllarca masa üstünde olan kollarım da ilerideydi. Masa başında oturduğum zamanlar vücudum kolayca sandalyenin ve masanın şeklini alıyordu; ancak ya yürüdüğüm zamanlar?.. İşte en büyük sıkıntıyı yürürken yaşıyordum. Düşünsenize vücudu sandalye biçimini almış birisinin yolda yürüme zorluklarını...

***

Yolda su birikintilerine bata çıka, zor bela yürürken, şemsiyem rüzgarın etkisiyle ikide bir ters dönüyordu.

Sabah evden çıkmadan önce akıllılık edip pencereden dışarı bakmıştım: Hava yağmurluydu. Şemsiyemi alıp çıkmıştım.

Kışın en çekilmez günleri yaşanıyordu; havalar sert ve yağışlıydı. Karanlık sokaklarda tek tük yürüyen insanların karaltıları vardı.

Ben bir önceki çalıştığım işte kapının önüne konulduktan, iki aylık işsizlik döneminden sonra, birbuçuk aydır yeni, belki de en son işime gidip geliyordum. Koşullar ağırdı; ancak bir kez daha işsiz kalma korkusuyla, yaşama dirençle sarılan ölüm döşeğindeki bir hasta gibi işime sarılmıştım.

Kendime işe gitme programı yapmış; bir kaç gün içinde bu ritme kendimi alıştırmıştım: Sabah beşbuçukta kalkıyor, altıbuçukta evden çıkıyordum; yedibuçukta, daha henüz gün ağarmadan Gebze’de, fabrikada oluyordum. Bu kadar erken işbaşı yapmaya alışık değildim; ama çare yoktu.

Aydın, aynı zamanda işçi servisini yapan formen, her gün tam altıellibeşte, Kozyatağı yaya üst geçidinin ayaklarındaki otobüs durağından beni alıyordu. İyi çocuktu Aydın, onu seviyordum. Ne olurdu bir de servis minibüsünü su birikintilerinin önünde durdurmasaydı? Minibüse binerken ayak bileklerime kadar suya batıyordum.

Geç kalmamak için telaşla yürüyordum; kaldırımda benim gibi erken işbaşı yapan, servis bekleyen karaltıların arasından geçtim. Yelkenlideğirmen Durağı’nda yine o iyi giyimli orta yaşlı adamla, güzel genç kızdan başka kimse yoktu; biri durağın bir köşesinde, öteki diğer köşesinde bekliyordu. Haftalardır aynı durakta, aynı saatte bekliyor olmalarına rağmen hala aralarına bir yakınlaşma yoktu; belki selamlaşmıyorlardı bile. Halbuki ben ne çok yakıştırıyordum onları birbirlerine.

Paçalarım şimdiden ıslanmıştı. Aldırmadan yürüdüm; kapalı dükkanların önünden geçtim; caddeler, sokaklar boyunca yürüdüm. Deniz küskünü martılar sığınmıştı evlerin saçaklarının altına; görmüyordum, ama arada çığlıklarını duyuyordum. Martıların çığlıklarından ve seyrek geçen arabaların motor seslerinden başka ses de yoktu sokakta.

Kozyatağı-Mecidiyeköy otobüsü her zamanki saatinde geçti yanımdan. Yine aynı yolcular mı var içinde diye baktım; ancak camların buğusundan içeriyi göremedim.

Şemsiyeyi tutan elim buz kesmişti; eldivenlerimi yanıma almayı unuttuğuma hayıflandım. Benzinliğin önündeki dar yaya yolundan geçerken bir kamyonet üzerime zifos sıçrattı. Islanmamak için geriye kaçtıysam da üstüm başım battı. Kızgınlıkla şoförün arkasından bağırıp, küfrettim, ama beni duymadı bile.

Aydın, yine aynı saatte, altıellibeşte geldi durağa. Bu çocuğun bu huyunu seviyordum. Minibüsün içi de karanlıktı; ama içeride kimlerin olabileceğini biliyordum: Orta koltukta diğer formen Cemil, en arka koltukta dolum hattından üç çocuk, ikinci sırada ise Aydın’ın hemşehrisi genç dul kadın. Aydın’ın hemşehrisi kadının bizim fabrika ile ilgisi yoktu. Çok yakın zamanda kocasını kaybetmişti; iki küçük çocukla kalakalmıştı. Allahtan bir yemek fabrikasında iş bulmuştu. Aynı mahallede oturan kadını sevabına alıp, Maltepe’de bırakıyordu, Aydın.

Kadın Maltepe’de indi. Haftalardır karanlıkta gidip gelirken bir kez bile yüzünü görmemiştim.

Maltepe’den, Kartal’dan, Pendik’ten servise binen işçiler oldu. Servis sıcaktı; alıştığım ezberlediğim yollarda camdan dışarıya bakmak yerine gözlerimi kapayıp kestirmeyi yeğledim. Hoş dışarı baksam da bir şey görebilecek durumda değildim; her yer karanlıktı.

***

Uyandığımda fabrikaya varmıştık. Hava hala karanlıktı. Diğer işçi servisleri de gelmişti. Şangırtılı şungurtulu bir sesle demir kapıyı açtılar. Üretim holünden ofislere geçtim. Odam buz gibiydi. Klimayı açtım; koltuğa çöktüm.

Naciye Hanım’ın sabah servisinde getirdiği çay içimi birazcık olsun ısıttı.

Çay servisini yaparken Naciye Hanım’ın dalgınlığını, yüzündeki üzüntüyü farkettim.

“Hayrola Naciyanım, bir sıkıntın mı var?” diye sordum.

Şaşırdı. Gözpınarlarından akıp solgun yanaklarına süzülen bir kaç damla gözyaşı, başörtüsünün kenarından firar etmiş bir tutam saçını ıslattı.

“Eniştem,” dedi, zorlukla yutkunarak.

Meraklı gözlerle yüzüne bakıyordum.

“Eniştem, kendini kitledi,” dedi.

“Nereye banyoya mı?” diye sordum saf saf.

Ben öyle yapardım; evdekilere kızınca banyoya girer, kapıyı üstüme kilitler, bizimkileri kınamak için sabaha kadar küvette yatardım.

“Yok, yok öyle değil,” dedi bu defa kendini tutamayıp gülerek.

Naciye Hanım’ın eniştesi SEKA’da çalışıyordu; SEKA’nın kapatılmasını protesto etmek için işçi arkadaşlarıyla birlikte fabrikanın Bakım-Onarım atölyesine kendilerini kapatıp, kapıları kilitlemişler; direnişe geçmişlerdi. Evdeki çoluk çocuk perişandı.

“Vah vah vah,” dedim, üzüldüğümü belirterek, “Hallolur inşallah.”

Paltomu çıkarmadan öğlene kadar çalıştım. Ayaklarım, paçalarım hala kurumamıştı.

Tuvalet ihtiyacım geldiğinde dışarı çıktım. Dönüşte üretim holünden geçtim. Aydın işçileri toplamış yerleri yıkatıp, temizletiyordu. Üretim yoktu: Satışlar iyice düşmüştü, dağ taş stoklarla doluydu.

Öğlene yakın Şafak Bey çağırdı.

Odasına giderken ayaklarım zaten geri geri gidiyordu. Bir de birinci kata çıkan merdivenleri tırmanmak iyice zordu... Yıllarca masa başında oturmaktan bedeni bir sandalyeye benzeyen birinin merdivenleri çıkma zorluğunu düşünün... Bacaklarım ileride, popom geride; doksan derecelik bir açıya sahip vücudumla terse doksan derecelik açılarla yükselen basamakları tırmanırken ellerimle trabzanlara tutunup güç almadan merdivenleri çıkabilmem mümkün değildi.

Odasına girdiğimde Şafak Bey yine bilgisayarının başındaydı. Bilgisayarın ekranında üretim holüne, ambara, ofislere yerleştirilen kameraların aktardığı görüntüler vardı: Patron hepimizi dikizliyordu.

Gümrüklerde biriken teminat mektuplarından yakındı:

“Yavaşsınız, yavaş,”dedi, dişlerinin arasından tıslayarak.

“Haklısınız,”dedim yatıştırmak için.

Tatsız bir sessizlik oldu.

Gözüm Şafak Bey’in masasının üstündeki gazetenin başlıklarına kaydı.

“Kendilerini aileleriyle birlikte fabrikaya kilitleyerek fabrikalarının kapatılması kararına direnen 600 SEKA işçisi, eylemlerine son vermedi. İşçiler nihai karar verilinceye kadar fabrikayı terk etmeyeceklerini söylüyor.”

Bir başka başlık:

“Genelkurmay İkinci Başkanı, asker maaşları, yarbaya kadar yoksulluk düzeyinin altında”, demiş,”Binbaşı dahil altındaki tüm rütbelilerin yoksulluk sınırının altında gelirlerinin olduğu”nu söylemiş.

Bir siyasetçi de başka bir demeç vermiş;

“Askerler yalnız değil, diğer kamu personelinin, memurların da durumu pek farklı değil.”

Yoksulluk kötü şey... Ekonomi sıkıntıdaydı, her yerde korkunç yoksulluk vardı.

Şafak Bey’le Teşvik Belgesinin durumundan, lisans başvurusundan konuştuk; sonunda, “Gidebilirsiniz,”diyerek beni azat etti.

Odama döndüğümde pencereden dışarıda lapa lapa kar yağdığını gördüm. Sabah bizim oralarda yağmur yağıyordu, şimdi burada kar yağıyordu. İstanbul, garip, kocaman bir şehirdi. Kimbilir karşıda, İstanbul’un başka bir köşesinde güneş açmış, yerlerde birikmiş karları eritiyordu belki de.

Fabrikanın yanında, boş bidonların depolandığı sundurmanın altına sığınmış bir köpek gördüm, camı açtım dikkatlice baktım; hayvanla gözgöze geldik. Sitemkar bir ifadeyle, inler gibi bir ses çıkardı.

***

Öğlen yemeğinde ancak kendime gelmiştim. İçtiğim sıcak çorba içimi ısıtmıştı.

Yemekten sonra çalışmaya devam ettim; arada sıkılınca kalkıp camdan dışarı baktım. Sundurmanın altına sığınan köpek hala oradaydı.

Naciye Hanım yemek sonrası çay servisini yaparken “Bir haber var mı?” diye sordum.

“Yok,” dedi, gözleri yine buğulanarak.

“Naciye hanım, yemekten artan kemik parçaları falan varmı?”

“Var, ama çöpe attım,” dedi.

“Olsun.”

Birlikte mutfağa gidip çöpe atılmış kemik parçalarını bir poşete doldurdum. Odamdaki pencereyi açıp sundurmanın altındaki köpeğe attım. Hayvan bulunduğu yerden kendisine atılan kemik parçalarına doğru bir iki adım ileri çıkıp, hamle yapıp, kokladı; sonra kemirmeye başladı. “Viyk”leyip, kuyruğunu sallayarak teşekkür etmesini bekledim; ama o aldırmadan önündeki kemikleri kemirmeyi sürdürdü.

Çay boşunu almaya geldiğinde Naciye Hanım, “N’aptınız yemek artıklarını?” diye sordu.

“Bahçedeki köpeğe verdim,” dedim.

Naciye Hanım, bakmak için camı açtı. Kar hızını arttırmıştı; lapa lapa yağan kar tanelerinin arasından gösterdiğim hayvana baktı.

“Allah iyiliğinizi versin,” deyip güldü, “O köpek değil ki, kurt!.. Aç kalmış anlaşılan ki aşağıya inmiş. Kışın buralara çok kurt iner.”

Afallamış gözlerle kar tanelerinin arasından hayvana baktım; gerçekten de bir kurttu; ben farkedememiştim.

Naciye Hanım, kahkahalar atarak çıktı. Hüzünlü bir gününde onu güldürmüştüm.

Cama yanaştım. İçerisi biraz olsun ısınmıştı; camlar buğulanmıştı, elimle camın buğusunu sildim. Kurt yine aynı duruşunu koruyarak sundurmanın altındaydı.

Aklımdan yaşlı kurtlarla ilgili bütün veciz sözler geçti: “Kurt dumanlı havayı sever”, “Kurdun adı yaman çıkmış, tilki vardır baş keser” , “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” ve diğerleri...

Tolstoy’un arzuladığı gibi; hem kurtların doyduğu, hem de koyunların sağ kaldığı bir dünya olabilir miydi?

Kendimle bir yakınlık buldum kurtla. Kurdun bizim kültürümüzde pek makbul bir yeri yoktu; ama bu kurt kendi halinde, mazlum bir kurttu...Kaderine razı, aç bir kurttu bu... Kim iddia edebilirdi kuyruğunu arka ayaklarının arasına sıkıştırmış bu hayvanın bir vahşi hayvan olduğunu ? Yoluk tüylerinin altındaki bedeninin yaşını anlamaya çalıştım: Yaşlı bir kurttu herhalde.

Penceredeki kar tanelerini ve kurdu izleyen gözlerim daldı.

Bütün hayatım, yirmibeş yıllık iş yaşamım bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti: Deneyimim arttıkça iyileşmesi gereken koşullarım, şu yıllarda tersine iyice kötülemişti.

İlkokulda mevsimleri nasıl sıralıyorduk? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış...Kış yılın son mevsimi… Ben hiç sevmem kışları; yılın en sevimsiz mevsimidir. Soğuk, yağışlı havalar,..Günler kısa, bereketsiz...Erkenden inen akşamlar…Koyu karanlık geceler…Ben de şimdi yaşamımın son, sevimsiz evresini; kışını yaşıyordum.

***

Öğleden sonra saatler daha çabuk geçmişti sanki. Pencereden dışarı baktığımda hava kararıyordu. İçerisi mi ayak uydurmuştu dışarının karanlığına, yoksa dışarısı mı içerdeki kararmış ruhumu sezip uymuştu bilemiyordum.

Mesai bitiminde servise binerken Naciye Hanımla karşılaştım. Yüzü gülüyordu bu kez.

“Eniştem çıktı, eyleme ara verdiler,” dedi, “İdare Mahkemesi kapatma kararını durdurmuş.”

Ben de onun kadar sevindim.

Minibüse binmeden önce sundurmanın altına doğru baktım. Hava iyice kararmıştı; karanlıkta görmeye çalıştım. Kurt hala oradaydı; gözgöze geldik, mahsun bakışları vardı. İnler gibi ağzını açtı, “İyi akşamlar,” demiştir, diye yorumladım.


M.HAKKI YAZICI
25 Mart 2005, Atatürk Kitaplığı-Taksim

Pazar, Eylül 07, 2008

KOMEN… KOMEN !..






“Komen!!!... Komen!!..”

Yıllar öncesinden, sokak aralarında misket yuvarladığımız, çember çevirdiğimiz, kukalı saklambaç, kovboyculuk oynadığımız çocukluk yıllarımdan; henüz dostlukların, arkadaşlıkların arasında hesap çetelesinin tutulmadığı yıllardan kalkıp gelen bu sihirli sözcüğü duyduğumda irkildim.

Kovboy filmlerinde sıkça duyduğumuz, bizim de kovboyculuk oynarken, “seni önce ben gördüm, ellerini kaldır ve sorun yaratmadan buraya gelip, teslim ol,” anlamında kullandığımız bu sözcüğün daha sonraları, lise yıllarımda, İngilizce derslerinde öğrendiğim “come on” sözcüğüne karşılık geldiğini farketmiştim.

Oyunlar !.. Çocukluğumuzun süsü...

Kafamı kaldırıp baktım. İri gövdesiyle, koca bıyıklı, kalın çerçeveli gözlüklü bir adam dükkanın kapısında durmuş, zaten loş olan dükkanın içine güneş ışığının girmesini engelleyerek, içeriyi iyice karartmıştı.

Çocukluğumuzun anılarının dünyasına yaptığım ani yolculuğun kapısını aralayan bu sözcükleri söyleyen adamın yüzünü seçmeye çalıştım.

Elinde kocaman bir su tabancası vardı; tetiğine basıp, yüzüme su püskürttü. Sonra da kalın sesiyle kahkahayı bastı. Böylesi sulu bir şakayı ancak tanıdık biri yapmaya cüret edebilirdi.

Adam, su tabancasıyla yüzüme su püskürtmeye devam ediyordu.

Sevinçle, “Hay bin kunduz!... Niko !?” diye haykırdım.

“Niko ya!.. Niko tabii, koca adam.”

Loş, köhne dükkanımda çiçekler açtı.

Senelerdir görmediğim çocukluk arkadaşım karşımdaydı. Hasretle kucaklaştık. İkimizin de göz pınarlarından birer damla yaş, artık buruşmuş olan yanaklarımızdan aşağı süzüldü.

Evet,... en iyi arkadaşım Niko, beni unutmamış, yıllar sonra da olsa gelmişti.

Niko, “Nasılsın?” diye sordu.

“Geçinip gidiyoruz,..kala yarabbim şükür,” diye cevap verdim ve güldüm.

“Suzi n’apiyor?”

Suzi’nin Kapalıçarşı’da dükkanı olan bir kuyumcu ile evlendiğini, Ada’dan taşındıklarını, biri kız, ikisi oğlan üç çocuğunun olduğunu Niko bilmiyordu.

“Suzi yok..,”dedim.

Eski güzel günler geldi hatırımıza… Koşarak birer ağaç kapıp, tırmanırdık; kimimiz bir elma ağacına, kimimiz bir kiraz ağacına...Yıldızlara daha yakın olduğumuzu sanırdık böylece...Sonra tek tek yıldızları paylaşırdık: Kutup yıldızını Suzi’ye bırakırdık.

Çok iyi arkadaştık; hiç kavga etmemiştik. Minicik aklımızla aramızdaki ilişkinin ömür boyu sürecek bir dostluk olduğunu düşünüyorduk. Kırmamıştık birbirimizi. Aynı kıza aşık olduğumuzu fark ettiğimizde bile...Annesinin iki yanından ördüğü, omuzlarına kadar sarkıttığı sarı saçları, çilli yüzü, hülyalı bakan ela gözleri ile Yorgo Bakkalın kızına... Suzi takmıştık adını.

Bizim hikayemiz farklıydı; aramızda sorun olmasın diye kendimize “esas oğlan”ın, Tom Miks’in adını takmamıştık. Tom Miks yoktu bizim dünyamızda. Oyunlarımızda ben, Konyakçı olmuştum; Niko ise Doktor olmuştu. Hikayelerimizde delikanlı Tom Miks’in yerine ihtiyar Konyakçı ile Doktor’un ikisi de aşıktı körpe Suzi’ye.

Binbir Surat’ın kaçırdığı Suzi’yi kurtarmak için serüvenlere atılırdık. Faytonlar, Kızılderililerin saldırdığı posta arabalarıydı. Suzi’yi kurtardıktan sonra, pastaneden aldığımız dondurmalarla Aya Yorgi Kilisesinin yanındaki arsadaki sığınağımıza, Nevada Kalesine gitmek üzere bir faytona binerdik. Suzi ortamıza otururdu. Apaçilerin her an olabilecek saldırılarına karşı tetikteydik. Bir elimizde dondurma, diğer elimizde oyuncak tabancalarımız dikkatle kolaçan ederdik etrafı.

Niko’yla her şeyimiz ortaktı : Hayallerimiz, tutkularımız,.. Nevada Kalesi’nde kan kardeş olmuştuk. Cebinden çıkardığı çakıyla önce kendinin sonra benim elimi kanatıp, kanayan elimi tutmuştu. Söz vermiştik; dostluğumuz hiç bitmeyecek, birbirimize her zaman sahip çıkacaktık.

Ortak bir de hazinemiz vardı: Hayallerimizi besleyen kitaplar. Annelerimizin çantalarından aşırdığımız elli kuruşluk bozuk paralarla aldığımız Tom Miks, Texas, Pekos Bill, Kinova, Teks mecmuaları. Ortak kitaplarımız o kadar birikmişti ki bir sandık dolusu olmuştu. Annem, babam Niko’nunkiler kadar hoşgörülü değildi; o tür kitapları okumamı yasaklamışlardı. O yüzden de kitapları Niko’ların evinde, bir sandıkta saklıyorduk.

Ama bir sabah evlerine gittiğimde Niko’ların aniden gittiklerini öğrendim. Haber vermeden…Hem de bir daha geri gelmemecesine…Vedalaşmadan….Ellerinde avuçlarında taşınamayacak ne varsa, her şeylerini satıp, savıp Yunanistan’a göçmüşlerdi.

Çocuk aklımla anlam veremedim…Çok kırıldım.

Sağdan soldan Atina’ya yerleştiklerini, iyi olduklarını duymuştuk sadece.

“Kaç yıl oldu görüşmeyeli?...Niye habersiz, aniden çekip gittin!?” diye sitem ettim.

Niko’nun cevabı daha sitemkardı :

“Yok yaaa!...Gitmeseydik de becersindi sizinkiler bizimkileri, d’il mi,” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu aramızda.

O korkunç, toplumsal cinnet günleri aklıma geldi.

6-7 Eylül Olayları olmuştu… O zaman çok küçüktüm; ne olduğunu anlayamamıştım.

Bir sabah erkenden babamla birlikte, Beyoğlu’nun alt tarafındaki dükkanımıza gitmiştik…Güzel bir eylül sabahı idi, görünüşte bir olağandışılık yoktu. Ancak aniden Galatasaray Lisesi tarafından korkunç uğultu ve küfürlerle, ellerinde taşlar, sopalar, bayraklarla büyük bir kalabalık peydahlanmıştı…Şuursuz bir güruh… Rumların işyerlerine, evlerine saldırıyorlardı. Türk komşularımız, durumu anlayıp, erken davranarak, Rumları çoktan kendi evlerinde saklamışlardı; kalabalık kapılarına dayandığında önlerine çıkıyor ve bunların Türk evi olduğunu söyleyerek savuşturuyorlardı. Bir ara kalabalıktakiler sokağın başındaki mobilyacı Aleko'nun dükkanının tabelasını gördüler. Dükkanın kapısını, vitrinini, camlarını, tezgahı,...her şeyi parçaladılar…Benzin döküp yakmaya hazırlanırlarken komşularımız engel oldular; bütün mahalleyi yakacaklarını, Türklere de zarar vereceklerini söyleyerek onları güç bela durdurdular.

Şuursuz kalabalık, yine bağıra çağıra, küfür ve uğultularla yokuştan aşağı yeni hedeflere yöneldi.

Öğlen saatlerine doğru, babamla el ele tutuşup tedirgin adımlarla Beyoğlu'na çıktık… Manzara ürküntü vericiydi… Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki bir dükkanın cam vitrini paramparça olmuştu. Vitrinde teşhir edilen, her gelip geçtiğimde durup, dakikalarca hayranlıkla baktığım, kocaman bir Osmanlı çinisi antika vazo bin parça olmuş, kaldırımda dağılmış yatıyordu.

İstiklal Caddesinin zemini elbiselerden, top top kumaşlardan, kırılmış vitrin camlarından, tabak çanaklardan, mutfak eşyalarından, görünmez bir haldeydi. Cadde boyunca kıymetli ev eşyaları; radyolar, buzdolapları, çamaşır makineleri, antika mobilyalardan dağlar oluşmuştu… Kırılmamış tek bir cam, tek bir vitrin yoktu… Sac kepenkler bile parçalanmıştı… Yürümek olası değildi… O sırada Taksim yönünden Beyoğlu’na tankların girdiğini gördük. Babamla korku ve dehşet içinde, ellerimizi sıkı sıkıya tutarak uzaklaştık.



Birkaç gün sonra babam, akşam yemeğinde, sofrada anlatmıştı. Niko’nun babası ile vapurda karşılaşmışlardı… Çok üzgündü… Onların da Beyoğlu’ndaki tuhafiyeci dükkanları talan edilmiş, yağmalanmıştı. “Dedelerimin memleketi İstanbul’da yaşamak bize haram oldu,” demiş, ağlamıştı.

Hepimizi suspus olmuştuk sofrada… Lokmalar boğazımızda düğümlenmişti… Niko’nun ailesi kadar üzülmüştük. Bizimkisi daha farklı, karmaşık duygulardı; olanlar hem kendimize yapılmış gibi üzgün, şaşkın ve kızgın, hem de bütün bunları kendimiz yapmış gibi utanç içindeydik. Evet,...Utanç ve üzgünlük bir arada.

Babalarımız da birbirine benzerdi; rakıyı ve aynı mezeleri severler, aynı ezgilerle hüzünlenir, aynı oyunlarla coşarlardı.

Babasını sordum.

“Geçen sene kaybettik. Ölürken hep memleketini, İstanbul’u sayıkladı. Onun İstanbul’u sizinkinden güzeldi,” dedi Niko. “ Rakıdan sonra “uzo”ya da bir türlü alışamamıştı.”

“Kitapları ne yaptın ?” diye sordum. “Bir sandık dolusu kitabımız vardı.”

Niko, çantasını açtı, içinden pırıl pırıl ciltli birer Tom Miks ve Texas çıkardı, tezgahın üzerine koydu :

“Al vre kitaplarını !... Çok agladin.”


M.HAKKI YAZICI

(*) Bu öykü 25 Eylül 2006 tarihinde T.Gazeteciler Cemiyeti’nin yayın organı Bizim Gazete’de yayımlanmıştır.

Salı, Eylül 02, 2008

ÖRÜMCEK


Ufacık gövdesinin ön boğumundan çıkan ve gövdesinden çok daha uzun, kıllı ve incecik sekiz bacağını saymazsak, arkadaki öndekinden biraz daha irice ve uç uca eklenmiş iki pirinç tanesinden belki biraz şişmanca fakat daha büyük olmayan açık kahve renkli örümcek dikkatimi çektiğinde yeni ovulmuş beyaz emaye kaplı banyo küvetinin tabanında, küvete uzandığınızda sırtınızı yaslamaya yarayan eğimli arka kısma doğru ağır adımlarla yürüyordu. Oraya nasıl gelmiş olabileceği konusunda o anda hiçbir düşüncem yoktu fakat sonradan anladığım veya tahmin edebildiğim kadarıyla galiba o hep yarı açık duran banyo penceresinin dışında veya içinde bir yerlerde yuvalanmıştı ve eğer aşağıya av peşinde veya keşif amaçlı olarak kendi inmediyse, olasılıkla ben banyoya girmek için kapıyı açtığımda oluşan hafif hava cereyanına kapılıp düşüvermişti. Bu düşüncem belki örümceklerin o ipeksi salgılarıyla her yere kolayca tutunuverdikleri şeklindeki bilgilerimizle pek örtüşmüyordu ama örümceğin küvetin eğimli arka yüzeyine tırmanmak için yaşadıklarını görmek başka türlü düşünmeme de olanak vermiyordu. Eğer tamamen kişisel, patolojik bir durumu yoktuysa ki, bunu bilmem olanaksızdı, belli ki küvetin ıslak ve kaygan yüzeyi onun aynı kalınlıktaki çelikten daha güçlü olduğu ileri sürülen ince ipeksi iplikçiklerinin yardımıyla bir yerlere tutunup tırmanmasına elverişli değildi. Bu nedenle eğer doğrudan akıl yürüterek sonuca varmadıysa herhalde muslukların olduğu taraftaki ve iki yandaki daha dik olan duvarlarını benim onu görmemden daha önce denemiş ve dışarı çıkmak için başka bir strateji bulması gerektiğine ve en uygun yolun küvetin eğimli arka duvarı olduğuna karar vermiş olmalıydı.
Örümcekleri uğur sayan veya örümcek ağlarını bozmayı günah sayan insanlar gördüm. İnançlı Müslümanlar peygamberlerinin kendisini takip eden düşmanlarından saklanmak için sığındığı Hira mağarasının girişindeki bozulmamış örümcek ağlarını gören düşmanların mağarada kimsenin olamayacağını düşünerek takipten vazgeçmeleri öyküsüne dayanarak örümcek ağlarına bir kutsiyet bile yüklerler. Fakat yine de evlerde temizlik yapılırken tavan köşelerinde veya evin orasında burasında oluşmuş örümcek ağlarının bir sopanın ucuna takılan bir bezle silinivermesi veya elektrik süpürgesi ile emilip yok edilmesi de sıradan bir temizlik işidir. Kimse evini örümceklerle ve börtü böcekle paylaşmak istemez çünkü. Haksız da sayılmazlar hani; bizim ülkemizde kaç çeşidi yaşıyor bilmem ama dünya yüzünde iki yüz çeşidi ısırığıyla insanlarda sağlık sorunlarına yol açabilen toplam üç yüz elli çeşit örümcek varmış ve sanırım bu nedenle başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere örümcekleri sevmeyen ve onlardan korkan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Öte yandan bizde pek rastlanmıyor ama galiba bazı batı ülkelerinde kedi köpek gibi ev hayvanı niyetine evlerinde koca koca tarantulaları veya öldürücü karadul denilen örümcekleri besleyenleri de filmlerde filan hiç de az görmüyor değiliz. Ben örümcekleri seviyor muyum ya da onlardan korkuyor muyum, bundan pek emin değilim ama galiba onları çok ilginç buluyorum.
Örümcekleri ilginç bulmamın çocukluğumla ilgili bir yanı var sanırım. O zamanlar, yani ben çocukken, dünya hem ben çocuk olduğum için hem de elli yılı aşkın bir süre öncesinin dünyası olduğu için daha güzel bir yerdi. Altı yaşında bile değildim ama iki yaş büyük ağabeyim ve diğer çocuklarla yürüyerek evlerimizden kilometrelerce uzaklara gider, incir ağaçlarına tırmanıp dalından kopardığımız ballı incirleri yerdik veya kırmızı dut ağaçlarının en tepelerinde ağzımız burnumuz, her yanımız kırmızıya boyanıp da akşam dayağını veya azarını hak edecek kadar daldan dala atlayarak oynardık. Sonra, nasıl ve ne zaman ve kimden öğrendiysek öğrendik, bir miktar balmumunu önce elimizde ovuşturup iyice yumuşattıktan sonra şöyle yirmi otuz santim uzunluğunda bir kınnabın ucuna çekül gibi bağlayıp dut ve incir ağaçlarının biraz ötesindeki tepelerdeki makilerin arasında, kavurucu Akdeniz yaz güneşinin altında her türlü börtü böceğin, kertenkelelerin, yılanların ve akreplerin kol gezdiğini bildiğimiz topraklarda akrep ve örümcek yakalamak için yuvalarını arardık. Akreplerle örümcekler akrabadırlar. Bunu çok sonraları öğrendim tabii. Fakat o zamanlar tek bildiğim, daha doğrusu benden yaşça çok da büyük olmayan ağabeyim ve diğer çocuklardan öğrendiğim, akreplerle örümceklerin komşu olduklarıydı. Akrep yuvaları ile örümcek yuvalarının ayrımı deliklerin çapı ve yerdeki açılarına göre yapılıyordu. Akrep yuvaları biraz daha dar ve kabaca kırk beş derecelik bir açıya sahipti. Örümcek yuvaları ise ağzında çepeçevre bir miktar toprak birikmiş, iki santim kadar genişlikte dimdik deliklerdi. Biz o zamanlar örümceğe büyü derdik; büyüklerden öyle öğrenmiştik. Ucuna balmumu sarınmış ipimizi delikten içeriye sarkıtıp beklerdik. Akrep balmumunu tutunca bir daha bırakamazdı ve ipi çektikten sonra ucunda sallanan akrebi büyük çocuklardan birinin her zaman yanında getirdiği eski bir kutunun içine atıp ağzını kapatırdık. Bu dikkat isteyen bir işti ve ben yalnızca altı yaşında olduğum için sızlanmalarıma dayanamayıp benim de yapmama izin verilirse mutlaka büyük çocuklardan birinin ipi tutan elimi tutarak yaptığı bol çığlıklı denetimi altında yapabilirdim. Büyüler, yani örümcekler hem akreplerden daha büyük ve güçlüydüler, hem de galiba daha yetenekliydiler. Onlar da tıpkı akrepler gibi bacaklarını balmumuna geçirerek yukarıya çekilirlerdi fakat ipin ucunda biraz sallandıktan sonra can havliyle kurtulup büyük bir hızla kaçarak gözden kaybolurlardı. Bu sayede akrepleri bekleyen akıbetle tanışan örümcek çok az olurdu ve bunlardan yalnızca birine tanık olabilmiştim. Yakalanan akrepler çocukların bağırış çığırışları arasında ilkokulun bahçesine getirilir ve kutudan okulun bahçe duvarında saklı bir maşa yardımıyla tek tek çıkarılarak şimdi hatırladıkça utandığım bir ölüm ayininin kurbanı olurlardı. Yere çember şeklinde gazyağı veya ispirto dökülür ve maşayla alınan akrep, ölüm çemberinin ortasına bırakılarak çevresinde ateş yakılırdı. Akrep bir o yana bir bu yana hamle ettikten sonra çaresizliğe yenilir ve kendi kendini sokarak intihar ederdi. Bu arada attığımız vahşi çığlık ve sevinç kahkahalarından hiç söz etmeyeyim. İnsanları da kendi hayatlarına son vermeye sürükleyen benzer bir çaresizlik değil midir? Gülünecek yanı mı var?
Bir örümcek, yakalayan çocuğun her nasılsa balmumu kapanından kurtulup kaçmadan önce kutuya kapatıverdiği, upuzun ve kıllı kollarıyla neredeyse altı yaşındaki yumruğum iriliğinde kapkara bir örümcek, ölüm çemberinin içinde hem de ateş defalarca yeniden yakıldığı halde hayata tutunmayı nasıl başarmıştı, benim için bugün bile bir muammadır dersem inanın. Belki de bu yüzden zorluklar karşısında yılmayan, düştüğü zaman kalkıp hiç sızlanmadan yürüyen ve ateşin içinde cenneti yaratmaya çalışan insanlara büyük hayranlık duyuyor ve hep öyle biri olmak istiyorum.
Örümcek, önce ateş çemberinden kurtulmak için bir yol aradı kendisine. Her yöne doğru birer kez hareketlendi, ateşi geçemeyeceğini kısa sürede anladı ve çemberin tam orta noktasına çekilerek devinimsiz bekledi. Ateş sönmeye yüz tuttuğunda bir hamle yapacak oldu fakat ateşin aniden harlandırılmasıyla yine aynı noktaya çekilip beklemeye koyuldu. Bir daha da ateşin azalıp çoğalmasına hiç aldırış etmeksizin kıpırtısız bekledi. En vahşimizin ateşi birkaç kez üst üste harlandırmasına ve uzunca bir sopa ile dürtüklemesine karşın örümcek yerinden asla kıpırdamadı. Galiba sabırlı olmak zorunda olduğunu biliyordu; nitekim sonunda vahşilerin ilgisi başka bir yöne, başka bir çember yapıp zavallı akrepleri öldürmeye yönelince, örümceğin sönmeye yüz tutmuş ateş çemberinin yanında bir ben kaldım. Ateş nihayet söndü ve örümcek kısa bir süre daha bekledikten ve yerdeki is çemberinin üzerinden dikkatlice geçtikten sonra büyük bir hızla koşarak uzaklaşıp bahçe duvarının önündeki kurumuş çalılıkların arasında kayboldu.
Küvetin içindeki küçük örümcek küvetin eğimli kısmında yukarıya doğru çok az yürümüştü ki durdu ve olasılıkla stratejini gözden geçirdi. Tekrar aşağıya doğru yürüdü, düzlükte geriye doğru on, on beş santim kadar yürüdü, biraz dinlendi ve yokuşa doğru koşmaya başladı. Yolun neredeyse yarısını geçtikten sonra durdu, fakat duramadı ve kaygan küvetin tabanına yakın bir yerde tutunabileceği bir yere gelene kadar yavaş yavaş aşağıya kaydı. Biraz bekledi ve sonra da kararlı adımlarla daha aşağıdaki, ilk koşusuna başlamış olduğu noktadan biraz daha gerideki bir noktaya kadar yürüdü. Yine biraz bekledi ve ardından tüm bacaklarını birbiri üzerinde kullanarak bir çeşit masaj veya jimnastik benzeri bir şeyler yaptıktan daha önce yaptığı gibi hızla yukarıya doğru koşmaya başladı. Yokuştaki hemen hemen aynı noktaya geldiğinde durdu, aynı jimnastik hareketlerini tekrarladı ve yukarıya doğru yanlamasına bir yol tutturarak küvetin arkasındaki fayans kaplı duvarla birleşen, üzerinde ıslak şampuan şişelerinin filan durduğu on santim genişliğindeki düzlüğe çıktı. Kısa süre içinde şampuan şişelerinin üzerindeydi ve o yana bu yana yürüyordu. Fakat o ne! Tuvalette otururken birkaç saniyeliğine başka yöne kayan dikkatimi tekrar ona yönelttiğimde ne göreyim, zavallı örümcek onca çabanın ardından yine küvetin tabanında değil mi? Herhalde düşmüştü. Fakat emindim ki orada olmak istemiyordu çünkü ıslak, pürüzsüz ve kaygan küvet yüzeyi onun yeteneklerini kullanmasına elvermiyordu ve yine fakat görebiliyordum ki inancını kaybetmemişti. İkinci koşusuna başladığı noktaya yürüdü, jimnastik hareketleriyle süslediği aynı stratejiyi kullanarak süratle yukarıya çıktı. Bu kez arık duvarlardaki fayansların ve ıslak ve kaygan küvetin kendisine içinde bulunmak isteyebileceği bir çevre sunmadığını biliyordu ve dosdoğru küvetin duvarsız açık yanına doğru yürüdü ve parlak fayansların arasındaki çatlamış çimento derzini kullanarak banyonu döşemesine inerek yoluna devam etti. Tuvalette işim bittikten sonra ben de öyle yaptım. Bundan sonra hiçbir koşulda asla inancımı kaybetmeyecektim.
D. Kemal Tarım
İstanbul, 02.09.2008