Pazartesi, Eylül 18, 2006

MUTLULUĞUN PEŞİNDEN KOŞMAK

İçeri girerken bacaklarım titriyor. Başa çıkamayacağım bir işe girdim gibi geliyor. Hayatta ne zorluklarla karşılaştım, ama kendimi bu kadar güvensiz hissetmedim hiç. Bu sefer farklı. Kafamda her şey karmakarışık, her şey elimden kayıp gidiyor gibi. Bir şeyler yapmak zorundayım, hiçbir şey yapmadan oturamam, tek bildiğim bu.

Masalardan birine oturdum. Elimdeki dergiye bakıyor gibi yapıyorum, ama dikkatimi verecek halde değilim. Neyse fazla beklemeden geldi. İçeri girdiği zaman o olduğunu anladım. O da hiç şaşırmadı. Yakamıza karanfil falan takmaya kalkışmamışız iyi ki, hiç gerek yokmuş.

- Handan hanım mı?
- Evet, buyurun.

Adının Egemen olduğunu biliyordum, o da söylemeye gerek duymadı. Gergin mi, sinirli mi, aldırmaz havalarda mı diye şöyle bir baktım. Ama çok kontrollüydü, belli etmiyordu.

- Trafik yoğundu galiba?

- Eh, hatırı sayılır. Cumartesi günü karşıdan Nişantaşı'na gelmek kolay değil.

- Epeyce de sıcak.

- Doğru.

Sessizlik. Gerginlik. Kızmaya başladığını hissediyorum. Ama sükunetini korumaya gayret ediyor. Konuşacak bir şey bulamıyoruz. Sonra sesini biraz yükselterek, biraz üstten bir tavır takınmaya çalışarak konuşuyor:

- Handan hanım, girizgaha lüzum yok, isterseniz hemen sorgulamaya geçelim.

- Sorgulama da ne demek, ben sadece sizi tanımak istedim.

- Neleri bilmek istiyorsunuz, herhalde kafanızda bazı sorular sıralamışsınızdır. Bu lüzumsuz gerginliği uzatmayalım, cevap vermeye hazırım.

- Ben hiç böyle bir şey düşünmedim. Oturup sohbet edemez miyiz, söyledim ya amacım sadece sizi tanımak.

- Handan hanım, biraz samimi olalım, bu şartlar altında nasıl sohbet edebiliriz? İkimiz de önceden birbirimiz hakkında fikirler, daha doğrusu önyargılar edinmişiz. Açık konuşalım birbirimize karşı hiç sevimli duygular beslemiyoruz. Oturup konuşarak neyi halledebiliriz ki? Benden hoşlanmadığınızı çok iyi biliyorum. Hayır, Seda tam olarak böyle ifade etmedi ama ben hissediyorum. Bunu çok da normal buluyorum. Ben Seda'yı seviyorum, vazgeçmeye de hiç niyetim yok. Siz de onu seviyorsunuz, beni onun başına musallat olmuş bir bela gibi görüyorsunuz, beni ondan uzaklaştırmak için elinizden geleni ardınıza koymazsınız. Ama hayat hiç hayal ettiğimiz gibi, kurguladığımız gibi, umduğumuz gibi gitmez, gitmiyor. Oturup sohbet ederek, uzlaşarak çözülecek şey değil bu. Boşuna kendimizi zorlamayalım, rol yapmaya, kibarlık etmek niyetiyle ikiyüzlülük yapmaya kalkışmayalım. En iyisi birbirimizi kırmadan bu işi burada kesmek. Hoşça kalın.

Kalktı, çantasını aldı ve dışarı çıktı. Yerimden kalkamadım bir süre. Ellerim titriyordu, sigaramı zorla yaktım. Fiyasko, fiyasko. Yapamadım işte. Daha ilk hamlede duvara çarptım. Onu buluşmaya razı etmek için kaç kez aramıştım. Neler konuşabileceğimizi kafamda canlandırmış, her duruma hazır olmaya çalışmıştım. Duruma göre gözünü korkutmaya çalışmaya, alttan almaya, uzlaşmaya, rica etmeye, yalvarmaya hazırdım. Hiçbiri olmadı. Hiçbirine fırsat vermedi. Aşağılandığımla kaldım. Nasıl da kendinden emin, nasıl tepeden baktı bana.

Kabul etmek lazım, yakışıklı adam, yaşından da genç görünüyor. "Babasız büyüyen kızlar baba yerine koyabilecekleri erkekleri ararlar" gibi klişelerde doğruluk payı var mı acaba? Ama bu kadar basit olamaz. Seda mutlaka onda bir şeyler buluyor. Peki ne? Para mı, güvence mi? Kendi ayakları üzerinde durmak yerine, kısa yoldan rahat bir hayata kavuşmak mı istiyor? Ben bunu ona yakıştıramıyorum ama, belki de doğrudur. Kızımı görmek istediğim gibi mi görüyorum?

Kadın ruhundan iyi mi anlıyor? Bir de böyle bir tabir var ya. Kim bilir kaç kadına tekrarladığı basmakalıp iltifatlarla mı etkiliyor çocuğu? Çıkamıyorum işin içinden, delireceğim.

Karısından beş yıldır ayrı yaşıyormuş. Peki neden boşanmıyorlar? "Henüz gerek duymamışlar", Seda böyle söylüyor. Artık gerek duyacak diye umuyor. Öyle ya karşısına Seda gibi olağanüstü biri çıkmış, artık gözü neyi görebilir ki? Bu beş yılda kimler geldi kimler geçti diye aklına bile getirmiyor. Artık geçmişiyle bütün bağlarını kesecek, Seda ile yeni bir hayata başlayacak, mutluluğa yelken açacaklar. Saf kızım benim. Bu işler bu kadar kolay mı? Bakalım gerçekten boşanacak mı? Boşandı diyelim, bakalım bizimkinin umduğu gibi evlenmeye yanaşacak mı? "Benim için evlilik o kadar da önemli değil, onun yanında olayım yeter". İşte bir inci daha. Senin için önemli değilse onun canına minnet. Böyle genç, dünyadan habersiz, kafasız bir kız bulmuş, keyfine bakar, evlenip de sorumluluk altına girecek ne var. Çocuk ne olacak? "Çocuk annesiyle yaşıyor. Ayrıca benim için hiç önemi yok. Onun çocuğu değil mi, onu da seveceğimden eminim ben". Her şeyi çözmüş işte, bütün sorunlar benim evhamımdan ibaret. Okulu bırakacak. Hatta bıraktı sayılır. Bütün ilgisini kesti. "Kızım al şu diplomanı, sonra ne yaparsan yap. Hayatta her zaman lazım olacak o sana" diyorum, öfkeden deliriyor. Nasıl ulaşacağım ona?


* * * *
"Hadi hemen evlenelim. İşler çok kötüye gidiyor, her an tutuklanabilirim. Her şeye dayanırım ama seni görmemeye asla. Başka türlü beni ziyarete gelemezsin. Ayrıca korkuyorum, seni kaybetmekten çok korkuyorum. Birbirimizden çok uzağa düşeceğiz, çok. Kilometrelerle ifade edilemeyecek bir uzaklık bu. Seni kendime yakın, bana ait hissetmek istiyorum. Evlenmezsek, bu ayrılığın acısına katlanamam. Beni seviyor musun? Beni seviyorsan yap bunu, bana bu karabasanı yaşatma."

Ya ben nasıl dayanacağım? Ben hiçliğe düşmüş olmayacak mıyım seni alıp götürdüklerinde? Evet çok uzakta olacaksın, dünyanın öbür ucundan daha uzakta. Haklısın. Yapabileceğimiz tek şey bu. Birbirimize yakın olabilmenin tek yolu bu.

* * * *

"Nasıl, evlendiniz mi? Ne demek bu, şaka mı? Benimle dalga mı geçiyorsun? Bizi öldürmek mi istiyorsun? Zaten her an başına bir şey gelecek diye endişe etmekten hayatımız zehir oldu, bunu da tüy dikmek için mi yaptın?" Yıl 1971, bunları söyleyen babam, yüzü öfkeden kıpkırmızı. Annem şaşkın, üzgün, bütün beklentileri, ümitleri yerle bir olmuş, perişan. Öyle yoğun bir öfke, hayal kırıklığı, öyle bir yas, felaket duygusu yaşanıyor ki, ben de bundan payımı alıyorum. Sevdiğim adamla evlenmenin verdiği mutluluk, doğru bildiğim yolda cesaretle attığım adımdan duyduğum gurur yara alıyor. Ama onları yatıştırmak için söyleyebileceğim hiçbir şey yok. Peki onları üzmemek için ne yapabilirdim? Bu işleri bırakacaktım (hatta hiç başlamayacaktım), onu bırakacaktım (hatta onun gibi birini hiç bulmayacaktım), inandığım şeylere inanmayacaktım, düşündüğüm gibi düşünmeyecektim. Yani beni değil, başka birini istiyorlardı evlat olarak, mümkün müydü bu? Bu benim hayatım değil miydi, istersem tehlikeye atamaz mıydım doğru bildiğim şeyler uğruna? Hayır, onlar ne derse desin, doğru yerdeydim ben. Düşüncelerime, duygularıma ihanet edemezdim. Yapmam gerekeni yapmıştım.


* * * *

Babası destekliyormuş onu. Anlıyormuş. "Aşk her zaman insanın karşısına çıkmaz. Aşıksan bunun kıymetini bil, aşkına sahip çık, mücadele et" diyormuş. Aman Allahım, mücadele sözü ne de yakışıyor ona. Hayatında ne için mücadele etti acaba. Sorsan, devrimci değil miydim ben diyecektir. Öyleydi, hasbelkader. Kim değildi ki? Ne kadar seçimdi bizimki, ne kadar akıntıya kapılmak, orası su götürür. O yıllar, o heyecan çok çabuk geçti. Hayatın sıradan, tatsız tuzsuz, sıkıcı güçlükleri bekliyordu bizi mücadele etmek için. Çocuk vardı, para kazanmak, bir evi çekip çevirmek, bir düzen tutturmak lazımdı. Oysa patronların kahrını çekmek zordu, insanı hem sömürüyorlar, hem aşağılıyorlardı. O bunlarla uğraşacak adam mıydı? Para kazanmak uğruna kişiliğinden fedakarlık edecek değildi ya. Doğru bildiğini de her yerde söylerdi, oportünistlik yapacak değildi ya. Çalışıp didinip evi geçindiren biri vardı nasıl olsa. O 'mücadele'ye devam ediyordu, eskisi gibi değil belki, ama akşamları içki sofralarında hep memleket kurtarılıyordu, ateşli tartışmalarla, acımasız eleştirilerle, yepyeni teorilerle, suçlamalarla, yargılamalarla, küfürlerle.... Ama istikrarlı adam, takdir etmek lazım. İlkelerini hep korumuş işte. "Aşkına sahip çık". Aklı bir karış havada bir genç kıza babasının verdiği nasihate bakın. Geleceğini mahvetsin, acı çeksin, ama "aşkı için mücadele etmiş" olsun. Mücadele edilecek kişi de benim. Kızımı anlayamıyorum, duygusuzum, maddiyatçıyım, baskıcıyım, müdahaleciyim. Böyle şeyler konuştuklarından eminim. Bütün kabahatim de, onun iyiliğini düşünmek.

* * *
"Senin iyiliğini düşünüyorum". Annemin ağzından düşmüyor bu laf. Nasıl benden daha iyi düşündüğüne inanıyor? Çünkü o tecrübeli, görmüş geçirmiş, ben çok gencim, doğruyu yanlışı ayrımam. Onun beni nasıl mutlu ettiğini nasıl anlayabilir? Anlamamasına kızmıyorum, çünkü çok özel bir şey bu, ama neden saygı göstermiyor? "Senden 17 yaş büyük" ikinci terane bu. Kim biliyor seneye hayatta olacağını? On sene, yirmi sene daha yaşayacağını? Ben şu anda mutluyum ve mutluluğumdan vazgeçmek istemiyorum. Eski karısı ile aynı yaştaymışlar, okul arkadaşıymışlar, mutlu olabilmişler mi? Annemle babam da öyle, işte sonları.

Kimi zaman, boşuna bu kadar delirmiyor bu kadın, bir bildiği var mı acaba diyorum ama, itirazlarından hiçbiri bana makul gelmiyor. "Karısından neden ayrılmış?" Anlaşamamışlar, zaman içinde duyguları değişmiş, yolları ayrılmış. Hayır bunların hiçbiri gerekçe sayılmıyor annem için. "Karısını aldatmıştır büyük ihtimal". Peki anne, senden iyi bilecek değilim. "Lüksle senin gözünü boyamaya çalışıyor", "pahalı hediyeler kabul etmeni doğru bulmuyorum". Neden anne, pahalı hediye almak orospuluk mu sayılır? Öyle söyle o zaman, açık konuş, adını koy. "Ne kadar yakınsınız?" Sorsana yatıyor musunuz diye. Hem bunu öğrenmek iste, hem de ağzına almaya utan. Bunlar beni öyle incitiyor ki. Ne kadar hesapçı bir yaklaşım. "Onu doğru yola getirmeliyim, ama fazla üstüne gidersem büsbütün kaybederim". İşte bütün hissiyatı böyle özetlenebilir. Asıl derdi ben miyim, beni kaybetmek korkusu mu? Egemene kalırsa kesinlikle öyle. "O kadar yalnız bir kadın ki annen, bütün dünyası sensin. Sen onun hayatının projesisin. Bebekliğinden başlayarak her şeyini planlamış, bugüne kadar da aksamadan yürütmüş. Bu noktaya kadar. Şimdi onun çizdiği yolun dışına çıkmanı kabul edemiyor. Sana düşkünlüğü hastalıklı. Kendini kurtarmalısın bundan."

Ama annemin üzüntüsü öyle yoğun, öyle gerçek ki, etkilenmeden edemiyorum. Gerçekten haklı mı diye düşünüyorum zaman zaman, kafam karışıyor.

Babam, canım, ne tatlı adam! "İnsan kendi hayatından sorumludur. Risk almayan, hayatın güzelliklerini kaçırır. Gençlik bir kez yaşanır ve çok çabuk gider, mutluluğun peşinden koş!" Bunları söylediğimde annemin yüzü acıyla buruşuyor: "Kendisi mutluluğun peşinden koşa koşa nereye vardı, işte görüyorsun. Baban gibi perişan bir hayatın olsun ister misin? İşsiz, beş parasız, evsiz barksız, asalak, nerde akşam orda sabah?" Eh, ne diyebilirim, yalan değil. Kafam karışıyor.

Daha neler söylüyor babam, ben anneme söylemiyorum hepsini, duysa çileden çıkar. "Bu Handan nasıl bu hale geldi inanamıyorum. Hani biz özgürlüğü savunuyorduk, aşkı savunuyorduk, sınırlamasız, kayıtsız, imzasız, özgür aşkı? Kızına sıra gelince her şey değişiyor. Yıllar önce burjuvazinin kokuşmuş bütün değerlerine baş kaldıran Handan'a ne oldu böyle?" Annemi bu kadar acımasızca eleştirmesi, suçlaması hoşuma gitmiyor. Yine kafam karışıyor, kafam karışıyor.

* * *

- Korkma Handan, önemli bir şeyi yok. Bir süre benimle kalmak istiyor, o kadar. Şimdi hiç arama. Zamana bırak. Dün doktora gittik, ağır depresyon dedi. İlaçlarını alıyor, çok ciddi bir durum olduğunu sanmam. İnsan bünyesi ne acılar kaldırıyor. Evet, adam başkasıyla evlenmiş aniden. Seda'yla ayrılmalarından bir ay sonra. Çoktan boşanmışmış, Seda'ya söylememiş. Haklı çıktın Handan, öyle haklı çıktın ki, eminim bu kadarını istemezdin.

MUAMMER PEHLİVAN