Pazar, Mayıs 29, 2005

Varolmamanın Dayanılmaz Hafifliği





Yoktum; daha yeni ölmüştüm, üzerimde müthiş bir hafiflik vardı.

Bedenimi hastane odasında bırakıp, dışarı çıktım. Merdivenleri iner çıkarken hiç zorlanmıyordum. Akşam olmuştu; güzel bir sonbahar akşamıydı. Nereye gittiğimi bilmeden uzunca süre yürüdüm. Şaşkındım. Öleceğimi bildiğim halde yine de olayın şokunu üzerimden atamamıştım. İnsan ölmeden nasıl bir şeyle karşılaşacağını bilemiyor. Boğazın Anadolu yakasını bir uçtan bir uca yürüyerek katettim. Hiç yorgunluk duymuyordum; tuhaf bir duyguydu.

Uzun süredir pençesinde kıvrandığım ölümcül hastalığın neden olduğu ağrılarımdan kurtulmuştum. Öldüğüme göre sorumluluklarım; her ayın ev kirasının, telefon, elektrik, su faturalarının, çocukların okul taksitlerinin ödenmesi gibi yükümlülüklerim de yoktu.

Artık ürün veremediğimi, yazarlık serüvenimin sona erdiğini söyleyen edebiyat eleştirmenlerinden, ikide bir sözleşmemizi burnuma dayayan yayıncımdan kurtulmuştum.

Çok uzun süredir hayal edip de yapamadığım her şeyi yapabilirdim. Avare avare sahilde dilediğimce dolaşabilir; çimenlere boylu boyunca uzanıp gökyüzünü, güneşi, ayı, yıldızları, bulutların seyrini, kuşları izleyebilirdim.

Bütün bunları yapmak için bolca zamanım olacaktı; ancak önce kendi cenazeme mi gitseydim? Tereddüt içindeydim. Aslında merak etmiyor da değildim.

Sabah olmuş, güneş yüzünü göstermişti. Esnaf dükkanlarının kepenklerini açmaya başlamıştı. Yeni gelmiş gazete balyalarını açan bir bayiin yere serdiği gazete kümelerine göz gezdirdim. Birinci sayfalara ekonomi ve savaş haberleri hakimdi; hep sıkıntılı haberler. Bunlardan da kurtuldum diye düşündüm. Gazetelerin bir ikisinde sağ alt köşelerde benimle ilgili haberler vardı: “Edebiyatımız önemli bir ismini kaybetti,” gibi başlıklar atmışlardı. Bu “önem” sözcüğüne şaşırdım.

Her yere rahat girip çıkabiliyordum ve hiç kimse beni görmüyor, fark etmiyordu.

Nereye gömüleceğimi biliyordum. Karacaahmet’teki aile kabristanında bana da yer vardı. Önce gasilhaneye gittim. Zavallı bedenim bir cenaze arabasında tabutun içinde getirildi. Sağlığımda yıldızımızın hiç barışmadığı bacanağım cenaze arabasında şoförün yanında oturuyordu. Bir başka arabayla arkadaşlarımdan, komşulardan birkaç kişi geldi. Özensiz bacanağım yüzünden tabut arabadan indirilirken yere devrildi; tabut kapağı açıldı, kefene sarılı cesedim yere serildi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi çekiştire çekiştire yeniden tabuta yerleştirdiler. Asabım bozulmuştu. Merak edip gelmesem daha iyi olurdu. Bütün bu olanları görmek dayanılacak gibi değildi. İmam ölü bedenimi kanıksamış bir yüz ifadesiyle, kaba hareketlerle yıkarken iyice sinirlendim.

Ardından cenaze namazı için camiye gittim. Çok kalabalık değildi. Bizimkiler de her nedense ilan verip, bir gün daha beklemek yerine gömmek için acele etmişlerdi.

Bedenim musalla taşında tabut içinde yatarken eş dost camiye gelmişlerdi.
Oğlumun ve kızımın ağlamaktan kızarmış gözlerini görünce yüreğim parçalandı. Yayıncım eşimi bir kenara çekmiş usulen yaptığı başsağlığı konuşmasından sonra baskısı çoktan tükenmiş kitaplarımı hemen basmanın doğru bir şey olacağını söylüyordu. Bir de adımı yaşatmak için ödüllü bir edebiyat yarışması düzenlemeyi öneriyordu.

Caminin cemaati olmasa cenaze namazını kılacak kimse olmayacaktı; benim çevremden namaza katılan ancak bir iki kişi olmuştu. Namazdan sonra da alelacele gömüp dağıldılar. Sonuç olarak her şey çok asap bozucuydu. Neyse ki merakımı gidermiştim.

Bitmişti. Artık dilediğimce avarelik edebilirdim. İstanbul kazan, ben kepçe dolaşmaya başladım. Doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen ne kadar çok bilmediğim, görmediğim yer vardı.

Bir gün Beyoğlu’nda gezerken kitapçıların vitrinlerinde sıra sıra yeni baskısı yapılmış kitaplarımı gördüm. Bir kültür merkezinde de edebiyatçılığımla ilgili bir söyleşi vardı. Öldükten sonra birden önemsenmiştim. Başımı sallayıp, güldüm. Ellerim cebimde yürürken içime hüzün çöktü; öldükten sonra ünlenen yazarları andım.

M. HAKKI YAZICI

Yitik Zamanlar Dükkanı




Ben de sokakta uzun bir kuyruk gördüğünde merak edip soranlardanım. Caddenin karmaşasından, kalabalığından eser olmayan tenha bir sokakta oluşmuş uzun kuyruğu görünce durdum. Sıranın başında içinde ne satıldığı belli olmayan camları kirli eski bir dükkan vardı. Dükkanın vitrininde açıklayıcı ne bir yazı, ne de sergilenen bir ürün vardı; tabelası da yoktu. Kuyruktakiler sırayla, teker teker içeri alınıyordu.

Sıranın en sonunda elindeki kitaplardan üniversiteli olduğu anlaşılan bir genç kız vardı. Yanaşıp sordum:

“Burası Yitik Zamanlar Dükkanı,” dedi.

Dediklerinden hiçbir şey anlamadım tabii.

“Yitirdiğiniz, boşa geçtiğini, harcandığını düşündüğünüz zamanlarınızı geri satın alıyorsunuz. Ben de bir arkadaşımdan duyup geldim,” diye açıkladı.

Biraz anlar gibi olmuştum: Hayatınızda beyhude geçtiğini, avarelik edip boşa geçirdiğinizi düşündüğünüz zamanlarınızı makul bir ücret karşılığında, yeniden ömrünüze eklenmek, daha iyi değerlendirilmek üzere geri satın alıyordunuz.

Aslında pek inandırıcı olmasa da merak edilebilecek bir konuydu. İvedilikle yapılacak bir işim de yoktu; bayilerin denetlenmesi için çıktığım seyahatte işim erken bitmiş, önceki gece İstanbul’a dönmüştüm. İşyerinde beni hala seyahatte biliyorlardı; işe gitmesem de olurdu.

Kuyruğa dahil oldum. Yavaş da ilerlese çok önemli değildi, bekleyebilirdim. Benim arkamdan sıraya girenler oldu.

Bekleşenler arasında koyu bir sohbet vardı. Herkesin derdi başka idi.

Erkeklerin çoğu askerlikte geçen yıllarını geri istiyordu.

68’li bir eski solcu Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yaşadığı hayal kırıklığından söz ediyor; sosyalizm için mücadeleyle geçen gençlik yıllarını geri istiyordu. Sırada onun iki önünde bulunan, Sıkıyönetim Mahkemesinde beraatla sonuçlanan bir siyasi dava devamınca hapiste tutuklu olduğu süreye isyan eden başka birisi ona şiddetle karşı çıkıyor; yanıldığını, yenilenin sosyalizm değil, başka bir şey olduğunu söylüyordu.

Orta yaşlı bir adam yirmi beş yaşında bir kıza aşık olduğunu, o ana kadar farkına varamadığı bir duyguyu tattığını anlatıyor; otuz senedir evli olduğu karısıyla geçirdiği yıllar için hayıflanıyordu: “O kadınla geçen yıllarımı geri istiyorum,”diyordu. Yanında getirdiği çantanın içi para doluydu; otuz yılı geri alabilmek için çok para gerekiyordu.

Bir kadınsa çaresi olmayan bir hastalık yüzünden birkaç aylık ömrü kalan sevgili kocacığı için zaman almaya gelmişti. Söylediğine göre çok parası yoktu; ama sağdan soldan ne bulabildiyse alıp gelmişti.

Öğrenci seçme sınavı sonucu metalurji mühendisliği okuyan; ancak alanında iş bulamadığı için bankacılık mesleğini seçen, ekonomik kriz nedeniyle de işsiz kalan bir adam kuyruktakilerin en dertlilerinden biriydi.

Emekli bir hakim olan İrfan Bey, avareliğin, vakit öldürmenin ağır cezalık bir suç olduğunu söylüyordu, ama çelişki içindeydi; ATM kartı olmasına rağmen maaşını çekmek için bankaların önünde kuyruğa giriyordu. Aslına bakılırsa vakit geçirecek başka bir işi de yoktu.

Beklerken sıra bana geldiğinde ne isteyeceğimi kurmaya başlamıştım. Düşünüp bir karara varmalıydım. Boşa geçmiş zamanlarım nelerdi?

Üniversiteye giremediğim yıl avare avare dolaşmıştım. İstanbul kazan, ben kepçe gezmiştim. İstanbul gez gez bitmiyordu. Aşık olmuştum İstanbul’a, buna pişman olmak doğru değildi.

Üniversitede iken Sedef isimli bir kıza aşık olmuştum; tam bir sene peşinden koşmuş; ayılıp, bayılıp yemekten içmekten kesilmiştim. Sonunda kızı tavlamış, uzun süreli bir aşk yaşamış; sonra anlaşamayıp dostça ayrılmıştık; zaten aşk da bitmişti. Bu aşkın peşinde koştuğum yılları mı geri isteseydim? Yok, yok olmazdı, bu yıllara boşa geçmiş diyemezdim; sonu ayrılıkla bitmiş olsa da çok güzel duygular yaşamıştım.

Peki ya kahvede pinekleyip, tavla kağıt oynadığım saatleri mi geri isteseydim?

Bir türlü karar veremiyordum. Gözden çıkarıp sil baştan yapabileceğim yaşanmışlıklarım ne olabilirdi?

Bir ahşap masanın arkasında oturmuş kayıt alan şişman, gözlüklü görevli “Buyrun beyefendi!” diye uyarmasa sıranın bana geldiğini fark edemeyecektim. Uzun süre yüzüne tereddütle baktım. Gergin ve sabırsız bir ifadeyle:

“Lütfen biraz acele edin, kuyruktaki diğer insanların vaktinden çalıyorsunuz,”dedi.

Kararsız kaldığımı ve geriye almak istediğim bir zamanımın olmadığını, vazgeçtiğimi söyledim. Hiçbir yaşanmışlığıma kıyamıyordum, birden hayatımın her dakikası kıymete binmişti.

Görevli:
“Emin misiniz? Biraz daha düşünün,” dedi.

“Yok, yok yeterince düşündüm; ben vazgeçtim,”dedim.

“O zaman,” dedi adam “En azından kuyrukta boşa geçirdiğiniz zamanı size geri satalım.”

“İyi fikir,”dedim. “En azından o olabilir.”
Sabahtan beri Yitik Zamanlar Dükkanı’nın önünde kuyrukta bekleyerek harcadığım zamanı uygun bir fiyata alarak mutlu bir şekilde dükkandan çıktım.

M. HAKKI YAZICI

Perşembe, Mayıs 26, 2005

KATİL DÖNE



Satı, her salı olduğu gibi o salı da tam zamanında geldi. Zaten onbeş yıldır, bir kez bile geciktiğini görmemiştim. Kapıyı anahtarı ile açtığında, yataktan kalkalı henüz beş dakika bile olmamış zavallı ben, mutfakta kahve hazırlamaya çalışıyordum. Satı’nın bir çilingir kadar çok anahtarı vardır. Gittiği tüm evlerde ona anahtar verilmiştir ve Satı anahtarlarını bir savaş gazisi madalyalarını nasıl gururla taşırsa –en az- o kadar gururla taşır. Her fırsatta ve herkese bundan söz eder. Hatta bir dönem, haftanın altı işgününe karşılık tam onbir tane evin anahtarı onda olmuştur ve bu ‘ev hizmetlerinde çalışan kadınlararası’ en önemli rekor olarak bilinir...

“Günaydın abla, gazeteleri bile içeri almamışsın.”

Bir elinde kapıdan aldığı torba, diğerinde üzeri henüz açılmış tomurcuklarla kaplı erguvan dalları içeri girdi.

Ah Satı, ne güzel insansın sen. Onbeş yıldır her ilkbahar, erguvanların açışını bana sen müjdeledin. Yıllar önce doktorun zorla verdiği, beni çamur gibi yapan o ilaçları aldığım günlerde sabahlarımı kolaylaştıran, güzelleştiren tek şey sen oldun. Ve elbette senin erguvanların... Sonraları, daha iyi olduktan sonra, erguvanları senden önce görmek, eve getirmek için neler yaptım. Ama her seferinde ya erken davrandım, henüz açmamışlardı. Ya da yetişemedim; yeşillendiler, geçtiler. Ve her seferinde sen elinde mevsimin ilk erguvanları ile benim evime baharı getirdin.

“Eveeet, bir yıl daha işaretle abla erguvan takvimine”.

Gülümseyerek konuşmasına, her zamanki sözleri söylemesine karşın sesi farklıydı. Tavrı da daha farklı, telaşlı gibiydi. Yanağını öperek çiçekleri elinden aldım.

“Hayırdır Satı, ne oldu, sende birşeyler var”.

Bir süre suskun durdu. Bütün dikkatini dolaptan aldığı çiçek kabına su doldurmaya vermiş görünüyordu. Sonra başını yavaşça çevirip bana baktı. Ve kendini en yakınındaki iskemleye çöker gibi bıraktı.

“Sorma abla, herşeyimiz tamam gibi yine katille uğraşıyoruz”.

Bir an kulaklarıma inanamadım.Uykum uçup gitmişti.

“Ne diyorsun sen Satı, katil kim? Hem ‘yine katille uğraşıyoruz’ ne demek?”

”Kim olacak, kaynanam” dedi. “Katil kaynanam. Ve bu ilk değil, ikinci vukuatı”.

Yalnızca en kötü zamanlarında yaptığı -ve böylesi zamanlarında yapmasına izin verdiğimi bildiği- üzere çantasından bir sigara çıkarıp ocağın alevinde yaktı. Sonra yavaşça, kendi kendine konuşur gibi anlatmaya başladı:

“Biz Ali Rıza ile evlendigimizde kaynatam sağdı. Toprağı bol olsun, çok neşeli, çok iyi adamdı. Hepimiz memleketteydik daha. Onlar iki küçük kaynımla bir oturdukları için biz baştan ayrı eve yerleştik. Evlendikten dört, beş ay sonraydı. Bir akşam bahçelerden yeni dönmüştük ki yukarı mahalleden bir çocuk geldi. Ali amca ağır hastalanmış, sizi bekliyorlar dedi. Fırladığımız gibi gittik. Gittik ki kaynatam, suratı mosmor, yerlerde yuvarlanmakta. İşin aslı, adamın o ara fena bir öksürüğü varmış. Bu benim kaynanam da, hesapta öksürüğü geçsin diye ilaç niyetine adama tarım ilacı içirmiş, inanabiliyor musun? Kusa kusa öldü zavallıcık.. Bitişik komşu arkadan herkese o gece kavga sesleri, bağrışmalar duyduğunu söylediyse de jandarmaya bir şey demedi. Başka şikayet eden de olmadı. Küçük yer işte, adamcağız gömüldü gitti. Kaynanam önden biraz korkulu gibiydi. Sonraları korkusu iyice geçti. Kapı kapı dolaşmaya, “kafam kızdı mı yollayıveririm öte yana” demelere başladı. Adı da iyiden iyiye ‘katil Döne’ye çıktı.

Kulaklarıma inanamıyordum. Satı’nın büyük oğlunun sünnetinde karşılaştığım ‘katil Döne’ gözümün önündeydi: Kırışık yüzlü, aydınlık bakışlı, sevecen tavırlı bir köy kadını. Benim kız huysuzluk yapınca zorla elimden alıp bahçede dolaşmaya götüren; onu oyalayıp kiraz yediren tonton baba’nne...

“Bir yıl sonra oğlanın biri Kanada’ya göçtü. Öbürü de evlenip Denizli’ye yerleşince bu bizim yanımıza geldi. O zamandan beri de birlikte oturuyoruz işte. Benden oldum olası çekinir, yüzüme bir şey diyemez. Hatta ben yokken evde iş filan bile yapar. Ama ne olsa biz buna yemek yaptırmayız. Adı katile çıkmış bir kere. En başta oğlu onun yapıp önüne koyduğunu tövbe yemez”.

Anlattıkları inanılmazdı. “Peki, Satı” dedim. “Şimdi ne oldu ? Neden yeniden uğraşıyorsunuz kayınvalidenle?”

“Geçen kış bunların uzak bir hısımları geldi memleketten. Hastane, tahlil filan. Sonunda mesane kanseri çıktı garipte. Bu aya randevu verdilerdi ameliyat için. Cuma günü ameliyatını oldu. İki günde taburcu ettiler, evde yatıyordu. Dün Sabiha’nımlardan geç çıktım. Bir de eve geldim ki ... kaynanam bu sefer de bunu kurban seçmiş. Su niyetine çamaşır suyu vermiş adama bardağa doldurup. Hemen doktora telefon ettim, kusturmayın, bol su içirin, yapacak başka şey yok dedi bize. Gece boyu inledi durdu adam. Sabah ikisini bıraktım geldim ama, bilmiyorum ki ne olacak”.

Anlattıkları dehşet vericiydi. Bir an “adamı gerçekten öldürmek istemiş olabilir mi” diye geçti aklımdan. Hemen sonra kendime içerledim. Yaşlı kadının kapları karıştırdığı, hastaya yanlışlıkla çamaşır suyu içirdiği gün gibi ortadaydı. Satı, aklımdan geçenleri anlamış gibi konuşmasını sürdürdü:

“Hani bunu da mı öldürmeye kalktı desem, adamı doğru düzgün tanımaz benim bildiğim. Yani yaptığı iyice kocadığından. Ama sonunda allah cezasını verecek. Kötü birşey olursa polis alıp götürüvermez mi bu sefer”.

“Hemen eve gidiyorsun” dedim. “Gidip öğren neler oluyor. Hem belki de yapman gereken bir şeyler çıkar”. Minnetle yüzüme baktı ve söylediğimi ikiletmeden hırkasını alıp dışarı fırladı. O gittikten sonra bir süre daha oturup erguvanlara bakmayı sürdürdüm. Ne tuhaf bir çelişkiydi bu... Canım Satı, önceki akşam yaşadıklarına; evinde bir ölümcül hasta, bir de ‘katil’ bırakıp gelmesine karşın, yokuşu çıkarken çiçekleri görünce dayanamamış, koparıp getirmişti. Her yıl yaptığı gibi... Eski bir erguvan mevsiminde yitirdiklerimin anısı için... yeni gelen erguvan mevsimini müjdelemek için her yıl yaptığı gibi.

---------------

Doğrusu o gün yaşamımın en berbat günlerinden biriydi. Elimi neye attıysam ters gitti; ne yapmaya kalktıysam bir sorun çıktı. En sonunda eve gelebildiğimde saat sekizi geçmişti ve ayakta duramayacak kadar yorgundum. Allah biliyor ya, Satı ve anlattıkları ise çoktan aklımdan çıkıp gitmişti. Tek istediğim kendime bir içki doldurmak ve ayaklarımı uzatıp oturmaktı. Eve girince alışkanlıkla telesekreterin düğmesine bastım. Satı’nın sesi beni bir anda kendime getirdi.

“Abla, bilirim merak edersin, onun için aradım: Hastayı kaybettik”

Sesi fazlaca kontrollu, hatta resmiydi. Birden, konuşurken yanında polisin olabileceği düşüncesi beni ürküttü. Yaşlılık ve dikkatsizlikten hata yapan kadıncağızın başına bir dert gelebileceğini düşünerek ürperdim. Aceleyle evlerinin numarasını çevirdim. Telefonu Satı açtı.

“Çok üzüldüm canım” dedim. “Başınız sağolsun, kayınvaliden nasıl?”

“Nasıl olacak, gayet iyi. Polis evde sorguladı, karakola bile götürmediler”. Bir an durakladı, sonra sesini alçaltarak konuşmayı sürdürdü:

“Biliyor musun abla, adamı çok iyi tanıyormuş aslında. Yıllar önce bunlara söz kesilmiş meğer. Ama adam yukarı mahalleden başka bir kızı sevince bizimkini terketmiş”.

Sırtımda soğuk bir rüzgar dolaştı. Hiçbirşey söyleyemeden yavaşça telefonu kapattım

NURGÜL ÖZGİRGİN

Salı, Mayıs 24, 2005

KAYBEDİŞ

Sabah içimde bir sıkıntıyla uyandım. Anneler günü. Herhalde gelir. Büyük ihtimalle gelir. Gelmese daha mı iyi? Hayır, gelmese de üzülürüm. Gelecek. ‘O artık yetişkin bir insan, kendi sorunları kendini ilgilendirir, ona ulaşmaya, yardımcı olmaya çalışman faydasız’ diye telkinlerle zorla dengede tutmaya çalıştığım ruh halim yine alt üst olacak. Kaçınılmaz. Bunu da böyle kabullenmeliyim.

- Bu kadar erken beklemiyordum seni.
- Gece uyuyamadım ki doğru dürüst. Yine migrenim tuttu. Bari kalkıp çıkayım dedim. Kusura bakma ne çiçek var ne hediye. Ne durumda olduğumu bildiğin için, sahtekarlık olur diye düşündüm.
- Ben önem vermem böyle şeylere bilirsin. Masaya gel, çay var, yanında bir şeyler atıştırırız.
- Ooo, kurabiyeler falan. Emeklilik sana yaramış. Kültürel faaliyetlerinden nasıl zaman buluyorsun hayret. Baksana kitaplık yine taşmış. Bari eskileri elden çıkar. Ne çok kitap almışsın yine.
- Benim kitaplarım kıymetlidir. Hiçbirini atamam.
- İyi hoş da, aramızdaki kültürel uçurum giderek açılacak, hiç anlaşamaz olacağız entel anneciğim. Bu ne? Film festivali kitapçığı. Onbeş yirmi filme gitmişsindir sen yine. Biliyor musun ben iki senedir neredeyse hiç sinemaya gitmedim. Ben bulaştırdım bu işlere, ben bıraktım, sen aldın başını gidiyorsun.

Doğru bu. Esra Üniversiteye giderken, her şeye ne kadar hevesliydi, yaşama coşkusuyla nasıl dopdoluydu. Sanki bütün dünyayı kucaklamak isterdi. Festivaller, konserler, geziler, fotoğrafçılık, dağcılık. Üstelik her şeyi mutlaka paylaşmak isterdi. Onunla birlikte önümde yeni ufuklar açılmış, gençleşmiş, arkadaşlarının arasına katılmış gibiydim. Nasıl mutluydu o yıllarda. Hem de bir şeye sardırdı mı tam sardırır, gece gündüz onunla uğraşırdı. Evimizin en şen günleri. Bu kafayla nasıl ders çalışacak, okulu nasıl bitirecek diye hep endişe ederdim. Ama şaşırttı beni, okulu da kolayca, hem de başarıyla bitirdi.

- Geçen pazar aradım seni, evde yoktun.
- Dayın uğradı, birlikte çıktık. Yemek yedik, biraz yürüdük.
- Dertleştiniz yani biraz. Konu da bendim tabii. Hayırsız yeğen, sevgili ablasının baş belası. Oğluyla damadının turistik tesislerinin kazandığı üstün başarıyı da anlattı mı? “Örnek Turizm Girişimi” ödülü almışlar bakanlıktan. Ne güzel iş ya. Binbir katakulli ile devletten teşvikleri kap, ormanı kes, denizi kirlet, sonrada örnek girişimci ödülü al. Devir bunların devri işte. Ne yaparsan yap köşeyi dön. Dönemeyene bir tekme de sen vur.
- Ne olmuş? Kanunsuz bir şey mi yaptılar? Bu kadar ayıplanacak bir şey mi bu?
- Peki peki. Ayıplamıyorum. Belki de kıskanıyorum ne dersin? Ben bir baltaya sap olamadım ya. Keşke o işten çıkmasaydım, değil mi? Patronlara yalakalık yapsaydım, itilip kakılmaya razı olsaydım, dayansaydım değil mi? Üç ay para alamamışım ne çıkar? Aklından bunlar geçiyor biliyorum. Ama herkes aynı değil. Ben bunlara dayanamıyorum işte.
- Dediklerine göre adamlar sıkıntıdaymış, şirket krize girmiş. Şimdi düzeltmişler durumu. Dayansaydın belki iyi olurdu. Ama senin içine tam sinmemişti ki. Hep ‘reklamcılığın özü etik değil’ dersin ya. Galiba ondan önceki işin sana daha uygundu, hani o dergiyi diyorum.
- O kıytırık dergi çoktan kapandı. Beni muhabir diye aldılar, sekreterlik yaptırdılar. Çay servisi bile yaptım. Başka bir devirde yaşıyoruz Nadire hanım. Öyle senin gibi okulu bitir, öğretmen ol, yirmi sene sonra da aynı okuldan emekli ol devrinde değiliz. İş garantisi, iş tanımı diye bir şey yok artık. Dayım benim halimi görüp daha da mutlu oluyordur Allah bilir. Kendi çocuklarına bakıp beni hep kıskanırlardı onlar, bilirsin.

Bu da doğru sayılır. Esra öyle parlak bir çocuktu ki. Güzel, akıllı, girişken, konuşkan. Ailenin gözdesi, arkadaşların gözdesi. Okulda başarılıydı, istediği üniversiteye hemen girdi. Ama dayısının şimdi onun haline bakıp mutlu olduğu doğru değil. Aslında onu sever, onun için üzülüyor.

- O benim için üzülmez anne, senin için üzülüyor o. Dedemin evi konusunu gene açtı mı? ‘Siz sattırdınız, sizin yüzünüzden satıldı. Annen yaşlılığında muhtaç olursa ne olacak’. Tabii ki hepsi benim suçum. Bir çay daha koyar mısın?
Dün sabahın köründe de bizim Hacı emmi damladı. ‘Kirayı neden ödemiyorsun’. Allah doyursun bunları ya. Dağ başından gelip apartmanda dört daireyi satın almışlar yavaş yavaş. Kendisi, o başı bağlı kızları, gelini, zekası sıfırın altında sevimsiz torunlarıyla bir daireye tıkışmışlar, yemez, içmez, gezmez, ot gibi yaşıyorlar, hala açgözlülükleri bitmiyor. Kirayı üç gün geciktirsem, kıyamet kopuyor.

- Üç gün değil, üç aydır vermiyorsun kirayı. Adam istemesin mi yani, kabahat mi bu? Hem neden aşağılıyorsun insanları, herkesin...

- Herkesin inancı kendine. Herkes istediği gibi yaşar. Bırak bu yavan siyasi doğruculuğu anne. Bu dürüstlük değil, ikiyüzlülük. Tiksinti verici insanlarla dolu dünya, hiç kimse herkesi sevemez.
Geçen gün Orhan’ı gördüm, hayvan gibi bir cipte. Karısı direksiyona kurulmuş. Görgüsüz magandalar. Bok gibi para kazanıyor tabii. O iğrenç dizi var ya, “Unutulmaz Geceler” mi ne, onun senaryosunu yazıyormuş. Sefalet günlerini benimle paylaştı, şimdi karısı ciplerde geziyor. Bizim aşkımızın en hararetli günleri o kalorifersiz bodrum katında geçti. İki elektrikli radyatörle soğuktan donmuştuk. Üç milyar elektrik parası gelmiş sonra, ev sahibi peşimizde epeyce koşmuştu. Allah’tan iş adresim değişmişti de bulamamıştı beni. Şimdi parayla oynuyor, ama bana üç kuruşu çok görüyor.

- Sana üç kuruşu çok mu görüyor? Bu ne demek şimdi? Yoksa Orhan’dan para mı istedin?

- Evet istedim, evet istedim ne var? Gururuna mı dokundu prenses? İki sene ben baktım ona, ben çalışırken o işsiz güçsüzdü, unuttun mu? Bu zor zamanımda bana biraz yardım etse ne olur? Ama hayır dedi. Vermedi yani, üzülme.

Buna inanamıyorum. Bu doğru değil, bu olamaz. Bu benim kızım mı sahiden?

- Ben evi kapatacağım artık anne. Bodrum’a, Nursel’in yanına gideceğim. Biraz kafa dinlemeye, kendime gelmeye ihtiyacım var. Eşyalarımı sana bırakabilir miyim? Zaten fazla bir şey yok. Aklından geçeni sakın söyleme. Buraya gelemem, seninle birlikte oturamam. Bir yolunu bulacağım, kendi başıma başa çıkmam gerek hayatla. Ben artık kalkıyorum. Bana bir yirmi milyon verir misin, taksiye bineyim. Otobüs bekleyemem şimdi.

Pencereden arkasından baktım. Bu gerçekten benim kızım mı? Taksiye binmedi, aşağıya, otobüs durağına doğru yürüdü.

MUAMMER PEHLİVAN

Cuma, Mayıs 20, 2005

KIŞ HALLERİ


Tam yirmibeş yıl masa başında çalışan bir insanın vücudu neye benzer? Vücudum hiç hoşlanmasam da bir sandalyeye benzemişti; popom biraz geride, bacaklarım kıvrık... Oturmadığım zamanlarda da böyleydi bedenim. Bir kuruntuydu belki de benimkisi; ama ben öyle hissediyordum. Dahası sırtım kamburumsu bir hal almıştı ve yıllarca masa üstünde olan kollarım da ilerideydi. Masa başında oturduğum zamanlar vücudum kolayca sandalyenin ve masanın şeklini alıyordu; ancak ya yürüdüğüm zamanlar?.. İşte en büyük sıkıntıyı yürürken yaşıyordum. Düşünsenize vücudu sandalye biçimini almış birisinin yolda yürüme zorluklarını...

***

Yolda su birikintilerine bata çıka, zor bela yürürken, şemsiyem rüzgarın etkisiyle ikide bir ters dönüyordu.

Sabah evden çıkmadan önce akıllılık edip pencereden dışarı bakmıştım: Hava yağmurluydu. Şemsiyemi alıp çıkmıştım.

Kışın en çekilmez günleri yaşanıyordu; havalar sert ve yağışlıydı. Karanlık sokaklarda tek tük yürüyen insanların karaltıları vardı.

Ben bir önceki çalıştığım işte kapının önüne konulduktan, iki aylık işsizlik döneminden sonra, birbuçuk aydır yeni, belki de en son işime gidip geliyordum. Koşullar ağırdı; ancak bir kez daha işsiz kalma korkusuyla, yaşama dirençle sarılan ölüm döşeğindeki bir hasta gibi işime sarılmıştım.

Kendime işe gitme programı yapmış; bir kaç gün içinde bu ritme kendimi alıştırmıştım: Sabah beşbuçukta kalkıyor, altıbuçukta evden çıkıyordum; yedibuçukta, daha henüz gün ağarmadan Gebze’de, fabrikada oluyordum. Bu kadar erken işbaşı yapmaya alışık değildim; ama çare yoktu.

Aydın, aynı zamanda işçi servisini yapan formen, her gün tam altıellibeşte, Kozyatağı yaya üst geçidinin ayaklarındaki otobüs durağından beni alıyordu. İyi çocuktu Aydın, onu seviyordum. Ne olurdu bir de servis minibüsünü su birikintilerinin önünde durdurmasaydı? Minibüse binerken ayak bileklerime kadar suya batıyordum.

Geç kalmamak için telaşla yürüyordum; kaldırımda benim gibi erken işbaşı yapan, servis bekleyen karaltıların arasından geçtim. Yelkenlideğirmen Durağı’nda yine o iyi giyimli orta yaşlı adamla, güzel genç kızdan başka kimse yoktu; biri durağın bir köşesinde, öteki diğer köşesinde bekliyordu. Haftalardır aynı durakta, aynı saatte bekliyor olmalarına rağmen hala aralarına bir yakınlaşma yoktu; belki selamlaşmıyorlardı bile. Halbuki ben ne çok yakıştırıyordum onları birbirlerine.

Paçalarım şimdiden ıslanmıştı. Aldırmadan yürüdüm; kapalı dükkanların önünden geçtim; caddeler, sokaklar boyunca yürüdüm. Deniz küskünü martılar sığınmıştı evlerin saçaklarının altına; görmüyordum, ama arada çığlıklarını duyuyordum. Martıların çığlıklarından ve seyrek geçen arabaların motor seslerinden başka ses de yoktu sokakta.

Kozyatağı-Mecidiyeköy otobüsü her zamanki saatinde geçti yanımdan. Yine aynı yolcular mı var içinde diye baktım; ancak camların buğusundan içeriyi göremedim.

Şemsiyeyi tutan elim buz kesmişti; eldivenlerimi yanıma almayı unuttuğuma hayıflandım. Benzinliğin önündeki dar yaya yolundan geçerken bir kamyonet üzerime zifos sıçrattı. Islanmamak için geriye kaçtıysam da üstüm başım battı. Kızgınlıkla şoförün arkasından bağırıp, küfrettim, ama beni duymadı bile.

Aydın, yine aynı saatte, altıellibeşte geldi durağa. Bu çocuğun bu huyunu seviyordum. Minibüsün içi de karanlıktı; ama içeride kimlerin olabileceğini biliyordum: Orta koltukta diğer formen Cemil, en arka koltukta dolum hattından üç çocuk, ikinci sırada ise Aydın’ın hemşehrisi genç dul kadın. Aydın’ın hemşehrisi kadının bizim fabrika ile ilgisi yoktu. Çok yakın zamanda kocasını kaybetmişti; iki küçük çocukla kalakalmıştı. Allahtan bir yemek fabrikasında iş bulmuştu. Aynı mahallede oturan kadını sevabına alıp, Maltepe’de bırakıyordu, Aydın.

Kadın Maltepe’de indi. Haftalardır karanlıkta gidip gelirken bir kez bile yüzünü görmemiştim.

Maltepe’den, Kartal’dan, Pendik’ten servise binen işçiler oldu. Servis sıcaktı; alıştığım ezberlediğim yollarda camdan dışarıya bakmak yerine gözlerimi kapayıp kestirmeyi yeğledim. Hoş dışarı baksam da bir şey görebilecek durumda değildim; her yer karanlıktı.

***

Uyandığımda fabrikaya varmıştık. Hava hala karanlıktı. Diğer işçi servisleri de gelmişti. Şangırtılı şungurtulu bir sesle demir kapıyı açtılar. Üretim holünden ofislere geçtim. Odam buz gibiydi. Klimayı açtım; koltuğa çöktüm.

Naciye Hanım’ın sabah servisinde getirdiği çay içimi birazcık olsun ısıttı.

Çay servisini yaparken Naciye Hanım’ın dalgınlığını, yüzündeki üzüntüyü farkettim.

“Hayrola Naciyanım, bir sıkıntın mı var?” diye sordum.

Şaşırdı. Gözpınarlarından akıp solgun yanaklarına süzülen bir kaç damla gözyaşı, başörtüsünün kenarından firar etmiş bir tutam saçını ıslattı.

“Eniştem,” dedi, zorlukla yutkunarak.

Meraklı gözlerle yüzüne bakıyordum.

“Eniştem, kendini kitledi,” dedi.

“Nereye banyoya mı?” diye sordum saf saf.

Ben öyle yapardım; evdekilere kızınca banyoya girer, kapıyı üstüme kilitler, bizimkileri kınamak için sabaha kadar küvette yatardım.

“Yok, yok öyle değil,” dedi bu defa kendini tutamayıp gülerek.

Naciye Hanım’ın eniştesi SEKA’da çalışıyordu; SEKA’nın kapatılmasını protesto etmek için işçi arkadaşlarıyla birlikte fabrikanın Bakım-Onarım atölyesine kendilerini kapatıp, kapıları kilitlemişler; direnişe geçmişlerdi. Evdeki çoluk çocuk perişandı.

“Vah vah vah,” dedim, üzüldüğümü belirterek, “Hallolur inşallah.”

Paltomu çıkarmadan öğlene kadar çalıştım. Ayaklarım, paçalarım hala kurumamıştı.

Tuvalet ihtiyacım geldiğinde dışarı çıktım. Dönüşte üretim holünden geçtim. Aydın işçileri toplamış yerleri yıkatıp, temizletiyordu. Üretim yoktu: Satışlar iyice düşmüştü, dağ taş stoklarla doluydu.

Öğlene yakın Şafak Bey çağırdı.

Odasına giderken ayaklarım zaten geri geri gidiyordu. Bir de birinci kata çıkan merdivenleri tırmanmak iyice zordu... Yıllarca masa başında oturmaktan bedeni bir sandalyeye benzeyen birinin merdivenleri çıkma zorluğunu düşünün... Bacaklarım ileride, popom geride; doksan derecelik bir açıya sahip vücudumla terse doksan derecelik açılarla yükselen basamakları tırmanırken ellerimle trabzanlara tutunup güç almadan merdivenleri çıkabilmem mümkün değildi.

Odasına girdiğimde Şafak Bey yine bilgisayarının başındaydı. Bilgisayarın ekranında üretim holüne, ambara, ofislere yerleştirilen kameraların aktardığı görüntüler vardı: Patron hepimizi dikizliyordu.

Gümrüklerde biriken teminat mektuplarından yakındı:

“Yavaşsınız, yavaş,”dedi, dişlerinin arasından tıslayarak.

“Haklısınız,”dedim yatıştırmak için.

Tatsız bir sessizlik oldu.

Gözüm Şafak Bey’in masasının üstündeki gazetenin başlıklarına kaydı.

“Kendilerini aileleriyle birlikte fabrikaya kilitleyerek fabrikalarının kapatılması kararına direnen 600 SEKA işçisi, eylemlerine son vermedi. İşçiler nihai karar verilinceye kadar fabrikayı terk etmeyeceklerini söylüyor.”

Bir başka başlık:

“Genelkurmay İkinci Başkanı, asker maaşları, yarbaya kadar yoksulluk düzeyinin altında”, demiş,”Binbaşı dahil altındaki tüm rütbelilerin yoksulluk sınırının altında gelirlerinin olduğu”nu söylemiş.

Bir siyasetçi de başka bir demeç vermiş;

“Askerler yalnız değil, diğer kamu personelinin, memurların da durumu pek farklı değil.”

Yoksulluk kötü şey... Ekonomi sıkıntıdaydı, her yerde korkunç yoksulluk vardı.

Şafak Bey’le Teşvik Belgesinin durumundan, lisans başvurusundan konuştuk; sonunda, “Gidebilirsiniz,”diyerek beni azat etti.

Odama döndüğümde pencereden dışarıda lapa lapa kar yağdığını gördüm. Sabah bizim oralarda yağmur yağıyordu, şimdi burada kar yağıyordu. İstanbul, garip, kocaman bir şehirdi. Kimbilir karşıda, İstanbul’un başka bir köşesinde güneş açmış, yerlerde birikmiş karları eritiyordu belki de.

Fabrikanın yanında, boş bidonların depolandığı sundurmanın altına sığınmış bir köpek gördüm, camı açtım dikkatlice baktım; hayvanla gözgöze geldik. Sitemkar bir ifadeyle, inler gibi bir ses çıkardı.

***

Öğlen yemeğinde ancak kendime gelmiştim. İçtiğim sıcak çorba içimi ısıtmıştı.

Yemekten sonra çalışmaya devam ettim; arada sıkılınca kalkıp camdan dışarı baktım. Sundurmanın altına sığınan köpek hala oradaydı.

Naciye Hanım yemek sonrası çay servisini yaparken “Bir haber var mı?” diye sordum.

“Yok,” dedi, gözleri yine buğulanarak.

“Naciye hanım, yemekten artan kemik parçaları falan varmı?”

“Var, ama çöpe attım,” dedi.

“Olsun.”

Birlikte mutfağa gidip çöpe atılmış kemik parçalarını bir poşete doldurdum. Odamdaki pencereyi açıp sundurmanın altındaki köpeğe attım. Hayvan bulunduğu yerden kendisine atılan kemik parçalarına doğru bir iki adım ileri çıkıp, hamle yapıp, kokladı; sonra kemirmeye başladı. “Viyk”leyip, kuyruğunu sallayarak teşekkür etmesini bekledim; ama o aldırmadan önündeki kemikleri kemirmeyi sürdürdü.

Çay boşunu almaya geldiğinde Naciye Hanım, “N’aptınız yemek artıklarını?” diye sordu.

“Bahçedeki köpeğe verdim,” dedim.

Naciye Hanım, bakmak için camı açtı. Kar hızını arttırmıştı; lapa lapa yağan kar tanelerinin arasından gösterdiğim hayvana baktı.

“Allah iyiliğinizi versin,” deyip güldü, “O köpek değil ki, kurt!.. Aç kalmış anlaşılan ki aşağıya inmiş. Kışın buralara çok kurt iner.”

Afallamış gözlerle kar tanelerinin arasından hayvana baktım; gerçekten de bir kurttu; ben farkedememiştim.

Naciye Hanım, kahkahalar atarak çıktı. Hüzünlü bir gününde onu güldürmüştüm.

Cama yanaştım. İçerisi biraz olsun ısınmıştı; camlar buğulanmıştı, elimle camın buğusunu sildim. Kurt yine aynı duruşunu koruyarak sundurmanın altındaydı.

Aklımdan yaşlı kurtlarla ilgili bütün veciz sözler geçti: “Kurt dumanlı havayı sever”, “Kurdun adı yaman çıkmış, tilki vardır baş keser” , “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” ve diğerleri...

Tolstoy’un arzuladığı gibi; hem kurtların doyduğu, hem de koyunların sağ kaldığı bir dünya olabilir miydi?

Kendimle bir yakınlık buldum kurtla. Kurdun bizim kültürümüzde pek makbul bir yeri yoktu; ama bu kurt kendi halinde, mazlum bir kurttu...Kaderine razı, aç bir kurttu bu... Kim iddia edebilirdi kuyruğunu arka ayaklarının arasına sıkıştırmış bu hayvanın bir vahşi hayvan olduğunu ? Yoluk tüylerinin altındaki bedeninin yaşını anlamaya çalıştım: Yaşlı bir kurttu herhalde.

Penceredeki kar tanelerini ve kurdu izleyen gözlerim daldı.

Bütün hayatım, yirmibeş yıllık iş yaşamım bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti: Deneyimim arttıkça iyileşmesi gereken koşullarım, şu yıllarda tersine iyice kötülemişti.

İlkokulda mevsimleri nasıl sıralıyorduk? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış...Kış yılın son mevsimi… Ben hiç sevmem kışları; yılın en sevimsiz mevsimidir. Soğuk, yağışlı havalar,..Günler kısa, bereketsiz...Erkenden inen akşamlar…Koyu karanlık geceler…Ben de şimdi yaşamımın son, sevimsiz evresini; kışını yaşıyordum.

***

Öğleden sonra saatler daha çabuk geçmişti sanki. Pencereden dışarı baktığımda hava kararıyordu. İçerisi mi ayak uydurmuştu dışarının karanlığına, yoksa dışarısı mı içerdeki kararmış ruhumu sezip uymuştu bilemiyordum.

Mesai bitiminde servise binerken Naciye Hanımla karşılaştım. Yüzü gülüyordu bu kez.

“Eniştem çıktı, eyleme ara verdiler,” dedi, “İdare Mahkemesi kapatma kararını durdurmuş.”

Ben de onun kadar sevindim.

Minibüse binmeden önce sundurmanın altına doğru baktım. Hava iyice kararmıştı; karanlıkta görmeye çalıştım. Kurt hala oradaydı; gözgöze geldik, mahsun bakışları vardı. İnler gibi ağzını açtı, “İyi akşamlar,” demiştir, diye yorumladım.

M. HAKKI YAZICI




25 Mart 2005, Atatürk Kitaplığı-Taksim

Pazartesi, Mayıs 16, 2005

HADİSE GELDİ
Orduevinin danışma masasında görevli sivil giysili er, “Asteğmenim!” diye seslendi. Sanırım yaz aylarında bir Cumartesi günüydü ve nedense çoğu hafta sonunda yaptığım gibi kentten ayrılmamıştım.

“Sizi bir polis aradı.”

“Ne polisi, ne niye, adı neymiş, niçin arıyormuş?”

Evet, yedek subaydım, herhangi bir yanlışın içinde olmadığımı da biliyordum ama bir polis tarafından aranmış olmak, özellikle toplumda tam bir kargaşanın sürdüğü, sağ sol kavgalarının alıp yürümüş olduğu o devirde pek hayra alamet sayılmazdı. Belki şimdilerde bile insanın içine bir kuşku ve kaygı akabilir kolaylıkla.

“Söylemedi asteğmenim, iyi anlamadım ama sizi tanıyormuş galiba; tekrar gelecekmiş...”

“İyi... Ben buralardayım.” İyi olmasına iyiydi de, tanıdığım hiç polis yoktu ki...

Akşama doğru, gün henüz kararmaya başlamadan orduevinin bahçesinde diğer yedek subay arkadaşlarla oturmuş çay kahve içerek sohbet ederken gördüm onu. Camlı kapıdan girdi ve danışma masasına yöneldi.

Genç yaşına karşın, özellikle kırıştırılıp buruşturulmuş koyu renkli bir kumaşı anımsatan kırışık ve sevimsiz bir yüz... Üstündeki gri yeşil arası renkli üniforma, kasket ve boyasız pabuçlar, hepsi de tıpkı yüzü gibi kırış kırış; baştan aşağı bumburuşuk bir adam...

Tanımış ve dehşete kapılmıştım. Ciki... Memlekette, çocukluğumun geçtiği mahallelerden birinden tanıdığım simitçi Ciki. Gerçek bir adı vardı elbette ama öyle çağırılırdı. Her lafının arkasını be diye getirdiği için Cikibe diye de çağırıldığını anımsıyorum. Biraz zavallı sayılır ve acınırdı da ona ama pek iyi biri olmadığı da düşünülürdü gençler arasında. Benim anılarımdan silinip gitmişti, ama o anda, onu görünce anımsadığım da onun kişilik olarak bumburuşuk bir adam olduğuydu. Çirkin davranışlarına tanık olmuştum. Yazları kasabamızın ortasından geçen ırmağın kumluk dirseklerinde yüzdüğümüzde onun kendinden küçük çocuklara kötü bakışlar ve cinsellik içeren sözlerle sataştığını görmüştüm; bana ve ağabeyime de aynı şekilde davranması üzerine onu babama şikayet ettiğimizi ve onun yüzmeye gittiği yerlere bir daha gitmediğimizi de anımsadım. Beni aradığına göre, o bunları çoktan unutmuş olmalıydı, eh ne yapalım, ben de unutuversem de olurdu. İyi de onu nasıl polis yapmışlardı ki?

Saklanmalı mıydım? Hayır saklanmayacaktım ama onunla orduevinin bahçesinde oturup sohbet edemezdim. Hatta onunla bir arada görünmek bile hoşuma gitmeyecekti. Kılığı berbattı. Oysa biz sivil giyindiğimizde bile 28 Tahsin Paşanın korkusundan takım elbise giyiyor, kravat takıyorduk. Sırf bu nedenle çok şık bir takım elbise bile almıştım. Bütün subaylar her gün tıraş oluyor, tiril tiril giyiniyorduk; ne olur ne olmazdı, değil mi ama?

28 Tahsin Paşa o kentteki en yüksek rütbeli subaydı. Deniliyordu ki o kentteki garnizonun komutanı olana kadar şeker gibi bir komutanmış. Oraya geldiğinde ise kuvvet komutanlığı kapısı da açılmış gibi olduğu için albay rütbesinden aşağı herkesi korku ve dehşete düşüren bir adam olmuş disiplin adına. Çalışma saatleri dışında orduevinde sivil giysili bir yarbayı, galiba giyim tarzını beğenmediği için kızıp herkesin içinde azarladıktan sonra yasaların kendisine verdiği tuhaf yetkiye dayanarak, “28 gün hapissin, git hapishaneye teslim ol!” diyerek asker hapishanesine göndermiş. Cezayı kestikten sonra usulen bir de yazılı savunma alınır ama anlaşılan yarbayın yazdığı savunma bir işe yaramamış. Paşanın öfkesi bununla da bitmemiş. Yirmi yedinci gün hapishaneye baskın yapmış, zavallı yarbay henüz sakal tıraşı olmamışmış ve Paşa bir yirmi sekiz gün daha giydirivermiş oracıkta. Sonraki yirmi sekiz gün içinde bir gün yine baskın yapmış, bu defa adamcağız yatağın üstüne uzanmışmış, meğer yatama saati dışında yatağın üzerine oturulmazmış bile. Bir yirmi sekiz gün daha... Ve tam artık bitmiştir sanılırken, yirmi sekizinci günde yarbay hapishaneden çıkmak üzere hazırlanırken Paşa yine gelmiş. Yarbay korkudan titriyormuş. Bu sefer de titredi ve iyi bir esas duruş gösteremedi diye kesmiş cezayı. Bir subay komutanının karşısında titremezmiş...

Eğlence salonundaki akşam eğlencelerinde Paşanın çok beğendiği şarkıcı Canan şarkısını bitirdiğinde Paşanın alkışları bittikten sonra el çırpmaya devam eden bir yüzbaşının da hapse gönderilmiş olduğunu duymuştuk. Sivil giysiler içindeki bir binbaşının gömleğinin bir düğmesi açık ve göğsünün kılları gözüktüğü için karısının yanında hakarete uğradığını da... Korku dağları bekliyordu çünkü Paşa ile ne zaman nerede karşılaşılacağı ve onun ne yapacağı tahmin edilemiyordu. Bir tek şey iyi biliniyordu, o da onun adının 28 Tahsin Paşa olduğuydu ve korkmak için de bu yeterliydi.

Ben bir defasında kıl payı ile kurtulmuştum aslında. Sanırım biraz şanslı bir günümdü. Arkadaşım Halil ile birlikte yedinci kattaki eğlence salonunda akşam yemeğimizi yedikten sonra aşağı inmek için asansör bekliyorduk. Birden Paşanın kurmay subayı albay geldi ve gelen asansörün kapısını tuttu; ardından Paşa gelince biz sindik ve kenara çekildik. Paşa albayla birlikte asansöre bindi ve bize bakarak gülümsüyor olmasına karşın korkutucu bir ifadeyle asansöre girmemizi işaret etti. Mecbur kaldık ve daracık asansöre girdik. Korkmamıza karşın askerlikte öğretildiği şekliyle komutanımıza muhabbetle bakmaya çalışıyorduk, gözlerimizi kaçırmamaya çalışarak. Halil iki elini iki yanına yapıştırmış, çakı gibi esas duruştaydı ama ben ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Biraz önce ceketimin ön düğmelerinden biri düşüp kaybolmuştu ve yerinden ipler sarkıyordu. Sol elimi sol bacağıma yapıştırmıştım ama sağ elimle kopuk düğmenin yerini saklamaya çalışıyordum. Yedi kat aşağı gidiyorduk ve dört kere yedi yirmi sekiz ediyordu... Paşanın gözleri de sağ elime odaklanmıştı sanki.

“Rahat olun çocuklar,” dedi tatlı bir sesle. İyi de nasıl? Bu asansör de amma yavaşmış; sanki zemin kata hiç varamayacakmışız gibi...

“Size rahat olun dedim, asteğmen!”

“Şey... Komutanım... düğmem...”

“Bak bir de konuşuyor!”

Aman tanrım! Ben mahvoldum! Yirmi sekiz... Ancak korktuğum başıma gelmedi. Asansör birden durdu. Gelmişiz. Halil ile ben asansörün içinde kendimizi küçücük hale getirdik ve Paşa kurmay subayı ile birlikte çıkıp gitti. Kurtulmuştum. Daha doğrusu öyle sanmıştım. O akşam Halil ile birlikte bu olayı konuşup konuşup güldük; ama erken gülmüşüz. Paşa yıllar sonra kuvvet komutanı olacakmış ve kendisi gibi dört paşa ile birlikte idareyi ele alıp ülkenin altını üstüne getirecekmiş meğer. Ve ben de o kopuk düğme kadar bile suçum olmadığı halde tamamen aptalca bir nedenle, bir işkence ile payımı alacakmışım onların kurduğu dünyadan...

Ciki, orduevinin çok yakınındaki bir karakolda görevliymiş. Benim askerliğimi o kentte yaptığımı memlekette birilerinden öğrenmiş. Pek de içten olmayan bir şekilde selamlaştıktan sonra orduevinde oturamayacağımızı söyledim ve çıkıp dışarılarda bir yerlerde oturup çay içmeyi teklif ettim. Beni karakola davet etti.

Karakolun kapısındaki nöbetçi genç polis Ciki’ye biraz küçümser bir tavırla selam verdikten sonra bana da bir tuhaf baktı. Aslında biraz huzursuzdum. “Bana arkadaşını söyle, sana senin kim olduğunu söyleyeyim,” diye bir söz vardır. O polisin gözünde ben eğer Ciki’nin arkadaşı isem... Başka türlü de, karakoldan içeri adım attığıma göre mutlaka vardır bir yanlışım diye düşünür bunlar...

Komiserin odasının kapısı açıktı. Orta yaşlı bir kadın komiserin karşısında ağlamaklı oturuyordu.

“Sen merak etme hanım; biz onu bulur gerekeni yaparız...” diyordu komiser şefkatli bir sesle. Bu sesi duymak beni birazcık da olsa rahatlattı.

Komiserin odasının hemen yanındaki büyük odaya girdik. İçeride birkaç polis televizyonun karşısına geçmiş o günlerde siyah beyaz yayın yapan tek kanallı devlet televizyonun “Kadın Polis” adlı sevilen Amerikan dizisini seyrediyorlardı. Başrolde Angie Dickinson; çok güzel bir kadındı doğrusu. Bizde henüz kadın polis ya yoktu, ya da çok az sayıda idiler ve ancak belli yerlerde görev yapıyor olmalıydılar. Bu da bir karakol ortamını doğallıkla daha sevimsiz ve ürkütücü bir yer haline getiriyordu.

İçeri girince ortaya seslenerek kibarca selam verdim ama kimse yanıtlamadı. Bir kenara oturduk, birer sigara yaktık ve Ciki ile kısık sesle sohbete koyulduk. İşte, ne zaman polis olmuş, ne zamandır orada görevliymiş, durumu nasılmış, benim askerliğim ne zaman bitecekmiş, sonra ne yapacakmışım gibi, usulen yapılan konuşmalar.

Televizyon seyreden polisler bir yandan, “ Ah bizde de böyle imkanlar olacak ki...” türünden hayıflanmalarla sanki tüm ilgileri seyrettikleri diziye odaklanmış gibi görünmelerine karşın ara sıra göz ucuyla beni süzüyorlar ve birbirlerine fiskos bir şeyler söylüyorlardı. O sırada dizi bitti ve bir tanesi yerinden kalktı, elindeki iki üç tane kabuklu cevizi yememiz için önümüzdeki masanın üzerine yuvarlarken Ciki’ye dönüp gözünün kenarıyla beni işaret ederek kaba bir ifadeyle,“Kim bu?” dedi. Ciki hemşehri filan olduğumuzu söyledi ama adam bana hiç de dostça olmayan bir bakış fırlattıktan sonra gidip biraz uzağa oturdu. Selam bile vermedi.

“Bana arkadaşını söyle sana, senin kim olduğunu söyleyeyim!”
Odadaki hava çok ağırdı. Pencereler açıktı ve içeriye temiz hava da giriyordu ama havada insanın içini sıkan, ruhunu karartan bir şey vardı. Biraz daha oturup gitmeliydim ve Ciki’den de olabildiğince uzak durmalıydım. Zaten arkadaş sayılmazdık ki. Tam artık konuşacak bir şey kalmadı diye düşünerek gitmek için davranıyordum ki kapı açıldı ve resmi gömleğinin kolları omzuna kadar sıvanmış iri yar bir polis içeriye girerek emredici bir sesle konuştu.

“Beyler, hadise geldi!”

İçerideki polisler aniden ayaklandılar, gömleklerinin kollarını omuzlarına kadar sıvadılar ve odadan çıktılar. Şaşırmıştım. Soran gözlerle Ciki’ye baktım. Kol düğmelerini açmakla meşguldü ve keyifle sırıtıyordu. Sevimsiz yüzünün kırışıklıkları, içerideki hadisenin ne olduğunu ve sıvanan kolların ne için sıvandığını açıkça anlatıyordu. Gitmek için ayağa kalktım. Ciki beni karakolun çıkış kapısına kadar geçirdi. Kapıya geldiğimizde gömleğinin kollarını omzuna kadar sıvamıştı. Kollarını sıvayarak iç tarafa doğru yürümekte olan komiserin yanından geçtim ve karakoldan çıktım.

KEMAL TARIM

Pazar, Mayıs 15, 2005

UNUTANA DAİR

Oğuz Atay’ ın “Unutulanı” sonrası.


Güzel bir bahar gününde, gecekondusuna ulaşan yokuşu nefes nefese tırmandı. Nihayet bir iş bulmuştu , yarın sabah 8.30 da gel başla demişlerdi. “Temizlik işi yapacak, tam gün ya da yarım gün çalışacak elemanlar aranıyor” diyen ilana başvurmuştu. Görüşmek için gittiği işyeri bir gökdelenin 17. katında , çok şık bir büroydu. Kendisi gibi 10 kişi daha vardı ve hepsi ile birden görüşmüştü işe alan, şık giyimli herkese tepeden bakan adam. İlk sorusu ;

- Herhangi bir sabıkanız var mı olmuştu?

Garibine gitti bu soru ama adam yapacakları işi anlatınca şaşkınlığı azaldı.
Bunların yapacakları temizlik biraz farklı bir işti. Şehirde yalnız yaşayanlar için ölü toplama servisi adı altında bir şirketleri vardı. Bu şirket yalnız insanları kendi haberleşme servisine üye yapıyordu. Bu üyelikle birlikte siz bir sisteme bağlanıyordunuz. Hastalandığınızda ya da öldüğünüzde arkanızı arayacak biri yoksa ideal bir sistemdi. Evinize internet aracılığı ile onlara rahatlıkla ulaşabileceğiniz bir modem hattı kuruluyor ve kendini kötü hisseden kişi bu modem aracılığı ile şirkete sinyal gönderiyordu. Şirket bu uyarıyı alınca en kısa sürede üyesine ulaşıyor , hastalıksa hastaneye ulaşmasını, öldü ise defnedilmesi işlemlerini yapıyordu. Ancak bu sözleşmede şöyle bir ek madde daha vardı, bu da ölen kişinin evine girip, evin içindeki eşyaların elden geçirilerek , işe yarar olanlarının şirket tarafından alınabilmesiydi. Şirket ölüm sonrası eve girer , işine yarayan eşyaları alır, diğerlerini de temizleyerek çöpe atardı. Son zamanlarda işler oldukça da yoğundu ve bu nedenle yeni çalışanlara ihtiyaçları vardı.

İçi ürperdi Cemal’ in , henüz 22 yaşındaydı ama böyle yalnız bir ölüm onun buz gibi olmasına yetmişti. Bir de arkasından ağlayanlar servisi de kursalardı bari diye düşünerek acı acı gülümsedi. Üniversite öğrencisiydi Cemal , memleketten para gönderiyorlardı ama bu kocaman şehirde, ayın yarısı bile olmadan bitiyordu, kalan yarısı yarı aç yarı tok idare ediyordu. Yarım günlü bir iş onu oldukça rahatlatacaktı. İşe ihtiyacı vardı ve sorgulayacak lüksü yoktu, ben yaparım deyince yarın gel başla demişlerdi.

Sabah erkenden uyanıp, işe gitti. Yine aynı şık giyimli ve yoğun parfümlü adam elinde bir liste ile iş dağıtımını yaptı. Ona yaşlı bir kadın düşmüştü. Dün ölmüştü ve cenaze işlemlerini de bitirmişlerdi , şimdi evin gözden geçirilmesi gerekti. Eve girdiklerinde her yere bakmaları tembih edildi, zira bazı insanlar değerli eşyalarını yatakların içine , yastıkların aralarına, minderlerin pamuklarının içine bile saklıyorlardı. O neler görmüştü, benden hiçbir şey kaçıramazlar dedi, zamanında o da böyle başlamıştı işe ve girdiği hiç bir evden de boş çıkmamıştı. Bir dedektif gibi çalışmalısınız yoksa bu işin hiçbir kazancı olmaz , sizler için işe başladığınızda bir hedef gelir belirledik, iki ay üst üste bu hedefi tutturamazsanız işe devam etmeniz mümkün olmayacağını baştan kabul etmelisiniz.

Cemal kendini evin önünde dolmuştan attı ve binaya baktı , eski bir apartmanın en üst katıydı. Elinde anahtarlar merdivenleri tırmandı nedense kendini suçlu gibi hissediyordu. Anahtarlar bir naylon ip ile bir birine bağlanmıştı. Pembe iple bağlı olan dış kapıya , mavi ipli olan ise daire kapısına aitti , bir tane de daha küçük boyda olanı vardı bu nerenindi bilmiyordu, belki dolap anahtarıdır ama nereninse bulmam lazım.

İçeri girdi , yoğun bir küf kokusu genzini yaktı, havalandırmak lazım daha dün ölü çıkmış ama bu koku daha eski bir ölüme aitti sanki. Yıllardır burada bir ölü yaşıyormuş gibi ağır bir koku vardı. Sanki kadın ölmeden ölümü eve doldurmuş gibiydi , ürperdi yine.

Eşyalar oldukça eski modeldi ama duvarlarda ki tablolar ve resimler eskiden iyi bir yaşamı ele veriyordu. Eski fotoğrafların olduğu bir köşe gördü ilerledi, şık hanımlar ve beylerin eski görüntüleri vardı hangisi acaba son kalan , belli hareketli ve kalabalık bir yaşammış sonra ne oldu da kim bilir böyle şirket aboneliği yaptırarak öldü. Saçları bolca spreylenerek kabartılarak kocaman topuz yapılmış, gözlerinin iriliği kara kalemle sürme çekilerek daha da belirgin hale getirilmiş bir kadın portresi de asılıydı, bu olmalı evin sahibi , güzel kadınmış kim bilir ne canlar yakmıştır zamanında. Yerdeki halılar eskimiş, renkleri solmuş ama güzeldi. İnce bir zevki varmış ama her şey gibi bu zevk de eskimiş olmalı. Evi dolaşmaya başladı, mutfağa girdi, köşede birikmiş boş içki şişeleri vardı, çöp torbası da kuruyemiş ve sigara izmaritleri ile doluydu. Yalnız ve yaşlı bir kadının bu kadar içiyor olması garip geldi aman bana ne , belli ki iyi yaşamış zamanında Dolaşmaya devam etti, yatak odasına girdi kocaman bir karyola vardı sanki yıllardır yatılmamış gibi çarşafı yorganı hiç bozulmamıştı. El işi örtüler yatağın üzerinde özenle serilmiş , kullanılmayı bekliyor gibiydi. Salondaki kanepe geldi aklına ortası dibe doğru çökmüştü , bu kadın yıllardır belki de hep o kanepede uyudu yatağına gelmedi. Bu nasıl bir yalnızlıktı. Kendini onun hayatının içine girmiş bir yabancı olarak duyumsadı ve işimi yapmalıyım bunlardan bana ne dedi bir kez daha..

Gördüğü kadarı ile anılardan başka değerli bir şey yoktu, tekrar salona döndü, kanepenin minderlerini kaldırmaya başladı. Kuruyemiş kırıntıları her yere saçılmıştı sonra minderlerin arasında , köşede , içeri doğru kaymış, o kocaman defteri gördü. Eski soluk bir defterdi , alıp almamakta kararsız kaldı. Merakı artmıştı ama bir yandan da bu kadar özelini bilmem gerekmez diyordu. Eline aldı, kalın bir defterdi, kurşun kalemle yazılmıştı, güzel bir el yazısı idi bu kadın iyi eğitim almış biriydi. Çünkü , artık kimse böyle güzel yazmıyor.

İlk sayfayı açtı fark etmeden,

“Seni bu sabah tavan arasında buldum, yıllardır oradaymışsın ve ben fark etmemişim. Kim bilir nasıl yalnızdın, bensizdin. İnan bana, ben de seni unutmadım sadece yapacak o kadar çok iş vardı ki, her şeye yetişmek nasıl zaman alıyordu bir bilsen, merak etme canım artık her gün sana bakacağım, o beynini yiyen hamam böceklerini de yarın ilk iş ilaçlayacağım.”

Cemal irkildi, evde yaşayan biri daha varmış, bir canlı daha ve bir de tavan arası, elindeki anahtar oraya ait olmalıydı. Kimsenin olmadığı bir evde niye kilitlemişti ki orayı. Belki de kilitli değildi. Evi tekrar dolaştı, koridorun sonunda tavan arasına çıkan merdiveni gördü, birkaç saniye kararsız kaldıktan sonra merdivenleri tırmandı , kapağı kaldırdı, açıktı , koyu karanlıkta hiçbir şey göremedi. Bir fener lazım, ışığı var mı acaba buranın , eline çarpan şeyin bir fener olduğunu fark etti. Işık içeri aydınlatınca yoğun küf kokusunu da iyice hissetti. Eski , kullanılmayan eşyalar ve sandıklardan başka bir şey yok gibiydi. Kararsız kaldı , bakmazsa, ya kaçırdığı bir şey olursa , fakat içersi de o kadar kirli ve dağınıktı ki , böcek ve fare bile vardır burada derken aklına defter geldi ve tekrar aşağıya inip defteri eline aldı, kanepeye oturdu , sigara yaktı, okumaya başladı.
……

Hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyorum, dalgınlığımdan anlıyordur belki ondan uzaklaştığımı. Tavan arasını sürekli kilitlediğimin farkında mı acaba? Sevgilim sen oradayken ben nasıl burada onunla olacağım. Bilseydim sen oradaydın yıllarca, bekletir miydim onca zaman. Gitmesi lazım , en kısa zamanda gitmesi gerektiğini anlamalı. Nasıl suçluluk duyuyorum, onunla yaşadıklarımı izlediğini düşüyorum da bazen. Yalan değil , onunla da mutlu olduğumuz, güldüğümüz , uzun uzun seviştiğimiz zamanlarda oldu. Sabahlara kadar otururduk , şöminenin ateşini yakıp konuşur, içki içer, güler, dans eder ve yine sevişirdik. Senin gittiğini sanmıştım ne yanılgı oysa ki orada imişsin. Benimle geçirir imişsin bütün zamanlarını, çok üzmüş olmalıyım seni. İnsan kendi başka bir yaşamın içine girince , karşısındaki için de böyle kolay olmuştur diyor. Senin ki tutkuydu oysa , birlikte olduğumuz zamanlarda içten içe beni gururlandıran bir bağlılığın vardı , gidince , gittiğini sanınca bunu da unutmuşum işte affet beni.

Cemal’ in şaşkınlığı artmıştı iyice , kim bu unutulan , eski bir sevgili olmalı ama nerede , okumaması lazımdı, biliyordu ama elinde değildi artık. Bütün defter bir günah çıkarma kitabı idi. Nasıl yoğun bir pişmanlık, ne bu böyle ?

Sonunda gitti bugün; anladı artık hayatımda ona yer olmadığını, geç bile kalmıştı, yalnız hissetmedim kendimi, sen varsın sadece, rahatça her gün gelebilirim yanına, bahaneler üretmem gerekmiyor , kilitli bile tutmam gerekmiyor , özgürüz canım artık, temizlik yapmalı önce, ve sana rahat bir koltuk hazırlamalıyım, yerde yatmaktan kemiklerin ağrımış olmalı, sana bakmalı , rahat ettirmeliyim , ah sevgilim o hain böcekler bir de beynine dokunmasalardı. Köşede küçük bir pencere vardı yanlış hatırlamıyorsam orayı silip, perdeleri açarsam bir parça güneş bile getirebilirim yuvamıza. Evet yuvamız , eskiden olduğu gibi , o eski güzel günlerimizdeki gibi tıpkı, ne çok severdim seninle konuşmayı, seni dinlemeyi nasıl oldu unuttum ben o ara bunları. Biz her zaman tartışırdık, ne vardı o silahı çekecek. Ama benim yüzümden oldu , hangi gün yaptın bunu, o geldikten sonra mı, bizim bir sevişmemizden sonra mı ya da bir kahkahamdan sonra mı , ne zaman ah bir bilsem ne zaman seni bu kadar kırdığımı, incittiğimi.

Duygularını çok belli etmez, kendine o kadar güvenli bir duruşun vardı ki , benim yokluğumun sana bu kadar ağır geleceğini nereden bilebilirdim. Onu da sevmiştim, benimle ilgilenen , ben söylemeden benim isteklerimi hisseden ve sessizce bunları yerine getiren bir adamdı. Şimdi düşünüyorum da ben hep böyle adamlar seçtim kendime. Beni seven , bana katlanan adamlar. Bencillik değil bu, inan bana rahatına düşkünlük falan da değil. Sadece öyle oldu.

Cemal kafasını kaldırıp, camdan dışarı baktı saat epey geç olmuş, hava kararmıştı. Gitmesi lazımdı artık ama bırakamıyordu. Kalkıp lambayı yaktı, etrafına baktı, bu gece kalabilirim burada kim nereden bilecek. Sorarlarsa evde bakılacak yer fazlaydı bir şey bulmak için çok aradım derim. Şirketi arasa mıydı acaba, vazgeçti bırak çık demelerinden korktu. Bu hikayenin gerisini öğrenmesi gerekti ne olursa olsun.

Bugün elini tutmak istedim , parmakların elimde ufalandı. Neden ölüm böyle yok ediyor bedeni. Hatırlıyorum tenini, ellerini, kokunu sanki yanımda imişsin gibi. Oradasın ama neredesin sevgilim. Çok uzun zaman oldu yalnızım. Dışarı çıkmak bile istemiyorum, korkuyorum kalan parçaların da ben yokken gidecek diye. Dışarıdaki hayata karışırım ve seni yine unuturum diye korkuyorum, o zaman artık beni hiç affetmezsin. Y ada bilmiyorum yaşlanıyorum artık, eski cıvıl cvıl alımlı hallerimde yok. Belki de bundan korkuyorum dışarıda bana bakacak kimse de kalmamıştır , oysa sen beni en çok seven, sadık sevgilimsin. Seninle konuşuyorum, bazen bunu neden yaptın bana deyip, öfkeleniyorum, bağırıp çağırıyorum. Sen beni yok ettin deme sevgilim, asıl 10 yıldır ben yokum. Kimse yok, ellerim tutulmuyor, saçım okşanmıyor , bedenim yalnız ve hatta kulaklarım sevgi fısıldamaları duymuyor ,yokum ben artık yok.

Bir sesle sıçradı, uyuyup kalmış olmalıydı, her yanı tutulmuştu, defterin sonlarına gelmişti neredeyse. Bu ne büyük bir pişmanlık acısıydı. Tavan arasına çıkıp her yere iyice bakmalıydı. Burada bir ölü vardı. Tekrar merdivenleri tırmandı, elini uzatıp feneri aramaya çalışırken bir kablonun üstündeki anahtarı buldu, dokundu ve tavan arası aydınlandı. Karmakarışıktı her yer. Kutular , sandıklar , üst üste konmuş naylon poşetler neredeyse adım atacak yer bile yoktu. Poşetlerin arasında ilerlemeye çalıştı , toz o kadar fazlaydı ki buraya yıllardır girilmemiş diye düşündü. Acıkmıştı , gitmeliydi artık, zengin bir kadının iç bunalımları olmalı belki de bunlar ben işime bakmalıyım inşallah dün dönmedim diye sorun olmaz. Acele etmeliyim , gidip anahtarı teslim edip okula yetişmeliyim.

Kapıyı açıp son kez arkasına bakarken , defter tekrar ilişti gözüne , yanına aldı bu ondan başka kimsen ilgisini çekmezdi nasılsa.

GÜNSELİ DÖNMEZ

Perşembe, Mayıs 12, 2005

DIŞI KARA

“Günaydın ey mahalleli! Uyanın! Güneş doğdu güneş!”

Bakkal İhsan, son bir iki yıldır pek çok sabah yaptığı gibi dükkanının önüne çıkmış yaşlı fakat incecik vücudundan hiç de beklenmeyen hayli gür sesiyle sokağa doğru bağırıyordu. Saat 9.30 sularıydı, güneş çoktan doğmuştu ama olsun, onun çok hastayken bile yüzünden hiç eksik etmemeye çalıştığı, candan ve neşeli ifadeyle anlatmak istediği şey başkaydı ve bunu kimse de anlamıyordu.

Balkonlarında sabah çayını içen bir iki yaşlı adam ve kadın güldüler ve onlar da İhsan’ın duyup duymadığına aldırış etmeden çok da iyi anlaşılmayan bir iki laf attılar. Bakkal İhsan onlara gülümseyerek baktı ve dükkandan içeri girdi. İki yıldır her sabah bir tören gibi tekrarladığı işi yapıyordu.

Dükkan fazla büyük sayılmazdı ama ağzına kadar tıklım tıkış doluydu ve mahallenin en sevilen bakkalı olduğu için iyi iş yapıyordu. Ben de içerideki daracık alanda iki kişiyle birlikte İhsan Bey’in törenin sokaktaki bölümünü bitirip işinin başına dönmesini bekliyordum. Bekleyebilirdik. İhsan Bey, yüzünde insanın içini ferahlatan dost gülümsemesiyle dükkan girdi ve tezgahın arkasına geçti. Benim acelem yoktu, zaten o dükkana girip İhsan Bey ile uzun sohbetler etmeyi çok severdim. O da beni ve diğer adamı kendinden saydığı için olacak, önce dükkana en son girmiş olan gencin istediklerini verdi ve gönderdi. İçerideki diğer adam, hiç kıpırdamadan, konuşmadan, öylece dikilmiş bekliyordu. Tepeden tırnağa kapkara bir adam. Üstündeki tüm eşyalar, ceket, pantolon, gömlek ve ayakkabı, hepsi de lime lime yırtık ve kapkara. Saçları, elleri, yüzü ve gözlerinin beyaz olması gereken bölümü de tamamen kara. Bir bacanın içi veya kömür sobası borusunun içi gibi. Tepeden tırnağa...

İhsan Bey, her sabah yaptığı gibi litrelik bir karton kutu sütü ve bir ekmeği torbaya koydu, kendi içtiği sigaradan üç tane çıkardı ve hepsini kara adamın eline tutuşturdu. O anda ilk kez gördüm kara adamın bembeyaz dişlerini; minnetle gülümsedi ve hiçbir şey söylemeden gitti. Tören bitmişti. Soran gözlerle İhsan Bey’e baktım.

“Gariban işte,” dedi, “her sabah bu saatte günlük istihkakını alır böyle; tüm yediği içtiği de bundan ibarettir.”

“Adı ne?”

“Bilmem, ben onu lan diye çağırıyorum. Hiç konuşmaz ki sorayım... Bildiğim tek şey varsa, ona böyle her gün bu verdiklerimi verince içim aydınlanıyor; başka bir şeyler de vereyim dediydim ama almıyor.”

İhsan Bey’in, “Güneş doğdu,” diye bağırdığında ne kastettiğini anlamıştım. Sanırım adamın öyküsünü de biliyordu ama bu konuda konuşmak istemiyordu. Ben de üstelemedim.

O sırada bakkalın hemen yanındaki, İhsan Bey’in hiç sevmediğini bildiğim kazıkçı manav, dükkanın içine kafasını uzatarak sırnaşık bir ifadeyle laf attı.

“Sen olmasan bu herif buralarda barınamazdı valla İhsan abi, iki senedir besleyip duruyorsun, cennete böyle mi gidiliyormuş?”

“Sen anlamazsın! Sen elmanı armudunu satmaya bak!” diye tersledi adamı, “Onun dışı kara, senin için kara!”

Kara adam iki yılı aşkın bir zamandır evimin hemen arkasındaki eski taş konağın yıkıntısında yaşıyordu. Yıkıntı denilince, tam bir yıkıntı. Duvar falan kalmamış, yalnızca bir taş yığını; belki aralarında yağmurdan, kardan koruyacak bir iki girinti ya vardır ya yoktur. Nasıl uyur, neyin üstünde yatar, bir yorganı var mıdır hiç bilmiyordum. Yalnızca ara sıra bakkala gelişini veya gündüzleri yıkıntının içinde, o da eğer ayaktaysa gördüğüm olmuştu onu. Geceleri hiç görünmezdi, zaten kapkaraydı ya. Soğuk havalarda bazen yıkıntının ön tarafından geçersem oradan bir duman yükseldiğini görürdüm, o kadar. Belli ki ateş yakıyordu, ısınmak için.

Bir gün komşu hanımlardan bir kocasının giymediği gri renkli yünlü bir takım elbiseyi, bir iki gömleği de kara adamın kalıbına uyar diye kara adamın kalıbına uyar diye İhsan Bey’e vermiş. Kara adam o sabah dükkana geldiğinde be yine oradaydım. İhsan Bey nevalesini verdikten sonra elbise paketini de uzattı ve gidip onları giyip gelmesini söyledi dostça bir ifadeyle. Adam sevindi. Yine bembeyaz dişleri ile gülümsedi ve gitti. Yaklaşık on dakika sonra yüzü gözü kapkara olmasına karşın gri takım elbiseyi giymiş olarak geldi.

“Hah işte,” dedi İhsan Bey, “şimdi adama benzedin. Sana bir de ayakkabı uydurmak lazım,” diyerek benden tarafa baktı. Adamın ayağına baktım; ona uyabilecek bir çift ayakkabım vardı. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Adam hep böyle kapkara bir halde sokakta yaşamasına karşın saçı da sakalı da sanki yeni tıraş olmuş gibiydi. İhsan Bey’e sorduğumda, “Ne bileyim valla, bu hep böyle işte,” dedi gülerek. Galiba bu da hep bir sır olarak kalacaktı. Adını bile yoktu. Nereden gelmişti, niye bu duruma düşmüştü, niye hiç konuşmuyordu ve niçin kapkaraydı, hiç kimse bilmiyordu. Belki İhsan Bey biliyordu ama o da söylemiyordu.

Ertesi sabah her zamanki tören saatinden önce evdeki fazla ayakkabılarımı alıp bakkala gittim. Kara adam birazdan ekmeğini, sütünü ve sigaralarını almaya gelecekti. Çok beklemedik ve geldi. İhsan Bey’in de benim de gözlerimiz yuvalarından çıkacaktı neredeyse. İhsan Bey gülmesini tutmaya çalışarak gürledi.

“Lan! Allah cezanı vermesin ne ettin kendine?”

Adam gülümsüyordu ve gri takım elbise de üzerindeydi ama yine yalnızca dişleri beyazdı. Elbisenin önü, arkası, boyanmış gibi tamamen kapkaraydı. Hiç sesini çıkarmadı. Ayakkabıları ve nevalesini aldı, yine minnetle gülümseyerek gitti. İhsan Bey o gün mahallenin çocuklarına görev vermiş, adamı izleyip nasıl bir günde böyle kapkara olabildiğini anlamak için. Birkaç gün içinde konu aydınlandı. Adam yıkıntıda yaktığı ateşin dumanı ne tarafa gidiyorsa tam o tarafa oturuyor ve döne döne, önünü arkasını hep dumana tutuyormuş.

Böylece aylar geçti. Bir gün komşu manav her sabahki tören sırasında elinde birkaç gün öncesinin bir gazetesiyle bakkaldan içeri girdi. Kara adam torbasını almış, gitmek üzereydi ki manav ona döndü ve alaycı bir tavırla konuşmaya başladı.

“Bu sen misin lan?” Gazetede kara adamı andıran ama çok daha genç, siyah saçlı, beyaz tenli ve yakışıklı bir adam resmi vardı. Kara adam, resme baktı ve hiçbir şey söylemeden telaşlı adımlarla çıkıp gitti. Gazetede “kayıp aranıyor” yazıyordu. Yaşlıca bir kadın, “Oğlum, günahlarımızı affet, ne olur evine dön,” diye yakarıyordu.

Kara adamı bir daha gören olmadı. Yaklaşık bir hafta sonra sabahın erken saatlerinde Moda burnunda denizden bir erkek cesedi çıkarıldı. Kimliği bilinmiyordu. O sabah İhsan Bey’in gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğünü gördüm. Dükkanı kapattı ve “Gel benimle,” dedi. Sokağa çıktık, İhsan Bey tam manavın önünde durdu ve öksürerek boğazını temizlemesine karşın acıyla yırtılan bir sesle haykırdı.

“İyi geceler mahalleli! Güneş batmıştır!”

Cesedin çıkarıldığı yere gittik. İkimizin de boğazı düğümleniyordu. Birer sigara yaktık. İhsan Bey ağlamaya başladı. O ağladıkça ben de kendimi tutamaz oldum. Adını bile bilmediğimiz birisi için ağlıyorduk. İhsan Bey nihayet kendini biraz toparladı, boğazını sıkan hıçkırıkların dinmesi için çabaladı ve bir solukta anlatmaya başladı.

Kara adam gerçekten de adını ve nereli olduğunu bile hiç söylememiş ama İhsan Bey’in onu sokakta görüp de ekmek ve süt vermek için çağırdığı ilk gün bütün öyküsünü anlatmış ve bir daha da tek kelime konuşmamış. Memleketin bir yerlerinde yaşamış, okumuş, liseyi bitirmiş, sevdiği kızla evlenmiş, karısını kendi anne ve basına emanet edip askere gitmiş. Ne olduysa da ondan sonra olmuş. Jandarmaymış. Çavuş olmuş. Memleketinin yakınlarındaki bir yerdeki bir suçluyu alıp götürmek için iki erle birlikte görevlendirilmişler. Otobüs onun kasabasından geçiyormuş. Gece olduğu için bildiğim yer deyip orada inmişler. Erleri bir akrabalarının yanına misafir edip koşa koşa kendi evine gitmiş. Evin anahtarı cebinde. Şimdi hepsi uyumuştur deyip sessizce eve girmeyi, burnunda tüten karısının yatağına süzülüvermeyi düşlüyormuş. Öyle de yapmış. Sessizce içeri girmiş. Karısının yatağına süzülecekken onun karısı değil kendi annesi olduğunu fark etmiş, yatağın yanındaki bardağın içindeki takma dişlerden. Ses etmeden çıkıp anne ve babasının yattığı odaya dalmış korkuyla ve korktuğu ama kondurmamak için dişlerini sıktığı şey gece lambasının titrek ışığında öylece bakıyormuş kendine. Karısı kendi öz babasının kollarında, gözleri şaşkınlıkla dışarı uğramış ve kıpırdamadan bakıyormuş kendine. İyi ki silahını erlere emanet etmişmiş. Hiçbir şey diyememiş, kendini dışarı atmış. Birliğine dönmemiş. Bizden başka onu bir daha gören olmamış...

İhsan Bey’in de bir daha dükkanın önüne çıkıp şaka yollu bağırdığını duyan olmadı.

D. Kemal Tarım
12.05.2005

Pazartesi, Mayıs 02, 2005

ERGUVAN ZAMANI

- Çiçek tutma zamanı.

Böyle söylemiyor mu? Sinir oluyorum. Bak elim titredi, ona götürdüğüm kahvenin köpüğünden bir damla, fincanın kenarından aktı, köpükte göz oluştu, kötüye işaret. Tövbe tövbe, elem tere fiş kem gözlere şiş.

Kızgınlığım hemen geçti. Ne de olsa evimin direği, yılların hayat arkadaşı, nasıl karşı durabilirim. “Çiçek tutma zamanı” dediği zaman onun için çok önemli. Baharı dönemlere ayırır, su yürüme zamanı, tomurcuk zamanı, çiçek tutma zamanı ve yaprak zamanı diye isimlendirir.

Çiçek tutma zamanı tam olarak erguvanErguvan ağaçlarının eflatun rengine bürünmeleri ile başlar, son çiçeğin dökülmesi ile biter. O, bu dönem süresince tüm gününü uzaktan da olsa boğazı gören evimizin penceresinden uzun uzun dışarıyı seyrederek geçirir. Az konuşur, geçmişin girdaplı yollarına dalar gider, hepsini bilirim ;, bilirim de yine ses etmem.

Geçmişini doğru dürüst hiç anlatmadı ama yine de bilirim. Gizlisi saklısı yoktur, neden bilmem erkekler kadınlar gibi değildir, böyle güzel konuları konuşmazlar, belki de anılarını paylaşmak istemezler. Onca yıl geçti, ufak tefek bilgileri birleştirince eksik nokta kalmadı gibi. Sanırım hakkında her şeyi biliyorum, belki de kendisinden daha fazlasını.

Öğretmen mektebini bitirmiş, ilk tayini Erzurum’a çıkmış, ikinci yılında iken nasılsa LiseyeLise’ye kadar okuyabilmiş bir kız öğrencisi ona aşık olmuş. Kız çok güzel kompozisyonlar yazarmış, aşk mektubu gibi. Bu Azeri güzeline gönül kapılarını açmış, ama sadece bakışmakla yetinmişler. Bir akşam saatinde kız lojman kapısına dayanmış, kolunu tutup “Menimeni gaçır. ” demiş. İlk otobüsle İstanbul’a gelmişler. Boğazda bir ev bulmuşlar. Evlenmeden önce beni eski evine götürmüş, geçmişini göstermişti. Aklınca hakkındaki her şeyi bilmemi, yanlış karar vermemi engellemeyi istemişti. Bilmiyordu ki ben onun geçmişini değil, o anını sevmiştim. Evi, erguvan ağaçları arasında tek katlı bir gecekonduydu.gecekondu evi idi. Sadece iki göz. Daha sonra oraları yıkıldı ve güzelim tek katlı beyaz badanalı evlerin yerine heyula binalar dikildi. Biz de zaten karşıda oturmayı seçmiştik.

O gün de “çiçek tutma zamanı” idi. Ev ziyaretinden sonra sıra mezarlık ziyaretine gelmişti. Önceden söylememişti. Mezarların arasından geçmiş bir mezarın önünde durmuştu, ben de onunla beraber durdum. Bir an beynime şimşekler saplandı, ayakta duramadım, koluna yapıştım. İki kişilik mezarın bir tarafında adım soyadım yazıyordu. Durumu anlamam için ne kadar geçti bilmiyorum. Demek onun da adı da Sâkine idi. Ve anladığım kadarı ile o gün için müstakbel olan kocam da ölünce bu mezara gömülecek idi. Ya ben ne olacağım diye de düşünmedim değil o anda. Bu sorunun cevabını zaman içinde yine kendim verdim, geniş mezar, aralarına ben de sıkışıveririm, ne olacak, Sâkine’nin itiraz edeceğini sanmam, nasılsa aynı bedeni iradesi dışında da olsa paylaşmıştık. İsim soy isim de tutuyordu nasılsa. Onun doğum tarihini benim de ölüm tarihini koyduk mu kimse bilmez.

İstanbul’a geldiklerinde Sakine küçükmüş. Evlenmek için yaşı tutmuyormuş, kaçtıkları için yerine imza atacak annesi de yok. Mecbur imam nikahı ile idare etmişler. Daha sonraki yıllarda bir ara evlenmişler.

Beni severdi, belli etmek istemese de beni severdi, bana çiçek getirirdi. Ama hiç erguvan getirmedi. Bilirdim, erguvan öbür Sâkine için ayrılmıştı. Eşimi hiç kıskanmadım, zaten hiç kıskanılacak biri değildi, kıskandıracak bir şey de yapmadı. Mezar ziyaretinde gördüm, koca bir demet erguvan dalı kurumuş, pembeye dönmüş çiçeklerini mezarın üstüne dökmüştü.

Babam, ormancı idi.mühendisi idi. Ailecek ömrümüz ormanlarda geçti, ağaçları, bitkileri tanırım. Bir gün önce mezarı ziyaret etmiş, eski karısına benden bahsetmiş, yalnızlığın Allah’a mahsus olduğunu söylemiş benim için icazet almıştı. Karşılığında erguvanlarıErguvan’ları sadece ona getireceği sözünü vermişti. Her “çiçek tutma zamanı” onumezarı ziyaret ettiğini biliyorum. Ve ona erguvan götürdüğünü. İşte bunu anladığım zaman kıskandım. Eşimi bir ölüden kıskandım.

Anlatmıştı, yine bir “çiçek tutma zamanı”, içki masasında. Nadiren içerdi, içince ölçüyü kaçırmaz, sadece belli etmediği duygusallığı açığa çıkardı.

İstanbul’a geldikten beş yıl sonra, bir akşam evde otururken kapı çalmış, eşim açmış. Yapısından DoğuluDoğu’lu olduğu belli olan biri varmış kapıda. Ortada bir soğukluk esmiş, Sâkine de kapıya gelmiş, ziyaretçiyi gördüğü anda çığlığı basmış. Gayrı ihtiyari geriye dönen eşim, Sâkine’nin iki eli ile yüzünü kapadığını görmüş. “Sen benim ağamsın yapma ! ” olmuş son sözler ağzından dökülen. Geri döndüğünde kurşunlar üzerlerine doğru yağıyormuş. Her birine üçer kurşun. Katil onları öldü diye bırakmış, gitmiş teslim olmuş. Sâkine’nin eski nişanlısı, amcasının oğlu imiş.

Aylarca hastanelerde sürünmüş. Eşinin mezarını bile kaç ay sonra ziyaret edebilmiş. Hastanede yatarken katili haber göndermiş. TöreyiTöre’yi yerine getirdiğini, onun için meselenin kapandığını söylemiş. Ama eşimin intikam hakkı varmış, isterse kullanırmış, eğer kendisini vurursavurur ise Allah nezninde davacı olmayacakmış. Nerde, bir sineği bile öldüremeyen kocam adam mı vuracak. Sadece adama acımış. Kızamamış bile. Gençliğini hapislerde çürüttüğü için acımış. Hoş, o da çok yatmadı ya. İlk afta çıktığını duyduk sonraları.
Bilirdim, erguvanlar onun hakkı idi. Olsun, kocamı hep sevdim, kendince aramızda adil olmaya çalışıyor. Ama bunu ilk anladığımda kıskançlığıma engel olamamıştım. Zamanla geçti. Olsun varsın ne yapalım.

İstanbul’a geldiklerinde işsiz ve parasızlarmış, bir süre geçici işlerde çalışmışlar, zar zor geçinebilmişler. Kışın elektrikle ısınırlarmış, kaçak elektrik kullanarak. O zamanki ismi ile TEK yetkilileri bunu tespit edip çok ağır bir ceza kesmişler. Paraları olmadığından eşim tanıdıklar bulmaya çalışarak cezayı iptal ettirmeye çalışmış. Bu tür ilişkilerde en geçer akçelerden biri de hemşeriliktir. Şivesinden Erzurumlu olduğunu anladığı birine karısının da Erzurumlu olduğunu söyleyerek ahbaplık kurmuş ve cezayı sildirmiş.

Kocam bu hikayeyi de yine bir “çiçek tutma vakti” içki masasında anlattı. Kendisi de bu ilgiyi alakayı karısının ilk ölüm yıl dönümünde kurabilmiş. Katilleri, kendilerini TEK’de çalışan Erzurumlu hemşerileri aracılığıylavasıtası ile bulmuş. Adam tabi ki bunu kötü niyetle yapmamış, böyle bir durum olduğunu da bilmiyormuş, memleket ziyaretinde anlatmış birilerine. Sonra da olayı duymuş, kendisinin sebep olduğunu anlamış ve kahrolmuş. Bunu anladığının ertesi günü kocam, TEK’e gitmiş, adamın yanına vardığında pala bıyıklı, göbekli koca adam, boynuna sarılmış, ağlamış, af dilemiş.


Olsun varsın, erguvanlar onun olsun, aldırmıyorum artık, hatta kendimi ona yakın hissediyorum. Daha kaç yılımız kaldı ki yaşayacak. Zaten o güzelim renkli çiçeklerinden sonra verdiği hiç bir şeye benzemeyen hiç bir işe yaramayan deliboynuzlarını, meyve diye tüm yaz dallarında sallandırırlar. Hatta yapraklarını döktükten sonra bile kışın ortasına kadar dallarda asılı kalırlar, ibret-i alem için sallandırılan bedenler gibi.

Bilirdim, erguvanlar onun hakkı idi. Olsun, kocamı hep sevdim, kendince aramızda adil olmaya çalışıyor. Ama bunu ilk anladığımda kıskançlığıma engel olamamıştım. Zamanla geçti. Olsun varsın ne yapalım.


Bu eve baktığımızda, bahçede ağaçlar olduğunu gördük ve evi severek satın aldık. İlk çiçek tutma vakti geldiğinde bahçede bir de erguvan olduğunu anlaşıldı. Eşim, eflatun çiçekli ağacı gördüğünde çocuklar gibi sevinmişti. Neden sevindiğini ben anlamıştım hemen. Çiçekler iyice olgunlaştığı hafta sonu alışılmışmutat ziyaretini yapmak üzere evden çıktı. Ben de balkona. Etrafı seyrediyormuş gibi yapıyordum ama bir gözüm bahçede idi. Tahmin ettiğim gibi eşim bizim erguvanın en güzel dallarını kopardı ve gitti. Kıskançlığım doruğa çıktı. Sinir krizlerine tutuldum, mantıklı düşünmeye çalışıyordum, kendimi haksız buluyordum ama gönlüme de laf dinletemiyordum. O gün karar verdim ve uygulamaya başladım. Hangi kimyasalların bitkileri kuruttuğunu bilirim, gittim aldım. O günden itibaren azar azar ve tabi ki gizliden, diğer bitkilere zarar gelmemesine özen göstererek aldığım zehirleri ağacın dibine döktüm. İki aya kalmadan ağaç kurudu. Kocamdan saklı kapıcıya kuru ağacı kestirdim. Şimdi düşünüyorum da bugün olsa ne yaparım? Yine yaparım diyemediğim gibi kesin yapmam da diyemiyorum.

Kahvesini yanında ayakta durmakta olduğu sehpanın üzerine koydum. Öbür tarafına geçtim, koluna girdim. Dışarıda koluna girmemden hoşlanmaz, ama evde ses etmez, mutlu bile olur. omzuna başımı dayadım, yaşlı bir çınar ağacı gibi sağlam, güvenilir. Gözümden iki damla yaş aşağı süzüldü. Onun yerine, geçmişin acıları, anıları için. Bilirim, o erkektir, ağlamaz. Allah’ım onu başımdan eksik etme.

Biliyorum asıl demek istediği “Erguvan zamanı”

REFİK KOCABAŞ

Pazar, Mayıs 01, 2005

“KÖLE İLE EVLENME!..”

“Köleyle evlenme kızım” dediğini anımsıyorum babaannemin arasıra. Sanırım beş-altı yaşlarında olmalıydım o sıralar. Alzheimers hastası olan babaannemin söylediği bir çok şeyin, onu bizden uzaklaştıran, aklındaki onulmaz karışıklıktan kaynaklandığını fark edebilecek yaşlardaydim. Neredeydi babaannem, üşüyor muydu, canı yanıyor muydu, o uzak, çözümsüz bilinmezlikte. Keşke bir yolu olsaydı, o eski şefkatli bakışlarını, dokunuşlarını geri getirmenin…Derinlerde bir yerde, hâlâ bizleri anlayabildiğini, olup bitenlerin biraz da olsa farkında olduğunu hissediyordum. Sonra birdenbire onun, “ Yavrum çocukların nasıl, damat nasıl” sözleriyle, yıkılıyordum yine.


Babaannemi kaybedeli yıllar oldu. Onu bana bakıp, büyüttüğü eski güzel günlerdeki, pırıl pırıl haliyle hatırlıyorum. Yedi çocuğun ardından, bir de torun büyütmüştü. Sonra da yataktaki o iskelet gibi halini….Ben hiç evlenmedim. Belki yaşasaydı, en azından köleyle evlenmedim diye mutlu olurdu… Artık babaannem ile , dedemin benim duymamı istemedikleri zaman konuştukları o garip dilin ne olduğunu , kimin yabancı , kimin köle sülalesinden olduğunu biliyorum. Daha doğrusu, bunların insanların beyninde kurguladığı, yıkıcı, zavallı, senaryolar olduğunu biliyorum. Zaman zaman köklerimi merak etmekle birlikte, bu merakımın eskiye duyulan ilgiden öteye gitmediğini ve gitmeyeceğini biliyorum, eski esyalara, eski kartpostallara, eski pullara duyduğum ilgi kadar sadece.


Geçen yaz, Sinop’a annemin ve babamın doğduğu yere gittim. Aslında, en azından iki yılda bir yazları mutlaka giderim ben Sinop’a. Doğa ile başbaşa, deniz, orman, harika bir tatil olanağı oluyor genelde. Tabiî eğer Karadeniz’in vahşi iklimi oyunbozanlık etmezse. Neyse, genelde köyleri dolaşıp, bizim akrabaların kullanmadığı eski eşyaları falan topluyorum. Eski kahve değirmenleri, saatler, ibrikler vs. Anneme “Anneciğim, Erikli’ye çoktandır gitmedik, ben yarın gitmeği planlıyorum” deyince; pek de istekli olmadığını görüyorum. Gerçekten de bizim eskilerin, en güzel en ihtişamlı evleri Erikli’deymiş. Cemal Dede’nin evini annem hatırladığı kadarı ile zaman zaman anlatır. Orada hâlâ işime yarayacak bir çok parça olabileceğini düşünüyorum, iştahım kabarıyor.Annem de ısrarıma dayanamıyor, ve ertesi sabah birlikte yola koyuluyoruz.

Erikli bir dağ köyü. Dik virajli bir yoldan, bir buçuk saat kadar tırmanıyoruz. Yıllar önce bir kere, bir köy düğünü için gelmiştim buraya. Araba tırmandıkça, kulaklarımız uğulduyor. Oksijenin ciğerlerimizi temizlediğini hissedebiliyoruz. Bu yolu eskilerin nasıl atlarla, katırlarla aldığı geliyor aklıma. Yerleşmek için pek de uygun bir yer değil ,diye düşünüyorum. Yolun beni halsiz bırakmasına karşın, o anda orada olmaktan hoşnut olduğumu duyumsuyorum. Ilık bir huzur kaplıyor içimi. Arabadan inince, geleceğimizi bilen akrabalarımız karşılıyor bizi. Akraba deyince, öyle kan bağı falan yok çoğu ile aramızda, Abhazlık’ta, aynı sülaleden olmak akrabalık için yeterli. Bu köy, Abhazlar’in Sinop’ta ilk yerleştikleri köylerden biri. Ama daha sonra, çoğu daha düzlük köylere inmiş. Sadece Cemal Dede, Rıza Dede ve Tahir Dede’nin evleri kalmış burada.Tabiî bu evler kullanılmıyor şimdi. Çocukları yeni betonarme evler yapmışlar, hemen bu evlerin yanına. Ahşap evlerde artık oturmamakla birlikte, mümkün olduğunca korumaya çalışıyorlar.

Açık hava, bol gıda insanı şımartıyor, sersemletiyor. Kadiye Hala’mın evinde biraz kestirdikten sonra, annemle önce Cemal Dede’nin evini geziyoruz. Cemal Dede, benim büyük dedem. Yani, dedemin dedesi. Uzun boylu, yakışıklı ,dağ gibi bir adammış, anlatılanlara göre. Bütün gençler çekinirmiş ondan. Cemal Dede’nin evi eski geleneklerin en cok korunduğu, devam ettirildiği evlerden biriymiş. Gel gör ki; en bakımsız, en harebeye dönmüş ev de Cemal Dede’ninki.. Çocuklar, torunlar pek bakmamışlar eve. Cemal Dede’nin borusu sağken ötüyormuş, diye geçiriyorum aklımdan. Beğendiğim,ufak tefek şeyleri almama da hiç itiraz etmiyorlar. Belli ki , evi çok fazla koruma gibi bir niyetleri yok. Biraz içim acımakla birlikte, aldığım eski fotograf çerçevelerinin cilalanınca nasıl duracağını hayal ederek avutuyorum kendimi. Aslında biraz serzenişte de bulunuyorum bizim akrabalara, ama sonuçta eski yapılara bakmak da çok para istiyor, kolay değil.

Cemal Dede’ninkinden sonra bir kaç ev daha dolaştım, ama fazla bir şey bulamadım, bir kaç fotograf çektim sadece. Kadiye Halam’ın ikramlarını yiyip , çayımızı içtikten sonra, Cefet Dede’nin evi geldi aklıma . “Hala’cığım bir orası kaldı, gitmediğimiz” deyince; halamın yüzünün garip, belirsiz, bir hal aldığını görüyorum. Kaçamak bakışlarla “ Çok eski o ev kızım, yıkıldı yıkılacak, tehlikeli bile olur, girilmez” diyor. Sonra anneme dönüp, Abhazca bir şeyler söylüyor. Üff… İşte böyle zamanlarda sinir oluyorum, bu dili bilmediğime. Benden bir şeyler gizlediklerini düşünerek, iyice ısrarcı oluyorum gitmek konusunda. Hatta “hadi ben gidiyorum, peşimden çayınızı bitirip siz de gelirsiniz” deyip; tepkilerini dinlemeden düştüm yola. Daha bir dakikalık yol yürümemiştim ki, o benim romatizması azmış Kadiye Halam ile annem yanımda beliriverdiler.

Eve yaklaşırken Cefet Dede’nin de bizim sülaleden olduğunu, ama onunla ilgili fazla bir şey bilmediğimi düşünüyorum. Dut ağaçlarının arasından süzülerek, varıyoruz eve. Hiç de halamın anlattığı kadar, kötü durumda gözükmüyor bana burası. İskeleti oldukça sağlam gibi. Görkemli, çok görkemli bir yapı, incecik dantel gibi oymalar var, cumbalarında. Cefet Dede’nin ailesinden kimse kalmamış köyde. Hepsi şehire yerleşmiş, sanki köklerinden kaçmaya çalışır gibi, sanki geçmişin izlerinden, sanki kendilerinden kaçmaya çalışır gibi. Sanki gömmeye; bir şeyleri, sonsuza dek gömmeye çalışır gibi.

Evin yanında, bir Türk ailenin evi var. Ailenin kızı Elif, kendini tanıtıp, bize eşlik edebileceğini söylüyor. Çok tatlı cana yakın bir genç kız, Elif. Halamın Elif’in teklifinden rahatsız olduğunu hemen anlıyorum. Çok nezaketsiz bir tonla, kıza gerek olmadığını söyleyince; halama keskin bir bakış fırlatıp, Elif’e; “çok memnun oluruz, sen daha evvel girmişsin bu eve, sağlam olmayan bir bölüme girip kendimizi riske atmayız,
sağol”, diyorum.

Cefet Dede’nin evi üç katlı. Kapıyı açınca,kesif bir toz bulutu vuruyor yüzünüze. Ahşap yapıda, bastığınız her yer gıcırdıyor, çökecekmiş hissi veriyor. “Uff, halam haklı olmalı. Gerçekten içi dıştan görüldügü gibi sağlam değil.” diyorum kendi kendime. Trabzanlardan, ikinci kata çıkarken, artık iyice huzursuzlanmaya başlıyorum. Garip,tarifsiz bir ağırlık çöküyor üzerime, sanki her basamakta biraz daha ağırlaşıyorum. Sanki külçe gibi kalıyorum oracıkta, daha ilerlesem sanki çökecekmiş gibi merdiven ve ben derinlere ama çok derinlere yuvarlanacakmışım… Tam geri dönmeye ve evden çıkmaya niyetlenmişken , bizimkilerin yine Abhazca bir şeyler konuştuklarını işitiyorum alt katta. Bunlar bana bilinçli olarak bu dili öğretmediler diye, bilenerek; bir solukta çıkıyorum merdivenleri. Elif çoktandır orada. Basamağın birine oturmuş beni bekliyor. Garip bir ağırlık çöktu üzerime diye anlatıyorum. “Eski yapıları hep gezerim, ilk kez böyle bir hisse kapıldım” diyorum. Önce, duraksıyor Elif, bir şey söylemekle söylememek arasında kalakalıyor. Islak kara gözlerinde garip bir kıpırtı var. “Belki” diyor. “Belki hissettin”. “Neyi” diyorum. “Neyi hissettim?” Bizimkiler yanımızada bitiveriyorlar aniden. Halam rahatsız edici bakışlarını dikiyor,Elif’in üzerine. Aynı soydanız, ben de en az halam kadar inatçıyım. Elif’in kolunu yumuşacık kavrayıp, elini avuçlarımin içine alıyorum. Beraber üçüncü kata çıkıyoruz.

O, söylemek istediği her ne ise; duymak, bilmek istediğimi seziyor. O an- dan itibaren; o evde, oracıkta Elif, ben ve Elif’in anlattıkları var sadece.

“Bu evde “ diyerek, başlıyor Elif. “Yıllar, çok yıllar önce, bey sülalesinden Abhaz bir aile yaşarmış”. Belli ki, Cefet Dede ve ailesinden bahsediyor. “Ailenin büyük oğlu, Adil köle sülalesinden bir kız sevmiş”. O anda, yatakta bir deri bir kemik kalmış babaannemin “Köle ile evlenme, köle ile evlenme kızım”, sözleri şimşek gibi çakıyor beynimde. Sanki ilk defa gerçekten bir anlam ifade etmeye başlıyor bu sözler. Elif’in gözlerindeki ürkeklik, yerini rolünü icra eden bir tiyatro oyuncusunun kararlı heyecanına bırakmış. Artık Elif, anlatıcı rolünü üstlenmiş durumda, ve Kadiye Hala’mın delici bakışlarının onu durdurmasına imkan yok.

Abhazalıkta istilalarla tutsak edilip, çalıştırılan ve karın tokluğuna yaşayan insanlara, bir de Abhaza örf ve adetlerine karşı gelen; bu yüzden de toplum tarafından dışlanan insanlara köle denirmiş”, diye devam ediyor Elif. “Feodal bir yapı varmış, o dönemler. Köleler bey sülalelerinden olanların yanına bile yaklaşamazmış . Sadece kendi içlerinde evlenebilirlermiş. Bir bey oğlunun köle bir kızı sevmesi düşünülemezmiş bile.”

O an sanki, içimdeki ağırlığın nedenine yaklaştığımı duyumsuyorum. Altıncı hissim hiç kuvvetli değildir, aslında. Ama bu eve girdiğim ilk andan beri, belki halamın şu ana dek hiç şahit olmadığım gerginliğinden, belki de Elif’in hiç tanımadığı bizlere sanki içinde tutamadığı bir şeyleri anlatmak istercesine tavrından, belki de …Üff bilmiyorum. Ama daha o toz dumanını yuttuğum ilk andan beri bu evin diğerlerinden çok farklı olduğunu, bana daha önce yaşamadığım bir deneyimi yaşatacağını biliyordum.

“Kızın adı” diyor Elif, iyiden iyiye epik tiyatro vari anlatıcı rolüne bürünmüş; “Alaşara imiş”. “Alaşara , Abhazca yürek, gönül ışığı demekmiş. Alaşara’nın sülalesinin nasıl köle olduğunu bilen yokmuş. Hoş, zaten bunun çok da bir önemi yokmuş o zamanlar.Kuğu gibi,zarif, uzun boylu, lepiska saçları, incecik beline kadar uzanan;derya gibi bir kızmış. Adil de yağız, arslan gibi bir delikanlıymış hani. Ailesinin bütün karşı çıkışlarına rağmen, söz geçirememiş yüreğine. Kaçırıp, getirmiş Alaşara’yı bey konağına.

“Peki diyorum” öyle bir ormanlarda, kuytularda falan buluşmaları olmamış mı hiç? . O dönemlerde de gizli sakli da olsa flört olayı varmıştır,mutlaka” . “ Yok” diyor, Elif. “ Adil’in gönlü düşmüş Alaşara’ya. Ama, onda da aynı kahrolası feodal yapının izleri var. Bir kerecik düşünmemiş bile bu kız beni istiyor mu diye. Bir mal gibi, sorgusuz, sualsiz kapmış getirmiş kızcağızı”.

“Sonra” diyorum. “Sonra” diyor Elif. “Alaşara çok kötü günler geçirmiş konakta”. Adil’in annesi ve kardeşleri, çok kötü davranmış, çok eziyet etmişler kıza. Bey ise, artık olmuş bir kere, deyip mümkün olduğunca kayırmaya çalışmış Alaşara’yı.

“Peki ya Adil, o ne yapmış” diyorum. “O diyor” Elif. “ O Alaşara’ya kalkan olmuş. Aşkına ,sevgisine sahip çıkmış, yanından, gözünün dibinden ayırmamış onu. Alaşara’da kendine bu denli ihtimam gösteren bu delikanlıyı sevmiş zamanla. Dillere destan olmuş Adil’le Alaşara’nın aşkı”.

Halama bakıyorum, gözleri buğulu, ağladı ağlayacak. O kızgın tavrından eser kalmamış. Annem desen öyle. Belli ki , onlar hikayenin sonunu biliyorlar. Bizim Abhazlar genelde ketum insanlardır. Özellikle de aileleri ile ilgili yüz kızartıcı, utanılacak bir şey varsa, gizli bir mutabakat ile sanki üstünü örterler.

İşte Elif, bu mutabakatı bozduğu için o denli sinirlenmişti Kadiye Halam. Ama, Elif bir Türk kızıydı. Ve bu konunun bizim için hassasiyetinin çokta bilincinde değildi.

“Derken” dedi Elif, “Alaşara hamile kalmış. Adil, sevincinden havalara uçuyormuş. Bey de mutluymuş torunu olacağına. Ama Adil’in kardeşleri ve annesi burunlarından soluyorlarmış.

Birkac ay sonra, gelin kız dört aylık gebeyken, Adil’i askere almışlar. Sanki başına gelecekleri bilirmiş gibi, göz yaşları yol olmuş Alaşara’yı bırakırken. Adil’in kardeşleri ve annesi yapmadıklarını bırakmamışlar, Alaşara’ya. Alaşara hastalanmış, köyde kimse yüzünü görmemiş uzun zaman. Bir gün, Bey’in de şehirde olmasını fırsat bilen, ev ahalisi oğullarının sevdiği demeden; kesmişler Alaşara’nın cezasını, yazmışlar yazgısını. İlkyazmış, çiçek kokuları sarmışmış etrafı. Erguvan ağaçları, boy boy olmuş her yerde. Alaşara ancak biraz doğrulmuş hastalıktan, işte tam da bu katta, şu dipteki odada kalırmış zavallıcık. Önce Adil’in küçüğü Akif çıkmış, Alaşara’nın odasına. Kocaman bir bıçakla darbe üstüne darbe indirmiş Alaşara’ya. Sonra kayınvalide Hayriye, sonra büyük görümce Nurcan; defalarca, defalarca saplamışlar Alaşara’nın narin bedenine bıçağı. Gebe kızın oluk oluk kızıl kanı akmış her yere…Haberi alıpta, Alaşara’nın paramparça cesedi ile karşılaşan Adil ise; av tüfeği ile kendini vurmuş. Erguvan zamanıymış, ilkyazmış. Bir Adil, bir bebek, bir Alaşara varmış…yokmuş…Gözler kör, kulaklar sağır, yürekler taşmış… ”



Alaşara’nın öldürüldüğü odaya doğru yöneliyorum, kapıyı açamıyorum. O ağırlık yine çöküyor. Bu kez ben de karşı durmuyorum. Bu kadarına gücüm olmadığını biliyorum. Sanki Alaşara’ya saplanan bıçak darbelerini hissediyorum bedenimde. Çok eskide de yaşanmış olsa, yere göğe siğdıramadığım kendi ailemde böyle bir vahşetin yaşanmış olması sarsıyor beni. Utanıyorum… Babaannemin “ Köle ile evlenme” sözleri yankılanıyor kullaklarımda. Titriyorum.


Doğa Konukman