Cuma, Aralık 29, 2006

GECE

Odama geçip kapıyı kapatıyorum. Başımın içinde berbat bir uğultu. Aç karnına bu kadar içmemeliydim. Birden irkiliyorum: O da aç. Dolapta dünden kalan börek olmalı. İyi de o soğuk börek yemez. Ancak yeni yapıldığında, fırından az önce çıkmış tepsiden olursa.... Ellerini yaka yaka. Metin de öyle severdi. Sırf onun parmaklarını üfleyerek yemesini görmek için erken kalkıp börek yapardım. Sırtımda buz gibi bir el dolaşıyor. Bu gece son. Bu gece kararlar verilecek, kararlar açıklanacak. Bu geceden sonra bir daha üzülmek yok.

Benim çektiğim sıkıntıları onun da çekmesine izin vermeyeceğim. Zorlaysa zorla. Önce okul bitecek.. Okulunu bitir, ne istersen yap dedim. Seni o zaman ben de desteklerim dedim. Öylece baktı gözlerimin içine. Dümdüz. Önemsemedi bile. Oysa bana kimse bunu söylememişti. Gitmeye karar verdiğimde babam yalnızca “giden bu eve dönemez” demişti, hepsi bu. Annem yaşasaydı belki daha farklı olurdu. Belki o bana gitme derdi. Gidersen mutsuz olursun derdi. Kim bilebilir? Ya da Metin’den sonra, o en incinmiş, en yaralı zamanlarımda sığınacak bir yerim olsaydı, belki de ...

Bunları düşünmek için artık çok geç. Şimdi önemli olan tek şey o, onun mutluluğu. Benim ayakta kalmak adına katlandığım şeylere o asla dayanamaz. Dağılır gider. Hızla aklımdan geçiriyorum: Üç kuruş para için sabaha kadar çeviri yapıp, yeni başlayan her güne yeni baştan lanet ederek geçirdiğim yılları. Çok sonraları, okulun bitişi ve bankadaki işle birlikte gelen görece rahat günleri. Ama hep yalnız, hep eksik geceleri.... Yenildiğimi dünyaya ilan etmeden yaşamak adına iliklerime işleyen sahtekarlığı. Hayır, bunların hiçbiri ona göre değil.
Ve hayır, onun gitmesine asla izin vermeyeceğim.

Odama geçip kapıyı kapatıyorum. Başımın içinde berbat bir uğultu. Erhan’ın Prag’dan getirdiği mataranın içinde konyak olmalı. Bu iyi bir fikir, ama konyak kötü. Boğazımdan geçerken kavuruyor. Güçlükle yutuyorum. Gözlerim kapalı, gözlerim kan çanağı, gözlerimi açarsam yine ağlar mıyım? Yaş kalmadı ki gözümde. Gülümsüyorum. Annem buna “arabesk” der. Ama doğru. Gözlerim kupkuru, batıyor. Gözlerimde yaş kalmamış.

Erhan mataradan bir yudum alıyor. Yavaşça ağzını yaklaştırıp dudaklarımdan içeri akıtıyor. Konyak yine yakıcı. Gözlerim yine kapalı. Hava çok sıcak. Ensemdeki saçları eliyle toplayıp yukarı kaldırıyor. Yavaşça enseme üflüyor. Mutluluk bu olabilir mi? Yoksa bu annem mi? Benim ateşim varmış da ağlıyor muymuşum? Annem mi üflüyormuş enseme... Yavaşça, biteviye... Ürperiyorum. Acelem yok. Gece uzun. Herşeyi enine boyuna düşünmek gerek. Bu gece son. Bu gece kararlar verilecek, kararlar açıklanacak. Bu geceden sonra bir daha üzülmek yok.

Çantam koridordaki dolapta duruyor. Bilet de tamam olmalı. Bir kez alana kadar gittim mi bu iş bitti demektir. Konyağı kafama dikiyorum. Artık boğazımı yakmıyor. Aşağıda Jan Garbarek. Annem gergin, annem mutsuz. Ne zaman mutsuz olsa bu albümü dinler. O da içki koymuştur kendine. Elbette elinde sigarası. Birden ona acıyorum. Geceler boyu odasında sessiz sessiz ağlayışı aklıma geliyor. Babam çoktan gitmişti, ya da ben öyle anımsıyorum. Zaten babam ne zaman vardı ki? Annem.... Bak, o hep vardır. O herşeyi bilir, herşeyi çözer.... Aslında annemi severim ben. Ah, o da Erhan’ı sevseydi!

Erhan’la tanışması için ne çok israr ettiğimi düşünüyorum. Üzerine gidişimi, sonuna kadar zorlayışımı... İsrarıma dayanamaz. Dayanamadı. Bankanın lokalinde buluşuyoruz. Açık renkli bir pantolon ve kazak giymiş. Ceketi yok. Belki de Erhan’ı ezmeye çalışmaz diye birazcık umutlanıyorum. En çok sevdiğim iki insan bir araya gelmiş. Oysa ben hiç mutlu değilim, korkudan ölüyorum.

Denizin tam kıyısında bir masaya oturuyoruz. Erhan annemin sandalyesini tutuyor. Oturmasına yardım ediyor. O ne? Küçücük bir baş hareketini bile esirgedi. İçim isyan doluyor. Erhan’a iyice sokuluyorum. Elim bacağının üzerinde, kasığına yakın. İkisi de irkiliyor. Annemin yüzü bembeyaz. Neredeyse eğlenmeye başlıyorum. Hoşgeldin anneciğim. Ne kadar da kibarsın. İşte Erhan.... Benim sevgilim....Evet benden tam on yedi yaş büyük. Ve evet, evli. Belki de hep evli kalacak, kim bilir. Haftada bir gün, ayda dört, yılda elli iki gün karısını ziyarete gitse... Her ziyareti iki saat sürse yılda yüzdört saat evli olacak. Çok mu onursuzum anneciğim? Bana hiç mi yakışmıyor, ne dersin? Tabii yeterince şanslıysam kadın çabuk ölür ve (sana yapılamayan) düğünü sen bana yaparsın....

Deniz çırpıntılı, hava rüzgarlı. Gökyüzü alışılmadık bir turunculukta. Havada gerilim var, belirsizlik yüklü.... Aynı bizim gibi. Her an patlayabilir.

Tam tahmin ettiğim gibi. Kaç baharın otunu yemiştir bu. Ayrıca fark on yedi yaş filan olamaz. Bu adam en azından kırk var. Evet, yakışıklı olmaya yakışıklı. Gözleri güzel, ama buz gibi bakıyor. Böyle gözlerden nefret ederim. Metin’in gözleri de bu renkti. Ama o yumuşacık bakardı. Silkinip kendime geliyorum. Karşılaştırma yapmak ne kadar da yersiz. Birden nefesim daralıyor. Kızımın karşımda duruşuna bakın! Neredeyse adamın kucağına çıkacak. Tamam yavrum, devam et, umurumda bile değil. Buyurun konuşalım. Beni ikna edin. Okulunu hiç sevmediğini, Ankara’dan nefret ettiğini, İstanbul’a gitmenin ne güzel olacağını anlat bana. Belki de yeniden sınava gireceğini... Bu kez kendi istediğin bölümde okuyacağını.....

Bir kabusun içindeyim. Her söylediğim durumu daha kötüleştiriyor. Konuşan ses pürüzlü, hırçın. Sözler kırıcı, adeta saygısız. Tanrım, ben bu kadın olmak istemiyorum... Ben, ben olmak istemiyorum. Sonra sözlerin tükendiği o an geliyor. Acele etmemeye çalışarak masadan kalkıyorum. Kızımın gözlerinde ıslak bir nefret. Adamın buz gibi bakışlarında yenilgim yansıyor. Dışarı çıkıyorum. Kabusum benimle. Ondan nefret ediyorum.

Daha fazla uzatmanın anlamı yok. Kendimi toparlayıp yanina gitmeliyim. Konusmaya karar verildi, konusulmalı... Bu gece kararlar verilmeli, kararlar açıklanmalı....

.----------------------------


Perdenin aralığından süzülen ışıklar kanepede yatan iki kadının üzerine düştü. Kadınlardan biri, daha yaşlı olanı, hafifçe kımıldadı. Gözlerini açtı. Sağ kolu tümüyle uyuşmuştu. Kolunu kaldırmaya çalıştı. O anda omuzunun üzerindeki sarışın başı farketti. Alnı terliydi. Gözünün üzerine düşen inat perçemleri kıvrım kıvrımdı. “Böyle uyurken en fazla on beş yaşında görünüyor”diye düşündü kadın. “Bebeğim benim” dedi kendi kendine. İçi ısındı. “Ben neler yaptım” diye sordu sonra. Kanının yanaklarına doğru yürüdüğünü hissetti. “Nasıl incitirim ben bebeğimi böylesine” dedi. Kalkmaya davrandı. Önce omuzunun üzerindeki başı sarsmamaya çalışarak biraz yana döndü; sol elini boynunun altına doğru sokarak kızın başını destekledi. Sonra sağ kolunu dikkatle, santim santim çekti. Kurtardı. Yavaşça kanepeden kalktı.

Onca alkole karşın bilincinin şaşılacak kadar aydınlık olduğunu düşündü. Geceyi, olanları, tüm konuşmaları gayet iyi anımsıyordu. Çevresine göz gezdirdi. Bağırarak açtığı, içindekileri dörtbir yana savurduğu valiz atıldığı köşede ters dönmüş duruyordu. Giysiler, çamaşırlar etrafa saçılmıştı. Fazlaca düşünmeden gitti, valizi kaldırdı, düzeltti. Eşyaları toplayıp katlamaya başladı. Katladıklarını özenle valizin içine koyuyordu. Bir an bunu neden yaptığını soracak gibi oldu kendi kendine. Sonra vazgeçti. Gece uyuyup kalmadan önce mi, sabah uyanınca mı karar verdiğini bilmiyordu. Aslında bir karar verip vermediğini bilmediği de söylenebilirdi. Ama ne yaptığının farkındaydı. Hızlı hareketlerle kendi odasına gitti. Kızın her zaman sevdiği, aralarının henüz kötü olmadığı günlerde kaçırıp giymekten pek hoşlandığı deri ceketi dolaptan çıkardı. Katlayıp valizin en üstüne yerleştirdi. Hemen sonra,“havalar artık hızla soğur” diye geçti aklından. Bu kez kızın odasına gidip kalınca bir kazak buldu. Onu da valizin üzerine koydu.

“Tamam bebeğim. Karışmayacağım. Sonunda bu senin kendi yaşamın. Bir tek şey istiyorum senden. Bir tek şeyi bilmeni istiyorum: Ne olursa olsun, başından neler geçerse geçsin burası senin evin. Bu ev senin her zaman geri dönülecek yerin. Ne olur bunu unutma. Git şimdi. Durma. Durursan eğer, kim bilir, hiç bırakmayabilirim seni bir daha”.

Evet, tam olarak bunları söyleyecekti. Haftalardır ilk kez kendini hafiflemiş hissediyordu. Mutfağa geçti. Elektrikli ısıtıcıya su doldurdu, düğmesine bastı. “Peynirli yapsam daha iyi gider sabahın bu saatinde” diye söylendi kendi kendine. Sonra uzandı, fırını yaktı. Dudaklarında tenha bir devrim türküsü, böreğin içini hazırlamaya başladı.

Nurgül Özgirgin

18 Aralık 2007