Perşembe, Temmuz 28, 2005

ODTU MEZUNU BİRKAÇ MÜTEŞEBBİSİN HÜZÜNLE NİHAYET BULAN HARİKULADE MACERALARI

ODTÜ İdari İlimler Fakültesi uleması ile işletme, iktisat ve amme idaresi bölümleri talebeleri, İzmirli feylesof Uzun İhsan Efendi’nin şakirtleri, müritleri ile ehli namus, ehli kıble, ehli işret, erbab-ı tercüme ve hatta erbab-ı istimna rivayet ve ilân, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki, İsa Mesih’ten 1969 yıl sonra Ankara’da, şair ve edip Hakkı Yazıcı Efendi henüz hazırlık sınıfı talebesiyken, sıcak bir kanun-i sani günü ikindi vakti fakülte kantinine gelen son sınıf talebelerinden Hasan Aksoy Efendi bayatlamaya yüz tutmuş çayın midesine dokunacağını düşünerek soğuk bir gazoz içmeye karar vermişti.

Yine bir tesadüf eseri o esnada aynı kantinde bir masada oturmakta olan Sait ve Tahir Efendiler “Hasan geldi, bir kişi daha gelse de bir kaç rober briç çevirsek” diye düşünmekteydiler. Yine o esnada Balgat Camii sermüezzini Zembilli Şükrü Efendi ikindi ezanını okumak üzere tam elini kulağına götürmek üzereydi ki Sait Efendi Hasan Aksoy’a seslenerek “hocam gazozun kapağına bak, araba çıkıyormuş” dedi. Talas ve Tarsus Kolejlerini bitirdikten sonra dört yıl önce ODTÜ’ye intisap etmiş bulunan Hasan Aksoy “oğlum, sen ihtimal hesapları okumadın mı!? Bilmez misin, “Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez baran yerine dürrü güher yağsa semadan” demesine rağmen Sait’i kırmamak için o sırada açacakla gazozunu açmakta olan kantin çalışanı Durmuş’tan kapağı istemeyi ihmal etmedi. Bu arada zikretmek gerekir ki bazı tarihçiler, Hasan Efendinin bazı arkadaşlarının kahve sohbetlerinde naklettiklerine istinaden, Hasan Aksoy’un divan edebiyatına vakıf olmasına rağmen, mizacı itibariyle gökten yağan nesneler hususunda farklı bir yanıt vermiş olmasının iktiza ettiğini ileri sürmektedirler.

Talebelerin ekseriyeti İstatistik 201 dersinde İhtimal Hesaplarını hatmetmiş olduklarından kendilerine araba çıkacağına ihtimal vermez ve kapağın mantarını kaldırma zahmetine katlanmazlardı. Talebelerin bu davranışına bir türlü akıl erdiremeyen kantin çalışanı Sivas’lı Durmuş Efendi ise istenmeyen gazoz kapaklarını boş bir bisküvi kutusunda biriktirir, kantini kapatmadan evvel, büyük ikramiyeyi kendisine çıkarması için rabbine dua ettikten sonra arabayı satarak parasıyla bir gecekondu satın alarak kiradan kurtulacağına ve karısıyla çocuklarını köyden yanına getireceğine dair hayaller kurarak birikmiş yüzlerce kapağın mantarını kaldırır ve tahmin edileceği üzere her seferinde hafif bir düş kırıklığına uğrardı.

Hasan Aksoy gazozundan bir yudum aldıktan sonra Sait’in çay bardağındaki kaşığı kullanmak suretiyle kapağa yapışmış mantarı kaldırdı ve gözlerine inanmadı, çünkü kapağın içersinde bir Anadol otomobilinin resmi vardı! Anadol Hasan Aksoy’a çıkmıştı!

Bu noktada tarihçiler üç farklı görüşü savunmaktadırlar. Bir kısmı Anadol’un Coca Cola kapağından çıktığını ileri sürerken bir kısmı da o yıllarda Coca Cola’nın öğrenciler tarafından boykot edildiğini ve kantinlerde satılmasının cebren engellendiğini belirterek Hasan’ın içtiği gazozun ancak Ankara Gazozu olabileceği tezini savunmaktadırlar. Bir kısım tarihçilerimiz ise eski kulağı kesiklerden Feridun Yücel Efendinin İzmirli Salim Dikman Efendiden naklettiğine göre Hasan Aksoy’un Fruko gazozu içmiş olduğunu ileri sürmektedirler. Hasan Aksoy Efendi’den uzun zamandır haber alınamadığından bu önemli ayrıntı henüz açıklığa kavuşturulamamış bulunmaktadır.

Hasan Aksoy aslında bir dönem önce mezun olması gerektiği halde, en büyük dostumuz ve müttefikimiz olan bir ülkenin büyükelçisinin rektörümüzü ziyaretini protesto etmek amacıyla öğrencilerin yaptıkları bir nümayiş sırasında elçinin makam arabasını önce devirerek sonra da ateşe vererek yakan grubun içinde yer aldığı iddia edilmiş, bu yüzden Ankara Emniyet Müdürlüğünün müteferrikasından başlayarak çeşitli bölümlerinde misafir edildikten sonra mahkemeye sevkedilmiş, oradan da bir kaç ay içerde kalmak üzere mevcutlu olarak cezaevine gönderilmiş ve bu sebepten dolayı bir dönem kaybetmişti. Filhakika, Hasan Efendi paçayı bu kadarla kurtaramayacak, mezun olduktan sonra da vatani görevini ifa etmek üzere askere gittiğinde Polatlı yedek subay okulunda altı ay yedek subay eğitimi gördükten sonra kıtaya çıkarılacak ve askerliğini bir sakıncalı piyade olarak çavuş rütbesiyle Kars’ın (şimdi Ardahan’ın) Posof ilçesinde tamamlayacaktı.

Hasan Aksoy’a gazoz kapağından araba çıktığı fakülte muhitinde duyulur duyulmaz herkes Hasan’a akıl vermeye başlamıştı. Bazıları “hemen atla arabaya, Türkiye turuna çık” derken iktisat disiplinin etkisinde kalmış bir kısmı ise “bunu sat, yerine az müstamel bir Volkswagen al” demekteydi. Bir kısmı da “Anadolu’u sat ama sakın az müstamel araba alma, az müstamel bir kız bulup evlen” demekteydi. Tabii ki arabanın satılıp parasının devrimin şanlı yolunda kullanılması gerektiğini söyleyenler de eksik değildi. Diğerlerine göre daha müteşebbis ruhlu oldukları anlaşılan Sait ve Tahir Efendiler ise bütün ikna yeteneklerini kullanarak Hasan’a asla ve kat’a arabayı kullanmayarak derhal satmasını, eline geçecek parayı sermaye yapıp ticarete atılmasını tavsiye ettiler. Bu fikir Hasan’ın da aklına yattı, zira bir kaç ay sonra mezun olacaktı ve araba yakma olayından sonra Devlet Planlama Teşkilatına Uzman Yardımcısı olarak girme hayallerinin suya düşmesi bir yana, hiç bir resmi kuruluşta iş bulması mümkün olmayacaktı. Hatta “savcılıktan sabıka kaydı getir” diyen özel sektör şirketlerinde bile iş bulması zorlaşabilecekti. Hasan kapaktan çıkan Anadol arabasını satarak eline geçecek parayla ne gibi bir iş yapabileceği hususunda fikir almak üzere kendisinden önce mezun olup Devlet Planlama Teşkilatına kapağı atmış olan Uzman Yardımcısı arkadaşlarını ziyarete gitti. Arkadaşları ona Teşkilatın yeni yayınladığı Yatırımları Teşvik Kanunu ve Yönetmeliği kitabını verdi. Bu arkadaşlar, bir ODTÜ’lüye yakışacak şekilde büyük düşünüyorlardı. Dönemin iktisat politikası gereği ürünlerinin belli bir kısmını ihrac etmeyi taahhüt eden halka açık şirketlerin devlet tarafından destekleneceğini, böyle bir şirket kurarlarsa Sınai Kalkınma Bankasından veya Sınai Yatırım ve Kredi Bankasından on yıl gibi uzun vadeli, üstelik kur garantili ve ilk iki yılı ödemesiz yatırım kredisi alabileceklerini söylediler.

Hasan, Sait ve Tahir Efendiler derhal bu konularda kafa yormaya başladılar. Anadol elli bin liraya satıldı. O sırada sabit kur rejimi uygulanmaktaydı ve bir dolar on Türk Lirasına eşitti. Yine aynı yıllarda Amerika’da beş bin dolara Chevrolet, beş bin beşyüz dolara da Buick marka otomobiller satılmakta ise de dişinden tırnağından keserek biriktirdiği parayla bir araba almak isteyen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Amerika’da bir Chevrolet alabileceği parayla Türkiye’de ancak orta boylu bir şoförün önünü direksiyon simidinin içinden görebildiği, ön panel üzerindeki düğmelerin nedense hiç bir zaman aynı hizada olmadığı, kaportası sac olmayan ve şehir dışı yollarda kaza yapılacak olursa kaportasının yol kenarında otlayan inekler tarafından yenildiğinin görüldüğünün iddia edildiği Anadol marka binek otomobili alabilmekteydi.

Hasan ve arkadaşları günlerce çalışarak hesaplarını yaptılar. Production Management alanına yöneldiğini bildikleri çalışkan sınıf arkadaşları Tamer Müftüoğlu ile görüştüler ve sonuçta bir hafif sanayi yatırımına girişebileceklerine akılları yattı. Çalışmanın bundan sonrasını Tamer Müftüoğlu yürüttü. Kütüphaneye kapanarak ve günlerce çalışarak yüksek kaliteli örme giyim ürünlerini imalatı için optimal ölçekte bir fabrikanın kurulması için ayrıntılı bir fizibilite çalışması yaptı ve tablolar, çizimler, şemalar, fotoğraflarla dolu büyük bir klasör hazırladı. Hasan’lar da ihraç olanaklarını düşünerek Batı Avrupa ülkeleri hazır giyim piyasalarını etüd ettiler. Satın alınacak arazinin alanı, fabrika binasının maliyeti, hedeflenen üretimi gerçekleştirmek için satın alınması gereken makinelerin listesi ve maliyeti, çalıştırılacak işçi sayısı, tahmini işletme giderleri dinleyen herkesi hayran bırakan bir dikkat ve titizlikle ve ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştı. Sonuçta kurulacak şirketin sermayesinin ne olması gerektiği ve yatırım bankalarından ne kadar yatırım kredisi alınması gerektiği ortaya çıkmıştı.

Şirketi halka açarken her biri fabrika kendi şehirlerinde kurulacak olursa eş dost ve akrabalarını hissedar olmaya ikna edebileceklerini tahmin ediyorlardı. Tahir Sinop, Sait Tekirdağ ve Hasan da Sivas’lıydı. Tahir Sinop’ta devlete ait bir kereste fabrikası dışında tek bir fabrika bile olmadığını ve projelerinin büyük ilgi göreceğini tahmin ettiğini söyledi. Önce Sinop’u denemeyi, Sinop’ta başarılı olamadıkları takdirde şanslarını Tekirdağ’da denemeyi kararlaştırdılar.

Anadol’un satışından gelen paraya hiç dokunmadan bankaya yatırmış, yurtta kalmaya ve kendilerine evden gönderilen harçlıkla idare etmeye devam etmişlerdi. Gerekli olacağını ve ciddiye alınmalarına katkısı olacağını düşünerek Tahir’in hemşerisi olan bir erkek terzisine giderek kumaş seçtiler ve kendilerine birer takım elbise diktirdiler. Terziden takım elbiselerini aldıkları günün ertesi günü biletlerini alıp Sinop’a gittiler ve Tahir’in babasının evine karargâh kurdular. Tahir’in ailesi Böcüzadeler olarak tanınırdı. Tahir’in babası, babasının arkadaşları, eşraftan fikrine hürmet edilen kişiler projeyi dinleyip fazla anlamasalar da, tabloları, çizelgeleri, grafikleri, projeksiyonları görünce son derece heyecanlandılar, Tahir’le ve oğullarının arkadaşlarıyla iftihar ettiler, gözleri yaşardı. Burada Hasan Aksoy’un hâzâ beyefendi bir zat oluşunun, ağır ve ciddi tavırlarının ve itimat telkin eden çehresinin büyük etkisi olmuştu. Sinop küçük bir ildi ve konu çok geçmeden belediye başkanı ve valinin de kulağına gitti. Haber gönderip Hasan’ları makamlarına çağırdılar. Hem Vali, hem belediye başkanı Hasan’ların projesine büyük ilgi gösterdi, tüm partilerin il teşkilatları heyecanlandı, il başkanları ve delegeler konuyu enine boyuna tartıştılar. Yeşil Sinop sonunda bir fabrikaya kavuşacak, çocukları kahve köşelerinde sürtmeyecek, bir fabrikada iş bulabileceklerdi. Evlenmeyi düşünüp de nasıl geçineceklerini bir türlü kestiremeyen ve bu yüzden evlenmeye cesaret edemeyen gençlerin içine umut ışığı dolmuştu. Herkes projeyi destekliyordu. Daha sonraki günlerde Sinop’ta başka konu konuşulmadı. Ev ziyaretlerinde, yazıhanelerde, kahvehanelerde, berber dükkanlarında, hatta kadınların kabul günlerinde sadece kurulacak fabrika konuşuldu.

Şirketin ana sözleşmesi hazırlandı, eşraf teker teker ziyaret edilerek ne kadar hisse alma taahhüdünde bulunmak istedikleri soruldu ve imzaları alındı. Halâ ne olur ne olmaz diye pamuk ellerini ceplerine atmakta tereddüt eden Sinop’lular, Böcüzadelerin, Pehlivanzadelerin, Dillizadelerin, Kocabaşzadelerin, Kendirzadelerin imzalarını görünce “bizim neyimiz eksik” diyerek hisse senedi alma taahhüdünde bulundular ve başta Reyhanoğulları olmak üzere tüm Sinoplular Merkez Kıraathanesinde Tahir’in önündeki defteri imzaladıktan sonra bankaya giderek koymayı taahhüt ettikleri sermayenin dörtte birlik bölümünü bankaya yatırdılar. Hayırlı bir iş olduğu için oğullarını, kızlarını da hissedar yaptılar. Sinop tarihinde sermaye taahhütlerinin birinci apelini ödemeye gelenler emekli maaşı kuyruklarından da büyük bir kuyruk oluşturdu. Hasan’lar bu işe başlarken ortaya on bin ortaklı bir şirket çıkacağını hiç düşünmemişlerdi.

Ayrıntılı çalışma önceden yapılmış olduğundan teşvik belgesi almak için müracaat etmeleri uzun sürmedi. Yaptıkları başvuru hemen kabul edildi. Yapacakları makine ithalatında Gümrük vergisi ödemeyecekleri gibi kullanacakları krediler de Banka ve Sigorta Muameleri Vergisinden muaf olacaktı. Fabrika için arsa hemen bulundu, elektrik ve su getirilmesi için çalışmalara başlandı. İnşaata başlama aşamasına gelindiğinde Vali, belediye başkanı ve iktidar partisinin ve koalisyon ortaklarının il başkanları büyük bir temel atma töreni düzenlediler. Bayraklar asıldı, Başbakan, bakanlar, siyasi parti liderleri Sinop’u onurlandırdılar, kalabalığı gören politikacılar heyecanlı nutuklar atttılar, Sinop’lular liderlerini coşkuyla alkışladılar. Davul zurna çaldı, kurbanlar kesildi, ilkokul öğrencileri folklor gösterileri yaptılar, şiirler okudular.

Fabrika binası hızla inşa edildi, Sınai Yatırım Bankasından ilk iki yılı ödemesiz olmak üzere on yıl vadeli, düşük faizli ve kur garantili bir yatırım kredisi temin edildi, makineler ithal edildi, monte edildi, elemanlar alındı, eğitilmeye başlandı. Ortaya pırıl pırıl, tertemiz, işten anlayan anlamayan herkesi hayran bırakan bir fabrika çıkmıştı. Deneme üretimi başladı ve Sinop’lular kızlarının örme makinelerinde yaptıkları, daha sonra boya kazanlarında boyadıkları kumaşları kesip dikerek ortaya çıkardıkları harika ürünlerle iftihar ettiler. Daha sonra iktidar partisinin il başkanının ısrarıyla dönemin başbakanı ve bir kaç bakanının katılımıyla büyük bir açılış töreni yapıldı. Yine nutuklar atıldı, davul zurna çaldı, folklor oyunları oynandı, kurbanlar kesildi, kurbanın kanı Hasan, Tahir, Sait ve Tamer’in alınlarına sürüldü. Sinoplular mutluluk gözyaşları içinde politikacıları dinlediler, çılgınca alkışladılar. Sevinç ve mutlulukları görülmeye değerdi. Herkesin yüzü gülüyor, gözlerinde umut ve güven okunuyordu.

Şirketin birinci genel kurul toplantısı hazirun cetvelindeki ortak sayısının çokluğu sebebiyle Sinop stadında yapıldı. Yönetim kurulu ibra edildi. Eşraftan ve ortaklardan önemli bir kişi söz alarak fabrikalarının güzelliğini övdü, bunu ortaya çıkardıkları için Hasan ve arkadaşlarına ve kurdukları kadroya teşekkür etti ve “şimdi sıra fabrikamızın en büyük eksiğinin tamamlanmasına gelmiştir” diye devam eden konuşmasında fabrikanın bir camisi olmadığından ve fabrika şehir dışında olduğundan işçilerin Cuma namazına gidemediklerinden bahisle bir cami yapılması teklifinde bulundu.

Hasan, Tahir, Sait sırayla söz alarak bunun yerine getirilmesi imkânsız bir istek olduğunu, fabrikanın yeni yeni para kazanmaya başladığını fakat bu paraya hiç dokunmamaları gerektiğini, çünkü gelecek yıl ana para ve faiz ödemelerinin başlayacağını anlatmaya çalıştılar. Esasen işçilerin üçte ikisi bayandı ve Cuma namazı onlara farz değildi. Biraz hesap kitap bilen herkesin kabul etmesi gereken makul sözler söyledikleri halde ne yazık ki kimse onları dinlemedi. Başkan oylama yaptı ve 3’e karşı 9.997 oyla fabrika arsası üzerine münasip bir yere bir cami yapılması kararı alındı.

Hasan ve arkadaşları ne yapacaklarını kara kara düşünürken eşraftan bir başka zat söz alarak kürsüye geldi. Fabrika arsasının genişliğinden söz ederek ve Sinop’ta bir kapalı spor salonu olmadığını ileri sürerek arsanın bir yerine de kapalı bir spor salonu yapılmasını teklif etti. Kulaklarına inanamayan Hasan ve arkadaşlarının isyan edercesine karşı çıkmalarına rağmen yine kimse onları dinlemedi ve 3’e karşı 9.997 oyla kapalı spor salonu yapılması kararı alındı.

Hasan ve arkadaşları genel kurul toplantısından sonra yapılan ilk yönetim kurulu toplantısında bu kararların uygulanmasının ertelenmesini istedilerse de diğer üyeler özellikle cami konusunda geri adım atmadılar ve bu durumda borçların ödenmesine imkân olmadığını ve büyük sorunlar yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu gören Hasan ve arkadaşları yönetim kurulundan istifa ettiler ve hisselerini de hemen sattılar. Bir iki yıllık emekleri, onca uğraş boşa gitmişti.

Hasan ve Sait düş kırıklıklarının üstesinden çabuk geldiler. Aynı işi gidip Tekirdağ’da denemeye karar verdiler. Tahir ise yeniden bir halka açık şirket deneyimi yaşamaktan yana değildi. Ortaklıktan ayrılarak on dikiş makinesiyle küçük bir konfeksiyon atölyesi kurarak tek başına ticarete atılmayı ve ihracata başlamayı tercih etti.

Hasan ve Sait yine Tamer Müftüoğlu ile görüşerek çalışmalarına başladılar. Tamer’den bu kez günde 1000 adet blucin pantolonun dikileceği bir üretim birimi kurmasını istediler ve hesaplarını buna göre yaptılar.

Tekirdağ’da da o günlerde Tekel Rakı fabrikası ile Salat Ayçiçeği yağı fabrikası dışında fabrika yoktu. Hasan’lar eski deneyimlerinden yararlandılar, eski hatalarını yapmadılar. Tekirdağ’da birikimleriyle yeni fabrikaya ortak olmaya karar veren ailelerin de Civelekoğulları, Özgirginzadeler, Badalzadeler, Tuncaylar, Bermekler, Tarımlar, Görkemler, Ertürkler ve Sinanoğluzadeler oldukları rivayet edilir. Hasanlar bu kez şanslıydı, Tekirdağ’lılar Sinop’lulardan farklı olarak cami, spor salonu gibi olmayacak isteklerde bulunmadılar. Ortaklarını memnun etmek için kurban kestiler ama siyasetçilerin açılış töreni yapıp bu fırsatı kendileri lehine kullanmalarına izin vermediler.

Tekirdağ’lı genç kızlar liseyi bitirdiklerinde eğer evde oturmayıp bir işte çalışmak istiyorlarsa önlerinde çok az seçenek vardı; bir doktor yanında ya da bir avukat yazıhanesinde veya Salat fabrikasında çalışmak yerine Hasan’ların fabrikasında overlokçu olmak kızların gözünde neredeyse koleje gitmek gibi itibarlı birşeydi.

Üretime başladıktan kısa bir süre içinde Hasan, Sait ve fabrika müdürleri Eser Marmara herkesi hayran bırakan bir kalite düzeyi tutturmuşlardı. Saat gibi işleyen bir üretim düzenleri vardı; onca elektrik kesintisine, hava koşullarındaki aksiliklere rağmen yıllarca verdikleri terminlerin bir gün bile şaştığı görülmedi.

Yetmişli yılların sonlarına doğru bir başka ODTU mezunu olan Edip Aksakal efendi ise kaderin hazin bir tecellisi sonucu hazır giyim ürünleri ihracatı işlerine başlamıştı ve bir teşrin-i evvel günü dövize nâtık bir teminat mektubu istihsali maksadıyla sabah sabah banka müdürü Ertekin Bey’i ziyarete gitmişti. Sade kahvelerini içerlerken Ertekin Bey Edip Aksakal’a “Hasan Aksoy’u tanır mısınız?” diye sordu. Edip Aksakal “hayır, tanımıyorum” yanıtını verdi. “Yeni müşterilerimiz. İhracatlarını bizden geçiriyorlar. Sizin okuldan mezunlar, çok ortaklı bir şirket kurmuşlar. Tekirdağ’da büyük kapasiteli bir blucin fabrikaları, burada, Talimhanede de irtibat büroları var.” dedi. Edip Aksakal “tanışmak isterim” diyerek adres ve telefon numaralarını aldı. Şirkete gelince eski arkadaşı Salim Dikman’ı arayarak Hasan Aksoy’un kim olduğunu sormasıyla Salim’in telefonda kahkahayı patlatması bir oldu. Uzun uzun Hasan’ın ODTÜ günlerini anlattı. Edip Aksakal mütecessis bir zat idi ve altı sene önce araba yakmış bir sanayicinin nasıl bir adem olduğunu merak ettiğinden Hasan Aksoy’u ziyaret ederek kendisiyle teşerrüf etmesi artık şart değil farz, hatta vacip olmuştu.

Edip Aksakal Hasan Aksoy ve şerikleriyle tanıştı, Hasan Aksoy’un gerçekten lâtif bir kişiliğe sahip olduğunu müşahede etti. Fabrikalarını gezdi, hayran oldu. İmalatın ve ihracatın sorunları ile ilgili olarak sık sık müşaverede bulundular. İki ihracatçı firma olarak yardımlaştılar, birbirlerine müşteriler gönderdiler, bir çok konuda birlikte hareket ettiler. Edip Aksakal blucin ve kadife pantolon siparişi aldığında fason olarak Hasan’ın fabrikasında diktirdi. İş ve dostluğun iç içe geçtiği görüşmelerini genellikle İstanbul’da, Koço’da rakı eşliğinde yaptılar ve eşsiz bir Anadolu konulu fıkra haznesine sahip olan Hasan genellikle bu pazarlıklarda avantaj sağlayan taraf oldu.

Edip Aksakal o günlerle ilgili olarak anımsadığı bir başka hususu da anılarında şöyle anlatmaktadır: “bir gün şirketimizde kalite kontrol bölümü sorumlusu bir hanım çalışanımızı ilk kez Hasan’ların fabrikasına götürmüş ve daha sonra fabrika hakkındaki düşüncelerini sormuştum. Deneyimli kalite kontrolörü hanım ‘çok temiz, düzenli çalışıyorlar, kaliteleri çok iyi, herkes işini biliyor ve çok iyi yapıyor, ayrıca işçilerin iyi para kazandıkları, para biriktirdikleri görülüyor; dikkat ettiniz mi, kızların hepsinin kolunda birkaç tane bilezik var’ dedi. Bakmakla görmenin aynı şey olmadığı, erkek ve kadın gözlerinin farklı yerlere bakıp farklı şeyler gördükleri bir kez daha tebeyyün etmişti”.

Hasan’ların fabrikasında bütün müşteriler memnundu, hissedarlar memnundu, çalışanlar memnundu, iş yaptıkları kuruluşlar memnundu. Bu kadar temiz ve düzgün üretim yapan bir imalatçıyı kaybetmemek için tüm müşterileri kendilerini gözettiği, el üstünde tuttuğu ve ödemelerini zamanında yaptıkları için hiç bir tahsilat sorunu yaşamıyorlardı. İşlerini iyi bildikleri, iyi takip ettikleri, en küçük ayrıntıları bile titizlikle takip ettiklerinden hiç reklamasyon yememişlerdi. Her şey mükemmel gidiyordu ve kredi borçlarını kolayca ödeyebileceklerini görüyorlardı. Müşterileri “fabrikanızın arsası müsait, neden kapasitenizi iki, üç katına çıkarmıyorsunuz, isterseniz size sipariş garantisi bile verebiliriz” diyorlardı. Onlar da yeni bir bina inşaatına başlamak ve kapasitelerini iki katına çıkarmak için hazırlıklara başlamışlardı.

Yetmişli yılların sonlarına yaklaşılıyordu. Türkiye’nin büyük bölümüne hakim olan gürültü patırtı ortamı Tekirdağ’da yoktu. Halk rakısını içiyor, televizyonunu seyrediyor, işine gücüne bakıyordu. Ne var ki, bir gün ustabaşıları birkaç işçinin çay molası sırasında Hasan’la görüşmek istediklerini söyledi. Hasan “buyursunlar” dedi. Gelen işçiler arkadaşları tarafından işyeri temsilcisi seçildiklerini, fabrikada çalışan tüm işçilerin toplu halde DİSK’e üye olduklarını, Sendikalar Kanunu gereğince usulen işyerinde bir seçim yapılacağını ve uygun bir zamanda toplu sözleşme görüşmelerine başlamak istediklerini tebliğ ettiler.

Çok değil yedi sekiz yıl önceki düşünceleri ve marifetleri bir anda film şeridi gibi gözlerinin önünden geçen ve şimdi kendisini sendika karşısında işveren konumunda gören Hasan’ın daldığı rüyadan uyanması fazla uzun sürmedi. Öncelikle işçilerini Türk-İş’e değil DİSK’e üye oldukları için kutladı, güzel bir nutuk çekti ve sendikacı arkadaşla bir an önce tanışıp görüşmek istediklerini söyledi. Bu göreve seçilmekle belki işlerinden olacaklarını düşünerek üzülen kızlar çok sevdikleri patronları Hasan ve Sait’in hiç de sendikacı akıl hocalarının söylediği gibi davranmadıklarını görünce biraz şaşırmışlar ve olumsuz bir tepki görmedikleri için rahatlayıp derin bir nefes almışlardı. Daha sonra görüştükleri profesyonel sendikacılar da Hasan’ın verdiği referanslar sonucunda onların kendilerine yakın olduğunu anlamış, bu yüzden anlayışlı davranmışlardı. Toplu sözleşme görüşmeleri sıkıntısız ve tatlılıkla sonuçlanmış ve araba yaktığı iddiasıyla askerliğini sakıncalı piyade olarak yapmış Hasan işveren sıfatıyla toplu sözleşme anlaşmasını imzalamıştı. Bu anlaşmanın ardından Hasan’ın bir takım eski arkadaşlarının Hasan’ı eski ilişkilerini kullanmak suretiyle işçileri istismar etmekle suçladıkları ve bunun sosyalist etikle bağdaşmadığı yolunda yaptıkları dedikodular Hasan’ın kulağına gitmiş ve kendisini üzmüştü.

Türkiye’de hiç bir şeyin bu kadar uzun süre kazasız belasız gitmesi mümkün değildi. Nereden geleceği belli değildi, ama bir yerden bir darbe geleceği muhakkaktı. Süleyman Demirel başkanlığındaki Milli Cephe hükümetlerinden sonra 1979 yılında Adalet Partisinden istifa eden on bir bağımsız milletvekiline bakanlık vermek suretiyle ve bir oy farkla çoğunluk sağlayarak iktidara gelen Ecevit hükümeti bir kararname yayınladı ve yatırım bankaları tarafından yatırımcılara kullandırılan dış kaynaklı yatırım kredilerindeki kur garantilerini geriye dönük olarak kaldırarak hukuk dışı bir uygulama başlattı. Kredi sözleşmesinde kur garantisinden açıkça söz edilmesine rağmen mevcut hukuk sistemi devleti haklı buldu ve sanayicilerin açtıkları tüm davalar devlet lehine sonuçlandı ve yargıtayda kesinleşti. Kur garantisi verilmemiş olsa asla böyle bir krediyi kullanmayı düşünmeyecek olan Hasan’lar, aynı durumdaki bir çok şirket gibi, bir kaç yıl içinde ard arda yapılan yüksek oranlı devalüasyonlarla bir anda borçlarının katlanarak arttığını, ödenemez hale geldiğini gördüler. Çırpındılar, debelendiler, başvurmadıkları yer, çalmadıkları kapı kalmadı. Dertlerini kimselere anlatamadılar. Bürokrasi ve siyasetçiler duvar gibi sağır olmuştu. Hasanların senetleri patır patır protesto edilmeye başlandı. Hasanlar sonuna kadar direndiler, işçiler şirketlerini koruyabilmek ve durumun kamuoyuna anlatılmasına yardımcı olmak için greve gittiler. Üretim zaten durma noktasına gelmişti. Hiçkimse kılını kıpırdatmadı.

Hasan’ların şirketi de aldıkları kredi ile ithal ettikleri makineleri iyi kullanmış, en az yüzelli işçiyi eğitmiş, bir kaç yıl içinde ithal edilen makinelerin değerinden kat kat büyük bir katma değer yaratmış ve bunu döviz olarak yurda kazandırmıştı. Hasan’ların kur garantilerinin kaldırıldığında, eski başbakan Demirel’in “hazinemiz altmış sente muhtaçtır” sözünün üzerinden belki bir yıl bile geçmemişti. Ecevit hükümeti döviz yokluğu nedeniyle kıvranıp duruyor, benzin ancak spot piyasadan sağlanabiliyordu. Fuel oil olmayınca apartmanlar kazanlarını kömüre çeviriyor veya kaloriferli evine kömür sobası kuruyor, fakat kömür talebi karşılanamayınca o da karaborsaya düşüyordu. Margarin bile karaborsaya düşmüştü. Elektrik kesintileri herkesi canından bezdiriyordu. Türkiye berbat ve daha sonraları “Ecevit Kışı” olarak anımsanacak bir kış yaşamaktaydı ve hükümetin kararı işte böyle bir ortamda alınarak döviz kazandıran bir kuruluşun ipi çekilmişti.

Hasan’ların fabrikasının kapanmasıyla sonuç olarak devlet kaybetti, hissedarlar kaybetti, işçiler kaybetti, onlarla iş yapan şirketler, düğmeciler, fermuarcılar, iplikçiler, servis şoförleri, yemek şirketleri kaybetti, krediyi veren yatırım bankası kaybetti, fabrika aylarca kapalı kaldığından ihracat gelirleri kaybedildi. Daha sonra alacaklı banka tarafından en yüksek fiyatı veren birine değerinin dörtte birine satıldı. Bugün başkaları tarafından işletiliyor. Sinop’taki fabrikanın da kaderi farklı olmadı. Cami ve spor salonu nedeniyle mali sorunları daha büyük olduğu ve kötü işletildiği için bir çok kez el değiştirdi, yönetimi eline geçiren ve küçük hissedarları istismar eden son sahibi dışında Sinoplulara ve hiç kimseye bir hayrı dokunmadı.

Edip Aksakal Hasan’la irtibatı kaybetti. Nerede olduğunu, ne iş yaptığını bilmiyor. Tekirdağ’dan sonra Sivas’ta bir başka halka açık şirket kurduğuna veya yeniden devlet güvencesi altında kur garantili yatırım kredisi kullanacağına pek ihtimal vermiyor. Ara sıra arkadaşlarıyla buluşup Koço’da rakı içtiğinde Hasan’la sohbetlerini, anlattığı fıkraları, Tekirdağ’daki o cici fabrikalarını anımsıyor, gülümsüyor. Sonra da bu ülkede alınan irrasyonel kararları, insanlara reva görülen muameleleri ve bunların korkunç sonuçlarını düşünüyor, müsebbiplerine, Hasan’ın yaptığı gibi, galiz bir Anadolu küfürü savuruyor.

ERDAL YÜZAK

Salı, Temmuz 19, 2005

KABATAŞ- ADALAR – YALOVA

Saat 18:30, Kabataş. Adalar-Yalova vapuru kalkmak üzere. Uzaktan kan ter içinde şişmanca bir kadının koştuğu görülüyor. Kaptan gördü, bekliyor. Halatları çözecek çocuğun “hadi hanım acele et” dediği duyuluyor. Sonra sürme iskeleler gürültüyle kaldırıyor ve halatlar çözülüyor. Kısa bir düdük çalan kaptan yola koyuluyor. Gemi iskeleden açılınca, önce boğazın uzaklara açılan, sonsuzluk duygusu uyandıran ağzı ve boğaz köprüsü görüntüye hakim oluyor. Gemi güneye doğru dönünce, tarihi yarımadanın o eşsiz görüntüsü, alışık olmayanları sersemleterek, her gün görenler üzerinde de etkisini hiç yitirmeden, sahneye çıkıyor. Eylülün sonları, okullar açıldı ve kış tarifesi başladı. Bu vapur sırayla bütün adalara uğrayacak, bu saatte Kabataş’dan başka vapur yok. Çoğunluk devamlı adalarda oturan, her gün işe gidip gelenler. Bir de yazı uzatan yazlıkçılar. Turistler, en üst kattalar, üçyüzaltmış derecelik manzaranın hangi kısmını kameralarına sığdıracaklarını şaşırıyorlar. Güneş alçalmış ve akşam gösterisine başlamaya hazırlanmış. Gündüzün parlak ve keskin ışığı yumuşamış, her şeyi başka bir renge boyayarak gitmeye hazırlanıyor. Denizin üstünde, güneşin bulunduğu yerden vapura doğru gümüşten bir yol ışıldıyor. Bulutlar pembe, mor, mavi, gri ve bütün bunların ara renklerine bürünüyor. Manzara her an öyle hızlı değişiyor ki, sanki bir film izliyor gibisiniz, bir an dikkatiniz dağılsa bir şeyler kaçırabilirsiniz. Bu vapura ilk kez binmiş olsa insan, bu manzarayı seyretmek dururken, birçok kişinin elinde gazete, kitap olmasına şaşırabilir. Ya da gruplar halinde sohbete dalmış olmalarına. Martılar hep var, ama ilkyazdaki gibi çok ve gürültücü değiller. Eylül atmosferi sanki onlara da bir sakinlik getirmiş. Ama bir çocuğun attığı küçük simit parçalarını havada kapmaktan geri durmuyorlar. Sanki amaçları karın doyurmak değil de çocukla yarenlik etmek. Karadan uzaklaştıkça deniz esintisi, serinliği, kokusuyla çok daha yoğun hissediliyor.

Kapalı mekanda oturanlar çoğunlukla Yalova yolcuları. Yolları uzun ve dışarıdaki havayla pek ilgili değiller. Dışarısı daha cazip olduğu için kapalı kısımda bol boş yer var, bu fırsattan yararlananlar ayaklarını uzatıp yatmışlar, bazıları uyumaya başladı bile.

Yaşlıca bir kadın dantel işliyor, pencereden bile bakmadan. Derken dokuz-on yaşlarında iki kız koşarak geliyorlar, “babaanne ne olur üst kata çıkalım, manzara öyle güzel ki.” Başını gönülsüzce kaldırıyor kadın “Esinti vardır orda üşürsünüz, oturun şurada.” “Ama çok güzel yukarısı, neredeyse Yalova’yı bile görebilirsin, birazcık gel, ne olur.” Kızlar babaanneyi ikna edemiyorlar, ama onun hoşnutsuzluğuna aldırmadan, koşarak çıkıyorlar merdivenlerden üst kata doğru.

Çay ocağının yanındaki bir masada genç bir kadın, kocası ve bir yaşlarındaki çocukları oturuyorlar. Daha doğrusu kadın oturuyor, genç adam çocuğu oyalamaya çalışıyor, arada bir alıp dışarı çıkarıyor, getiriyor, masanın üzerinde dağılmış bisküvi parçalarından, kirli çay bardaklarından anlaşıldığına göre biraz önce bir şeyler yedirmeye çalışmış. Kadın başını allı yeşilli bir örtü ile sımsıkı bağlamış. Hatta altında da saçlarını iyice kapatan bir örtü daha var, dışarıdaki renklere uyumlu düz bir renk. Ama eteği çok uzun değil, bileklerinin epeyce üstünde, ayağında da parmak arası, pullu bir terlik var. Ayak parmakları ojeli. Çocukla hiç ilgisi yokmuş gibi sakin, elindeki televizyon ekini karıştırıyor.

Şortlu, uzun saçlı, küpeli bir delikanlı kulaklıkla dinlediği müziğe dalmış, gözleri ufukta, ayağıyla tempo tutuyor. Onun yanında bir grup, ciddi ciddi tartışarak at yarışı kuponu dolduruyorlar.

En üst katta yalnız turistler yok, arka tarafa, mümkün olduğunca gözden uzağa oturmuş bir grup genç, kutu biralarını açmışlar. Gemide bira satılmıyor, binmeden önce almış olmalılar.

Ama alt katın en arkasındaki boşlukta toplanan rakıcıların yanında biracılar masum kalır. Rakıcılar bu akşam işi abartmışlar. Dünkü plastik bardakların yerini cam bardaklar almış. Fındık fıstığa beyaz peynirle domates dilimleri eklenmiş. Simitçinin tablası ödünç alınmış, çilingir sofrası kurulmuş. Kavunla buz eksik. Esnaf kılıklı, orta yaşlı erkekler topluluğu. O kadar uzun zaman, her gün bu vapurlarla sabah işe gidip akşam dönmüşler ki, böyle bir hak görüyorlar kendilerinde. Biri, ortalıkta dolaşan çaycının cebine beş milyon sıkıştırdı. Bu ne demek şimdi? ‘Hiçbir şey görmedin sen burada’ demek olabilir mi?

Güneş ufka yaklaştıkça kırmızı, turuncu renkler hakim oluyor. Güneşin kendisi, gökyüzü, deniz kızarıyor. Denizin üstünde mavinin tonları ile kırmızının tonları birbirine karışıyor. Bu büyülü ışık aydınlattığı her şeyi, gemiyi, adaları, uzaklardaki şehri, daha uzaklardaki dağları değiştiriyor, sanki bambaşka bir dünyanın nesneleri haline getiriyor. Bugün ufukta sis yok, günbatımının bütün ihtişamı yaşanacak.

Güneşin bir ucu suya değmek üzere. Gösterinin doruk noktası. En kayıtsız görünenler bile ellerinde ne varsa bırakıp dikkat kesiliyorlar. Yukarıda fotoğraf makinelerinin, kameraların faaliyeti hızlanıyor. Kıpkırmızı güneş beklenmedik bir hızla sulara gömülüyor.

Gösterinin son sahnesi gibi, ama yanılıyorsunuz. Gözden kaybolan güneş, uzaktan yolladığı ışınlarla en yukarıdaki bulutları aydınlatmaya devam ediyor. Şu anda gökyüzünde gökkuşağının bütün renklerini görebilirsiniz. Yavaş yavaş göğün ve denizin rengi koyulaşıp laciverde dönüyor. Karanlığa kadar manzara her an değişmeye devam edecek.

Kınalıada’da inenler az. Sakinlerinin çoğu yazlıkçı bu adanın, sezonu çoktan kapattılar. Gemi iskeleden uzaklaşırken, Kınalıada’nın ‘modern’ mimari eseri camisinden ezan sesi yükseliyor. Alt katta, kapalıda oturanlardan yaşlıca bir adam, yere bir gazete serdi, cebinden takkesini çıkararak namaza durdu. Dışarıdan rakıcıların kahkahaları duyuluyor.

Büyükada iskelesinden kalkarken karanlık bastırdı, bir iki yıldız görünmeye başladı. Ay daha çıkmadı. Onun sudaki yansımalarını Yalova yolcuları görecek. Hala uyumamış olanlar.


MUAMMER PEHLİVAN

Salı, Temmuz 05, 2005

TEKRENK İSTANBUL’DA BİR SARI KASIMPATI

İstanbul tekrenk. Denizi, gökyüzü, camileri, sarayları, ağaçları, çiçekleri, vapurları, grinin tonlarıyla ancak ayrılıyor biribirinden.
Taşı toprağı kurşun İstanbul.
Yaşamım da tekrenk. Çiseli bir İstanbul’da, bezgin bir sabah.
Yoğun bir sis gibi yaşam.
Aynı saatlerde aynı uyanışlar…aynı sokağa çıkışlar. Yüzleri değişen insanlar, değişmeyen dokunuşlar…Aynı yollar, aynı gidişler, aynı gelişler… Aynı karanlıklar… Her gece atılan, aynı iki kadehler…
Hepsini bıraksam.Yürüyüversem, hiç arkama bakmadan.Ya, kendimi?…Kendimi nereye bırakayım?

Ayrı ülkeler, ayrı kentler, ayrı evlerdeki aynı huzursuz uykulardan birindeyim. Çift ama hep tek kişilik yatağımda, yatağımın düşecek kadar kenarında, büzülmüş, korkak bir uykuda…
O kentte görüyorum kendimi. Hani sokaklarında hiç çöp ve polis olmayan, hani operalarına smokinle gidilen, vals geceleriyle turistleri büyüleyen…Hani yüzyılların yapılarını koruyup da, bir Mavi Tuna’nın rengini koruyamayan kentte.
O büyük meydana adını veren gotik kiliseyi hayranlıkla izlerken, on yedinci yüzyıl giysileri içinde bir genç kız yanaşıyor yanıma, başında kıvır kıvır beyaz bir peruk. “Hiç kuş kanadında seviştin mi?” diye soruyor. Şaşkınlığıma gülüyor, kilisenin çan kulesini gösteriyor. “Biraz sonra çanlar çalacak, dikkat et!.. Bütün kuşlar havalanır, seninki ağzında bir sarı kasımpatı taşıyanı, onu izle!” diyor ve kayboluyor. Gözlerimi kuleye dikiyorum, bekliyorum. Önce ağır bir hareket ve tek bir vuruş, sonra gittikçe sıklaşan, yükselen çan sesleri…Ses kenti kaplıyor, beni sarıyor, sarsıyor. Kuşları arıyor gözlerim. Bir tane bile yok. Çan seslerine dayanamıyorum.

Uyandım.
Zamansız uyanışım saatimin azizliği mi, çan seslerinin mi?
Kuşun kanadında sevişmek…
Ya sarı kasımpatı?


Sessizce ayrıldım evden.


Pardesümü, şapkamı aldım. Çevremi sarmış bütün yüzleri bıraktım. Yapay gülüşleri…Hiç duymayan, hep konuşan ilişkilerimi…sorumluluklarımı bıraktım. Kömür kokan sokakları, çöpleri, beton duvarları, rengi kaçmış gökyüzünü bıraktım.
Sevgili yokuşumdan, yürüdüm denize doğru. Çocukluğumun akasya ağacı yine yerinde yoktu! Sabahın serinliğinde tekrenk İstanbul’u, çekemedim içime.
Bir simit aldım. İlk seferinde, boştu ‘Paşabahçe’…Kıç tarafa geçtim, denizin kokusu vurdu yüzüme. Motor sesiyle birlikte deniz köpürmeye başladı. Vapur hızlandıkça çoğaldı köpükler. Simiti küçük küçük kopardım, attım köpüklere. Martılar üşüştüler. Her lokma simitle, ilerleyen vapuru izlediler.

Martılar süzüldükçe, süzüldükçe köpüklere…Düşler kurdum kanatlarında!

Simit için daldı bir tanesi. Çıktı, ağzında bir sarı umut! Yalvardım ona, “ Ver o kasımpatıtı bana, al, sana simit vereyim”. Bırakıverdi çiçeğimi köpüklere.

Martılar ben oldum. Kanatlarımda sevişmeler.


Köpükler çoğaldı…çoğaldı…Bulutlar köpüklere karıştı.

VİLDAN ERTÜRK