Cumartesi, Mart 29, 2008

YİTİK ZAMAN
Nihayet yine Belceğiz’den Babadağ’a çıkan pikaplardan birinin içindeyim. Yıllardır Babadağ’a gelmemiş, buradan uçmamıştım. Sanırım 2001 yılı idi son olarak Babadağ’dan uçtuğum zaman. 1900 metrelik tepeden havalanan Murat’ın, görenlerin anlattığına göre 2500 metreye kadar tırmandıktan sonra spin atmaya başladığını, akabinde paraşütüne dolanarak havalandığı tepenin gerisindeki düzlüğe çakılarak ölmesinden sonra bir daha Ölüdeniz’e uğramamıştım. İlk olarak 1982 yılında sırt çantam ile geldiğim, çok beğendiğim, planladığımdan daha uzun süre kaldığım, daha sonraki yıllarda defalarca ziyaret ettiğim, çok sevdiğim Ölüdeniz’e uzun zamandan sonra tekrar gelebildim. Murat’ı tanımazdım, ancak ortak arkadaşlarımız vardı, koca adamların sessizce hıçkırmalarının uzaktan tanığı olmuştum o zaman. Korkmuştum, korkumdan uzaktaki yere serili kırmızı paraşütün yanına gidememiştim. Sadece su istemeye gelen bir arkadaşa yarı yola kadar su götürmüş ve geri dönmüştüm. Daha sonra açılan taziye sitesine “Bulutlar kanatların olsun” yazacaktım.
O gün uçmadan araçlarla aşağıya inmiştik. Ertesi gün korkuyu yenmek adına Babadağ’a tekrar çıktık, Murat’ın anısına uçtuk. Tek bir uçuş. O uçuştan beridir bunca yıl oldu hiç yüksek irtifa uçuşu yapmadım, yelken uçuşu veya soaring denilen bir yamacın önünde bir sağa bir sola giderek rüzgarın sesini kulaklarımda hissettim. Birkaç defa Abant’da 500 metre kadar irtifada, bir hafta sonu da Eğirdir’de uçtum o da Babadağ’ın 2000 metresinden kalkılan 4000 metrelerin üzerlerine kadar tırmanılabilinen irfifası ile karşılaştırılamazdı.
Evet, nihayet yıllardan sonra tekrar Babadağ’dan uçacaktım, belki bu son uçuş olacak. Beraber Yamaç Paraşütüne başladığım arkadaşlarımın yaşları ilerledi, artık uçmuyorlar. Hatta Ahmet Amca’nın bile uçmadığını duyuyorum. Tanıdığım zaman 55 yaşında olan 10 sene sonra hala yaşı sorulduğunda 55 diyen Ahmet Amcam da artık paraşütünü kaldırmış, uçmuyormuş, olduk olmadık yerlerde uzaktan paraşütünü yere serili gördüğüm, ratgele televizyonda gezinirken ratladığım çılgın Ahmet Amcam da paraşütü bırakmış. Kafayı gözü yarmadan benim de jübile zamanım geldi de geçiyor. Biliyorum bu son Babadağ uçuşum olacak, bu uçuşu belki de Babadağ’a çakılan bir başka çılgın Paul’a adamalıyım. Üzerinde değişiklik yaptığı motorlu yelkenkanadı ile Babadağ’a çakılan yaşından, görünümünden hiç belli olmayan, kendi halinde torun torba sahibi çılgın Paul’a.
Yolun yarısını geçtiğimiz, yolun bir tarafının aşağıya bakılamayacak kadar uçurum, diğer tarafının kayalardan bir duvar gibi olduğundan mı yoksa uçuşun o doyulmaz heyecanlı korkusundan mı bilinmez yola çıkarken kahkalarla gülüşen o neşeli topluluktan eser kalmadı. O kadar Babadağ’a çıktım bu hep böyle oldu. Aşağıdaki neşeli topluluk alınan irtifa ile birlikte suskunlaşıp kendi iç defterlerini okumaya dönerler. Ta ki yukarıya varıldığında açılması gereken paraşütlerin tatlı telaşı insanları hareketlendirip yapılması gereken işleri uçmayacak olan bir kaç kişinin kontrolünde verilen talimatlarla otomatik olarak yapıp uçuşa hazırlanana kadar. Sonra önünde dünyanın en güzel manzaralarından biri Belceğiz sahili ve doyulmaz Ölüdeniz Lagünü. Eğer termik yakalayıp biraz yükseklik kazanırsanız Hisarönü’nün arkasında uzanan ovada görünen beyaz badanalı acıların anısı ile dolu yıkık evler de önünüzde uzanan yeşilli mavili manzaranın içinde yerini alacaktır. Ama havanın açık olması gerekiyor.
Kapalı havada zaten fazla insan havalanmıyor. Bir defasında güneşin batışını havada iken izleyebilmek için akşamı beklemiş, güneş batmak üzere iken havalanmıştım, havalandığım Babadağ’ın en yüksek tepesi idi ve rüzgardan dolayı önce doğuya doğru sonra tepenin çevresinden dolanarak 1600 metrenin üzerinden geçip denize dönmeyi ve bulutlanan havanın içinden güneşi görmeyi düşünmüştüm. Benden önce havalananlar da aynı yolu izleyeceklerdi. Ancak havalanan az sonra bulutların içinde kaybolduğundan ne yaptığını kalanlar göremiyorduk. En sona ben kalmıştım. Bütün araçlar gittiğinden çaresiz ben de havalandım. Uzun süre bulutların içinden uçmuş, 1600 metrelik tepeyi göremediğimden onun üzerinden geçmekten vazgeçmiş o tepenin de etrafından dolaşmayı sonra denize dönmeyi tercih etmiştim. Uzun süre görmeden gitmek zordur. Ama nemli rüzgarın sesini, nemin yaz akşamındaki serinliğini yüzde hissetmek gibisi yoktur. Bir ara kendimden geçtiğimi adrelanin yüklenmesi ile olacak sarhoş gibi olduğumu sonradan hatırlıyorum. Aslında yere indikten sonra birinin beni bulup bağırıp çağımasından, bana kızmasından havada gariplikler olduğunu anlıyorum. Dediğine göre az daha havada çarpışıyormuşuz, onu görmemişim. Yere indiğimde hala sarhoş gibi olduğumdan dediklerini tam anlamamıştım. Olanları da hatırlamamıştım, havada anlamadığım bir şeyler olmuştu.
Düşünceler eşliğinde, sessizliği yaran motor sesi ve tekerleklerin altından kaçışan taşların çıkardığı gürültüleri dinleyerek tepeye vardık. Tepe kalabalık olduğundan pikap 1600 metrede durmadı, 1900 metrelik tepenin uzaktan görünen iki tarafı tam anlamı ile uçurum, bir arabanın geçebileceği kalınlıkta, bulunduğumuz yerden ancak sırat köprüsü eninde görünen yoluna doğru direksiyon kırdı. Bulutların arasında kaybolduğum uçuşu, Paul’u, Murat’ı hatırlıyorum, düşüncelerim sabırsız bir kanarya gibi o düşünceden bu düşünceye sıçrayıp duruyor, anılar birbirine karışıyor. Damarlarımda akıp duran yüksek dozlu adrelanin beni sarhoş etmeye devam ediyor, her şey birbirine karışıyor. Anılar kanla birlikte beynimde durmaksızın akıp duruyor. Uzakta, bulunduğum yüksekliklerde öbek öbek simsiyah bulutlar rüzgarın önünde akıp duruyor.
Acele etmiyorum, önce profesyoneller yolcuları ile birlikte havalanacaklar, ne de olsa amaçları para kazanmak, bir an evvel inip bir sonraki yolcu ile tekrar çıkacaklar. Sonra solo uçuş yapan diğerleri teker teker havalanıyorlar, ben de yavaştan paraşütümü kalkış tepesinin eğimli düzlüğüne seriyorum. 1900 metreden havalanacak, karşıdan gelen sıcak havaya tutunarak irtifa alacak, 500 metre kadar yükselip biraz geriye kayarak Murat’ın düştüğü yükseklikte dolaşıp onu yad edecek, sonra kaybolduğum uçuştaki seyri izleyeceğim. Koşumları kuşanıp rüzgarın uygun anını bekliyorum. İlk hamlede havalanmak istiyorum, başarısızlıkla sonuçlanan her girişim insanı çok yoruyor, zaman alıyor, havalanmak için bekleyen diğerlerinin zamanını çalıyor.
İşte o an geldi, uygun rüzgarı kaskımın arasından hissettiğim an paraşütümün A kolonlarını çektim, hop paraşüt üstümde, ama hızlı çekmişim, ben dönene kadar paraşüt önüme geçmiş ve yıkılmıştı bile. Çaresiz, paraşütümü topladım, eski yerine serdim uçuş, için pozisyonumu aldım, daha hızlı bir rüzgar dalgası için beklemeye başladım. Acele etmedim. Rüzgarın uygun olduğunu hissettiğim anda paraşütün A kolonlarına asıldım, aynı zamanda kendimi geriye attım, paraşüt başımın üzerine geldiği anda frenlere hafifçe asıldım, dönüp az sonra uçurum halini alacak eğime doğru koşmaya başladım. Paraşütüm hiç nazlanmadı, hemen ayaklarımı yerden kesti, aniden yer ayağımın altından uzaklaştı. Kuşamlarıma iyice yerleşmeden önce her havalanmada attığım çığlığı koyverdim. Önce sağa akabinde sola dönerek sıcak havanın yardımı ile kalkış yaptığım tepenin üzerinde yükselmeye çalıştım. Tepemde 4000 metrenin üzerine çıkmış, süzülen bir çok paraşüt görünüyordu. Zaten yükseklik korkumdan dolayı zar zor uçuyorum, hedefim oraları değil. Önce Murat’ı yad etmeliyim. Karşı ovadan gelen sıcak havanın etkisi ile yükselmem hiç zor olmadı. Kısa süre sonra Murat’ın düştüğünü tahmin ettiğim yerlerde 360’lar atarak dolanıyordum, sanırım 2500 metrenin üzerinde idim ve yükselmeye devam ediyordum. Paraşütü yukarı çıkarırken sarsan ve çatırdatarak sinir bozan seslere civarda uçanların GPS’lerinden gelen siren benzeri bip bip’ler zaten panik eşiğinde olan duygularımın kontrolden çıkma sınırına getirmeye yetiyordu. Oradan bir an evvel uzaklaşmayı istedim, ancak planladığım rotayı tutturabilmem için biraz daha irtifaya ihtiyacım vardı, istediğim irtifa için en iyi yer bulunduğum yerler idi. Altımda uzanan yer güneş altında pişmekte olan kayalardan yükselen sıcak havanın karşı ovadan gelen rüzgarı yukarıya itmeye en uygun olduğu yer idi. Zaten paraşütün patırdaması ve siren çığlıkları bunun delilleri idi. Korkumu yenerek kulaklarımı rüzgarın huzur dolu serin sesinde dinlendirmeye çalıştım. Murat’a bir Fatiha için en uygun zaman. Ve diğerlerine, ruhlarını bedenlerinin hapisliğinden Ölüdeniz’de kurtarmış olanlara. Bulunduğum yükseklikten zor da olsa farkedilen hafif eğri ufuk çizgisine okuyup üfledim, umarım yerini bulur.
Rotama dönüyorum. Önümde uzanan sonsuz boşluk, yer yer kara bulut kümeleri ile bölünüyor. “Her belirleme olumsuzlamadır” diyen Spinoza’yı anarak yolumun üzerindeki bulutları sektirmeden ziyaret etmeye karar veriyorum. Üzerimde kalan bulutlara erişme çabam irtifamı korumaya yarıyor, bunun için paraşütümün sinir bozucu patırdamalarına, beni ivmeli bir asansör gibi yukarıya çeken termiğin sebep olduğu hoşluğa katlanmam gerekiyor. İlk bulut kümesi küçük, içine girmemle çıkmam bir oluyor, birşey anlamıyorum. Derken bir sonraki, bir sonraki.
Ne kadar zamandır bulutun içinde dolandım bilmiyorum, hangi zamanda olduğumu da. Yıllar öncesindeki bulutun içindeyim sanki. Sarhoşluk yine. Başımı geriye atıyorum, nasılda önümde görünen bir şey yok, kendimi kader çizgime emanet ediyorum. Tepemde bulutun yoğun neminden zar zor seçilen uçuk mavi paraşütüm ve beni paraşüte bağlayan ipler görünüyor. Korkuyorum, ya biri veya birkaçı koparsa. Boş veriyorum, bir defasında Abant’da kalkışta iki ip birden kopmuştu, boşuna paniklemiştim. Ama o zaman yerden 3000 metre yukarıda değildim. Üstelik bulutun içinde kaybolmamıştım. Olsun.
Birden bulutdan dışarı fırlıyorum, sanki birşey beni atmış gibi hissediyorum. Aniden çıkan güneş gözümü alıyor. Nerede olduğumu anlayabilmek için ayaklarımın altında uzayıp giden yeryüzüne göz atıyorum, yabancı, hiç yerleşim yok, soluma dönüp baktığımda karşımda tanıdık bir manzara. Belceğiz sahili, sağında Ölüdeniz lagünü, ötede adalar. Ama bir gariplik seziyorum, evet, hiç yerleşim yok, bulunduğum zamana ait değiller hiçbiri, yüzyıllar öncesinden bir fotoğraf sanki, hem de renkli, hayır fotoğraf değil, canlı, belki de bir film, hem de üç boyutlu olanından. Tekrar sağa dönüyorum. İleride aşağıda bir hareketlilik görüyorum. Bir yerleşim yeri var, belli, taş evlerden oluşan Lagün’ün arkasındaki tepelere yaslanmış bir köy. Evet ben bu köyü biliyorum, burası Kayaköy eski adıyla Levissi. Ancak bu zamana ait değiller, evler taş renginde, boyanmamış. Bazılarının kireci eskimiş, kirli beyaz. Hepsi sağlam, kapıları pencereleri sağlam ve sımsıkı kapalı, çatılar yerinde, kiliseler dimdik ayakta, evlerin bazılarının bacalarından duman çıkıyor. Yine de bir gariplik var. Evlerin aralarında birikmiş kalabalıklar görüyorum. Çok yüksekteyim, olanları görebilmek için biraz daha alçalıp yaklaşmam gerekiyor. Biliyorum eğer alçalır isem dönüş yolum kapanacak, Hisarönü’nün üzerindeki boğaza yetişme şansım kalmayacak, Kayaköy’ün dayandığı tepeyi aşmam da zor, çaresiz iniş yapıp, Ölüdeniz’e karadan ulaşma yollarını araştırmayı sonraya bırakmam gerekecek.
Kararımı veriyorum, merakım yorgunluğa galip geldi, biraz daha ilerleyip, yuva yapacak uygun yer aramak için havada süzülen bahar leylekleri gibi Kayaköy’ün üzerinde daireler çizerek alçalıyorum. Aşağıdaki olup bitenler şimdi gözlerimin önünde daha net. Kayaköy şimdi ayaklarımın altında olduğundan baş gösteren bir sorun var. Yükseklik korkum. Yıllardır uçmama rağmen yenemediğim yükseklik korkum. Alışık olmadığım bir yerden aşağıya bakamam. Dizlerimin bağı çözülür. Kalkış düz sayılabilecek bir araziden yapıldığından, uçarken de harness’a oturulduğundan dizlerimin bağının çözülmesi havada iken pek sorun olmuyor, ancak ben uçarken yine de direk aşağıya bakmam, karşıya baktığımda sorun olmuyor. Aşağıda olan bitene merakım korkuyu yenmeme yardım ediyor. Direk ayaklarımın arasından aşağıya bakıyorum. İki pabucumun asasından hiç alışık olmadığım bir manzarayı seyrediyorum.
İnsanlar evlerinin önünde birikmişler, çaresizlik ve acizlik içinde bekleşiyorlar. Aralarında eşya ile doldurulmuş eşek arabaları ve mal maşatları. Köyün Fethiye yönündeki girişindeki kalabalık daha başka. Giriş tarafı kalabalık bir asker grubu tarafından tutulmuş. Köy tarafında ise kıyafetlerinden papaz veya keşiş olduğu anlaşılan başka bir kalabalık kendi aralarında konuşuyorlar. İki grubun arasında yirmi metrelik bir mesafe var. Askerlerin tüfekleri ellerinde, bazıları atlı ve çevreyi kolaçan ediyor. Belli, kaçan birileri olursa vuracaklar.
Dalgıçların onulmaz hastalığı olan derinlik sarhoşluğunun herhalde tersi var bende. Yükseklik sarhoşluğu. Veya öldüm de farkında değilim. Zamanı karıştırmam yetmiyormuş gibi, bilinen ama yazılmamış bir tarihin canlı tanıklığını yapıyorum. Böyle sarhoşluğa can kurban. Yarın çıkacağım mahkemede insanlara eziyet edilmediğini söylesem başım ağrımaz. Edilmedi mi yoksa. İnsanları doğdukları topraklardan istemleri dışında sürükleyerek çıkarmak eziyet değil de nedir? Onların doğdukları yere dönmelerine engel olmak, atalarının mezarlarını ziyaretlerine izin vermemek? İşi henüz bitmemiş daha ürün verecek bir bitki gibi toprağından sökülerek uzaklara fırlatılmak, fırlatıldığı uzaklarda yaşamak için tutunacak toprak parçası bulup bulamayacağını bilememek, toprak olsa su var mı diye soramamak?
Antik çağlarda bir başka hükümdarın egemenliğini kabul etmiş olmanın nişanesinin egemen hükümdara yenilgiyi kabul eden tarafından toprak su sunulması olduğunu hatırlıyorum. Üstelik bu görenek Hindistan’dan başlayıp Ege’nin iki kıyısını kapsayan topraklarda biliniyordu. Acaba hala geçerli olur mu, aşağıda azap çekenlere hatırlatsam egemenlere toprak su verseler, onların hakimiyetini kabul etseler doğdukları topraklarda yaşama, ölme hakkını alabilirler mi?
Tepelerinde dönüp durduğumun farkında değiller, belki de ben onların zamanına ait değilim, şahitliğim geçersiz. Altımdaki kalabalık huzursuz ama ne bir başkaldırış ne de bir serzeniş duyuyorum. Ağlamalar, hıçkırmalar var ama bu sesler kaderlerine razı bir kalabalıktan kopup arşa yükseliyor. Çekilen acıları anlatmak için Tanrı’ya, İsa’ya, Meryem’e hitap ediliyor. Muhammet buralara seyirci, veya onun aklı başka yerlerde benzer eziyetleri çekenlerin acılarını azaltmak için şifa, şifa yetmeyene şefaat dağıtmakla meşgul.
Ağlayanlar çoğunlukla çocuklar, kadınlar bir de yaşlılar. Artık gözyaşlarının, kalmamış erkekliklerine bir zarar vermeyeceğini anlamış olmak için gerekli yılları benliklerinde hissetmiş olanlar. Erkekler vakur, ağlayan diğer erkekleri ayıplayan bakışlarını kimselere göstermemek için başlarını öne eğiyorlar. Biliyorlar ki kendilerini tutmakta zorlanıyorlar, onlar da ağlamak istiyorlar. Biliyorlar ki, içlerinde bu topraklardan atılmayı hak edenler var, ama çoğu hak etmiyor. Hatta içlerinde Yunan ordusunun Anadolu’yu işgal ettiği sırada işgale karşı olanlar, başlarına bu yüzden bir gün kötü şeyler gelecek olduğunu söyleyenler var. Ama dinletemediler, bulundukları toprakları işgal etmiş olan İtalyan yönetiminin gevşek tutumundan yararlanan gençlerden bir çoğu Yunan anakarasından ve adalarından gelen papazların söylemlerine kanarak, Yunan ordusuna gönüllü yazıldılar. Uzaklara gittiler, aralarından dönebilenler oldu, ölenleri duydular, çekilen Yunan ordusu ile birlikte İzmir’den kaçanları da. Arkalarından hiç haber alınamayanlar da oldu. Acılar bastırıldı, içe atıldı. Saklı köşelerde bırakıldı, sessizce gözyaşlarına katıldı. Paylaşıldı, azaltıldı, ama hiç unutulmadı, zaman zaman derin bir sızı içerilerine aktı durdu.
Yükselen acılar dualarla birlikte daha yukarılardaki hedeflerine varmadan önce bana uğruyorlar. Mektupları gizlice açıp okuyan casuslar gibi hissesiyorum kendimi. Sinsi olmayı kendime yakıştıramıyorum. Öte yandan duaları dinlemekten de kendimi alamıyorum. Çaresizliklere bürünmüş duaların arasına ilenmeler, beddualar karışıyor. Herkes nasibini almış gibi. Bu köyde bir daha yaşam olmamasını, bu köye gelen ruhların huzur bulmamasını, kaderin ağının bu yönde olabilmesi için kendi ruhunu şeytana satıp öbür dünyada en ağır acıların çekileceği cehenneme gitmeye şimdiden razı ademlerin ilenmelerine kulaklarımı kapatmak istiyorum. Olmuyor beddualardan ben de nasibimi alıyorum.
Beklemekten sıkılan çocuklar oyun oynuyorlar. Ama onlar da ortamın gerginliğinin farkındalar, üçlü beşli gruplar halinde arabaların, hayvanların arkalarına saklanarak sürdürüyorlar oyunlarını. Ön taraftan papazlar arasında bir hareketlenme oldu, Papazlardan ikisi askerlere doğru yürüyor, Atın üzerinde duruşundan jandarmaların komutanı olduğu belli olan tepesi kırmızı kalpaklı asker atını papazlara doğru döndürüyor. Aralarında kısa bir konuşma geçiyor. Komutan geri dönüp askerlere komutlar yağdırıyor. O zaman fark ediyorum, köyün tamamı askerler tarafından çevrilmiş. Siper almış askerler doğruluyor. Elleri teikte, yüzleri köye dönük, dikkatliler. Askerler köyün girişindeki papazların bulunduğu meydanın iki tarafına geçerek tüfekleri ellerinde bekliyorlar. Bir birlik köye sırtını verip Fethiye’ye doğru uygun adım yürüyüşe başlıyor. Olayların faili meçhul tanığı ben yukarıda dönüp durmaya devam ediyorum. Artık iyice alçaldığımdan Ölüdeniz’e gitme şansım kalmadı. Zorunlu aşağıya ineceğim.
Papazların bir kısmı askerlerin peşisıra yola koyuluyor. Kalabalık halk da peş peşe yük arabaları ve koyun keçi sürüleri ile birlikte peşlerinden devam etmek istiyorlar. Askerler kalabalığa doğru hareketleniyorlar, Papazlar araya girip, yük arabalarını çeken katır ve eşekler dışında kalan; at, eşek, katır, koyun, keçi, domuz, tavukları katardan ayırmalarına engel olmaya çalışan aileleri kenara çekiyorlar, askerler hayvanları köyün girişindeki meraya sürüyorlar, bir yandan da sayıyorlar. Elinde defter olan başka bir asker sürekli yazıyor. Ağlamalar, bağırışlar orada şiddetleniyor. Malından ayrılmaya razı olmayanlar nedense çoğunlukla yaşlılar. Biliyorlar ki yanlarında götürebildikleri en küçük şey onların ilerideki zorlu günlerde dayanma güçlerini arttıracak. Biliyorlar ki muhacirlik zor zanaat. Biliyorlar ki artık onlar benliklerinin bir kısmını burada bırakıyorlar. Yaşları ne kadar çok ise o kadar büyük bir benlik parçalarını. Geride kalan her parça malları, geride kalan benlik miktarını arttırıyor, tutunacak dalı zayıflatıyor. Tanrı’dan güç verme istekleri göğe orada daha çok yükseliyor. Hayvanlar da istemiyorlar sahiplerinden ayrılmayı. Bazıları sürübaşını takip etmeyi bırakıp askerlerin arasından kurtulup sahiplerine doğru koşmak istiyor. Birşey yapamayanalar ise bakıp bakıp meleşiyor. Çocuk ağlamaları da bu noktada artıyor. Ninelerinin dedelerinin ağlamalarından etkilenip onlar da uzaklaşan hayvanlarının arkasından bakıp ağlıyorlar. Sadece köpekler kararsız kalıyor. Bakmakla yükümlü oldukları sürülerinin başında kalmayı tercih edenleri de var, zor durumda olduğunu anladıkları sahiplerini takip edenleri de.
Komutan yolun bir kenarında pür dikkat geçenlere bakıyor, arada bir papazları azarlar tonda birşeyler söylüyor. Papazların da gözü geçenlerin üzerinde,ama kaçamak gönülsüz bakışlarla. Papazlardan birinin eli hafifçe kalkarak geçmekte olan birini işaret ediyor. Askerler hemen koşup gösterilenin iki koluna girerek kenara çekiyorlar. Bir kadın kendini kaybetmiş askerlerin sürüklediği adamı ayaklarından yakalıyor. İtiş kakış bir süre sonra kesiliyor. Yerde sürünen kadın diğer muhacirlerin kolunda bilinmeze sürükleniyor. Kenara çekilen adam askerlerin arasında başı öne düşük, kamburu çıkmış yüzü sapsarı dikiliyor, sanki titriyor. Komutan pür dikkat gözü sürekli bir tutuklunun, bir papazların ve geçenlerin üzerinde dolanıyor. Başka tutuklular da istiyor, papazlara bağırıyor. Papazların bir işareti ile biri daha kaderinin çizgisine yakalanıyor. Aynı bağırış ve acı dolu sürecin zamansız tanığı ben leylek misali yukarılarda süzülmeye devam ediyorum. Elimden bir şey gelmiyor, gelse bile ne yapacağımı kestiremiyorum. Olan oldu, bundan sonra olacaklar yeni acılardan başka birşey getirmeyecek, yeni kanlar, kinler getirmekten başka bir işe yaramayacak. Yeni kısaslara gebe kalacak.
Köyün içinden olanları görenlerden birkacı kaçmaya çalışıyor, biri yakalanıyor, bir diğeri askerler tarafından vuruluyor. Yeni ilenmeler, kin duaları göğe yükseliyor. Köyün tamamı boşaltıldığında en arkada kalan iki papaz, son bir kez dönüp köye bakıyorlar. Sımsıkı kapalı pencereleri ve kilitli kapıları sanki yarın döneceklermiş gibi gözleri ile kucaklıyorlar. Kafileye yetişmek üzere dönüp giderlerken başlarını öne eğiyorlar, askerlerin arasındaki tutuklularla göz göze gelmemeye çalışarak. Zaten onların da başları eğik, gözleri yerde.
Komutan bir bölük asker alarak tutukluları bilinmeze doğru götürüyor. Başka askerler de köylülerden arta kalan sürüyü otlakların arasından eski adıyla Meğri yönüne doğru sürmeye başladılar. Sürüye çobanlık eden askerlerin, beraber yaşamaya alışmış domuzları diğer hayvanlardan ayırmak için harcadıkları beyhude çabaya şahit oldum. Kuyrukları çengel çoban köpekleri sürü ile birlikte arkalarına bile bakmadan ait oldukları topraklardan koparıldılar. Zaten aidiyet fikrinden uzaktılar. Ekili alanlar ise kendi hallerinde rüzgarın, güneşin merhametine bırakılarak başı boş kaldı.
İyice alçaldım, iniş alanın zaten belirlemiştim. Acıların yaşandığı köy meydanına inecektim. Rüzgar yönünü de ayarlayarak yer yer kısa otlarla kaplı çimenlik alana yaklaştım, ayaklarımı yere koymak üzere iken iniş için gerekli olacak kadar paraşütün firenlerine asıldım. Bir an için havada asılı kaldım ve hemen akabinde iki ayağımın üzerine indim. Paraşütüm büyük bir gürültü ile arkama yıkıldı. İniş esnasında görmediğim bir kız çocuğu tam önümde idi. Tam arkamdan gelmekte olan güneşin ışıklarından kendini korumak için gözlerini kısmış bir çoçuk başını kaldırmış bana bakıyordu. Lüle lüle siyah saçları yüzünün iki yanından gözlerinin önünde uçuşuyordu. Bir eli ile uşuşan saçlarını kulaklarının arkasına toplamaya çalışıyordu. Ses sanırım ondan çıktı.
- Sen tüyü gülü müsün?
Bana doğru uzattığı elinde, çimlerin arasından kopardığı tam bir Tüy Gülü vardı. İrice beyaz bir lolipop büyüklüğündeki sapından tutmakta olduğu çiçeği bir an için ağzına atacak sandım. Hiç bir tüyünü kaybetmeden koparıp bana uzattığı tüy gülüne baktım. İki dizimin üzerine çöktüm.
Hâlâ hangi zamanda olduğumu bilmiyorum. Belki de önceki uçuştaki bulutun içindeyim veya şimdiki uçuşta başka bir bulutta kayboldum, belki biraz sonra buluttan kurtulacak ve yönümü eşsiz güzellikteki Ölüdeniz’e döndürecek, guruptan süzülen güneş ışınlarının görüntüsünün eşsizliğini içime akıtacak, mutluluk sarhoşluğunun tadını alacağım.
Heyecandan ve gevşemenin rahatlığından ağzımdan çıkan soluk kızın elindeki tüy gülünün üzerine boşaldı. Bir anda ortalığı küçük beyaz paraşütler sardı. Akşam melteminin zerafeti ile kızın başının etrafında bir an için askıda kalıp sonra bana doğru hücum ettiler. Kıza sarıldım, ağladım.
Bir kadın sesi uzaktan ardı sıra ateşlenen tüfek seslerine karıştı.
- Marika, nerdesin Marika?

REFİK KOCABAŞ