Çarşamba, Eylül 14, 2005

UMUT FARZ OLDU

Çimenlikte güneşin bağrında uyuyordum. Bildik o korkunç kahkaha ile yerimden fırladım. Hemen çocuklara baktım, onlar da bir türlü alışamadıkları o tüyler üprertici kahkahadan korkup, çığlıklar atarak bana doğru koşuyorlardı. Ana baba gününü tarif edecek daha iyi bir örnek bulunamazdı. Büyükler çocuklarını bulmaya, küçükler ana babalarına ulaşmaya çalışıyordu. O korkunç kahkahadan sonra sadece bir dakikamız vardı, koskoca bir dakika, benimkiler yanıma ulaştıklarında onlarla beraber sırtımı verip uyumuş olduğum tümseğin arkasına sığındık, birbirimize sarıldık. Saklanmaya çalıştık, patlamanın nereden geleceğini bilmiyorduk. Belki de bizim sıramızdı, klandan birileri efendiyi kızdırmış olabilirdi, veya lotaryo bizim klanımıza çıkmıştı. Sadece Efendi’nin canı istemiş de olabilirdi.

Tam karşımızda ufuk çizgisinde mel’un hidrokarbon nükleer patlamanın dalga dalga gökyüzüne doğru yayılan, yarım daire şeklinde kırmızıdan mora her dalga ile değişen muhteşem güzelliğini gördük. Bu muhteşem görüntü ölenlerin biz olmayışı gerçeğinin bencilliğinde, bir iç rahatlama sağlıyordu. Damarlarımızdaki adrenalin, bir dakika içinde en yüksek noktasına çıkmış, patlama ile birlikte afyona dönüşüp vücutlarımızı rahatlatmıştı. Hemen arkasında yer sarsıntısını yaşadık. Bir sonraki aşama olan rüzgarı, daha hafif atllatabilmek için toprağa yapıştık. Arkasından patlamanın sebep olduğu şiddetli rüzgar önüne kattığı herşeyi sildi sürpürdü, rüzgarın önündeki hafif nesneler, ölü asker ruhları gibi tepemizden geçti gitti, kendine has düzen, disiplin içinde.

Kahkaha devam ediyordu. Demek ki başka patlamalar da olacaktı. Sırtüstü yattım. Sıradaki patlamanın gökyüzünde olacağını biliyordum. Tepemizde sayılabilecek bir noktaya doğru giden ve orada birleşen laser ışınları gündüzün aydınlığında açıkça parlıyordu. Işınların birleştiği yerde havanın hareketlendiği de belli oluyordu. Önce bir alev topu belirdi, bir süre gökkuşağı renkleri içinde alev topu renk değiştirdi durdu. Trenin üzerine yerleştirmiş hoparlörlerden yayılan kahkahalar kulaklarımızda çınlarken laser ışınları alev topunu kontrol ediyor, alev topu yer ve renk değiştiriyordu. Ve patlama arkasından geldi. Alev topunun parlak beyaz olmasının hemen arkasından ilk patlama kırmızı renkte dalgalandı, arkasından her dalgada yeni bir gökkuşağı rengi, son renk ise mor. Taş atılan durgun suda yayılan dalgalar misalı, içten dışa rengarenk dalgalar; görsel, mistik şölen şeklinde umutsuz gözlere haz veriyor, bir kısım beyinleri hipnotize ediyordu. Mor renk tamamen kaybolmadan tam ortada yeni bir alev bopu belirdi, olabildiğince parladı, kırmızı dalga ile beraber patladı. Gökkuşağı renkleri gökyüzünde sıra ile dalgalandı ve bitti.

Efendi, yine bir klanı cezalandırmıştı anlaşılan. İlk patlama bir ceza, ikinci patlama rahatlayan bencil ruhlara görsel bir şölen idi.

Çocuklarım yanımda idi. Gözlerimle onu aradım. Bir süredir dostluklara yer olmayan bizim trenle yolculuk eden o gizemli kadını. Yüzünü hiç görmemiştim, nedense ben onu fark ettiğimde hep arkası dönük oluyordu ve başında şapkası vardı. Yalnız bir ruh olarak dolaşıyordu, benim gibi, herkes gibi.

Ortalıkta görünmüyordu, iyi olmasını, tanışmayı ve daha fazlasını diledim. Gökyüzündeki patlamayı uğur sayarak.

Şimdi trenin düdüğü çalıyordu. Basınçtan kurtulan buhar tiz bir ıslık çalıp beyaz iz bırakarak havaya karışıyordu. Gitme zamanı. Herkes omuzları çökük, bir şey yapamamanın ve hatta isyan bile edememenin ezikliğiyle, süklüm püklüm trene doğru yollanıyordu, bir nefeslik çimenliği geride bırakarak.

Hoparlörlerden dit dat’lar şeklinde yayın başladı. Efendi’nin bizim klana bir emri vardı anlaşılan. Efendi nedense bu tür haberleri ilk elektronik haberleşme biçimi olan Mors alfabesini kullanarak veriyordu. Hemen tüm yetişkinler böylece mors alfabesini öğrenmişlerdi. Bir isim geçiyor ve ailesi ile birlikte oldukları yerde terk edilmesi emri veriliyordu. Tüm dünyanın her metre karesini gözlemleyebilen efendi tabi ki bizim nerede olduğumuzu biliyor ve uyduları aracılığı ile bizi izliyordu.

Mors ile gelen emirle birlikte hipnotize edilmiş, ruhsuz kolcular harekete geçmişler, ellerindeki kimlik analiz cihazları ile birlikte kalabalığın arasında dolaşıyorlar, arananı bulmaya çalışıyorlardı. İki elimle sımsıkı çocuklarımın kollarına yapışmış başım önde olacakları görmemeye çalışarak kamburum çıkmış, omuzlarım düşmüş trene doğru gidiyordum. Az önümde kolcular aradıklarını buldular. Kolculardan biri elini uzatarak durmalarını söyledi. Zamanının dolduğunu anlayan adam, son bir umutla çocuklarını göstererek kısılan sesi ile yalvarmayı denedi. Kolcunun buna cevabı, silahını çıkarıp adamı tam göğsünden vurmak oldu. Laser silahından çıkan şok dalgası çevredekileri de savurdu. Adam yere yığıldı. Karısı savrulduğu yerden çığlıklarla doğrularak adamın üzerine kapaklandı. Söyleyecek o kadar şeyi bir anda nereden buldu bilinmez ama ilenerek ağıt yakmaya başladı.

- Hayatımı söndürdünüz, bizim ne suçumuz vardı, kime ne zararımız dokundu. Ben şimdi ne yaparım, bu çocuklar ne olacak, bizi açlığa, soğuğa korumasız terk eden kalpsiz efendiniz kadar başınıza taş düşsün. Hayatımı mahvettiniz. Bu adam ne yaptı size, sadece çocuklarının burada dayanamayacağını söylüyordu. Neden öldürdünüz? Biz ne yaptık size, ben ne yapacağım şimdi. Bari beni alın, bari çocukları alın. Ben zaten ölüyüm.

Dertli kadın hâlâ bir yandan yalvarıyor bir yandan ileniyordu. Sesi arkalarda kaldı. Birşey yapamamanın utancını yok sayıp sessizce kolcuların arasından geçip trene bindik. Çocukları yerleştirdim. Sefil hayatımı bir badireden daha atlatmanın beden rahatlığı ruhumu yaktı.

Umut lazım. Onu aradım. Patlamadan önce onu görmüştüm, ağaçlığın kıyısında dolanıyordu. Güneşin ısıtması ile uyuyakalmasa idim belki de yüzünü görebilecektim.

Trenin düdüğü bir daha çaldı. Pencereden dışarı baktım. Ölü adamın üzerine yığılmış kalmış kadın ve yanında iki çocuk ayakta ağlıyorlardı. Yavaşça hareket eden trene yetişmek için kolcular koşuşuyorlardı.

İçinde terkedilmiş bir kadın iki çocuk ve ölü adam olan çimenlik geride kaldı. Tren ekin tutmaz kurak çöllerin arasından hızla yol alıyordu. Sanki çölde uyarması gereken başka canlılar varmış gibi düdüğünü acı acı öttürüyordu. Ölü ruhlar raylardan iki yana doğru kaçışıyorlardı. Yine bir şehirden geçerken gerçeği kabul etmeyen içim kabardı. Bizi gemi ile geçirdiklerinden biliyordum, Kuzey Amerika içlerindeydik. Tamamen hayalet bir şehirdi içinden geçtiğimiz. Heryer yıkılmış, terkedilmiş heyyula binalar gündüzün aydınlığında çok garip görünüyorlardı. Eminin gecenin huzurunda bu kadar çirkin görünmezlerdi.

Öylemiydi ya. Çok değil daha bir kaç yıl oldu. Bir zengin delideha nerede ise 24 saatte tüm dünyayı ele geçirmiş, bir süredir tek kutuplu olan dünyayı bir günde tek kişi merkezli hale getirmişti. Bu 24 saat sonunda dünya nüfusu yarı yarıya azalmış, tüm büyük şehirler haritadan silinmiş, konfor, düzen diye bilinen herşey ve huzur yok olmuştu. Kısa süren bir kaosun arkasından biri kendi düzenini kurmuştu. Herkes de o düzen uymuştu. İtiraz etmenin hatta isyan etmenin dahi mümkün olmadığı yeni düzen içinde ruhlarını sessiz kalmaya mahkum edebilenler bedenler yaşamıştı.

Daha sonra kendisini Efendi diye adlandıracak delidehanın sırrı, uzak hidrokarbon tetiklemesi ile havada gaz olarak bulunan bileşik hidrokarbon molekülleri yoğunlaştırıp nükleer patlama gerçekleştirebilmenin yöntemini keşfetmiş olması idi. Üstelik bunu yaparken ihtiyaç duyduğu ve halen de kullanmakta olduğu “bogurdaç” diye adlandırdığı laser cihazlarının finansmanını, havadan enerji geçirerek Tesla’nın rüyasını gerçekleştireceğini söyleyerek büyük bankalardan aldığı kredilerle sağlamıştı. Yüksek kâr, daha çok kâr arayışındaki bankalar da 24 saat içinde yok olmuşlardı.

Dünya yüzüne ve uydulara yerleştirdiği laser cihazları ile dünyanın neresinde isterse nükleer patlama gerçekleştirebiliyordu. Nasılsa havada bolca hidrokarboksillerden vardı. Üstelik işbirliğine girdiği şeytani güçler yardımı ile olsa gerek nükleer patlamanın radyasyon seviyesini de ayarlayabiliyordu. Zaman içinde bu konuda daha da tecrübe kazanmış ve bugün de yaptığı gibi hiç radyasyon yaymadan gösteri amaçlı patlamalar yapabilir hale gelmişti. Bu gösterilerde eğlenen tek bir kişi vardı, o da kendisi idi. Onun bir emri üzerine gözünü kırpmadan adam öldüren kolcuları bile eminim eğlenmiyorlardı.

Tren hiç hız kesmeden, devasa garlarda durmadan şehirleri boydan boya geçti gitti. Üstelik tiz ıslığının ruhları korkutmasına aldırmadan. Çocuklar uyumuştu. Onu bulabilme umudu ile kalktım, trenin arkasına doğru yürüdüm. Yavaş yavaş, belli etmeden herkesi kontrol ederek bir kişiyi bile atlamadan. Yoktu, her vagon sonunda umudum sönüyor, arkada bir vagon daha olduğunu fark edince tekrar yeşeriyordu. Yok, yok, bu son vagon, o yok, umut yok, tutunacak dal yok. Tanrım var isen kendim için değil çocuklarım için umut arıyorum, bir umut, tutunacak bir umut.

Son vagonun en arkasındaydım, dışarısı karanlık içerisi loştu. Kapının camında kendi yansımamı görüyordum. Siluetimin arasından parlayan iki parlak rayın görüntüsü vardı. Akşam karanlığı çökmüş, solgun ay ışığında tren sanki tüm dünyanın yanarak lapa lapa kül olarak yağdığı ovada, arkasında birbirine doğru yaklaşan iki ray bırakarak hızla ilerliyordu. Tren raylarının her iki tarafında bir tek canlı bizon kalmamıştı. Trenden kaçışan ölü bizon ruhları, harmonik kül bulutları bırakıyorlardı arkalarında.

Birden arkamda belirdi. Önce kendi yansımam sandım, benim yansıman yerine onunkisi vardı şimdi kapı camında. Her zamanki kıyafeti ve başında şapkası ile. Tanıdım onu, dondum kaldım, hiptonize olarak yaşayan kolcular gibi. Kımıldayamadım. Aramızdaki mesafe çok azdı. Dönsem, dönebilsem karşı karşıya gelecektim. Yüzünü görebilecektim. İstedim, dönmek istedim, “yabanıl koyunlarda umut arama” demek istedim. Diyemedim.

Bedenim kımıldayamadı, ruhum beni dinlemedi, bedenimden çıktı, döndü, onunla yüzyüze geldi. Konuştu. Duymadım, anlamadım, ruhum konuştu, bedenim sustu. Ölü bizon ruhları döndü, dinledi. Herbirinin gözünden birer damla yaş yaktı, toprağa düştü, çamur topakları oluştu.

Hayır istediğim bu değil. Et, beden değil. Umut lazım bana, yaşamak için. İlkakşamın çöken ani karanlığında bir yıldız kaydı, ortalığı aydınlatarak. Umut farz oldu.

REFİK KOCABAŞ

Çarşamba, Eylül 07, 2005

Tatil Dönüşü

Uzun ve yorucu ama keyifli bir tatilden sonra yeniden yerimdeyim. Uzun uzun anlatması zor şimdi, bir o kadar da gereksiz, ama bir dönüş yolculuğum var ki... Hoş eminim bizim bu kariler gurubunda (okuyucu okuyucu, kimse yanlış anlamasın) ne dönüş yolculukları, ne anıları olanlar vardır ama ne yapalım biz kendi yaşadıklarımızı yazacağız elbette. Başkasının yaşadıklarında gözümüz yok ne de olsa. Hem her yaşayan yazsa olur mu ki?

Şimdi cümleye ‘Uzun ve yorucu ama keyifli bıdı bıdı bıdı’ diye girdim ama aslında bana göre çok kısaydı. Ama her güzel şey çabuk bitermiş ya, bu yüzden bu uzun yolculuk sırasında sık sık tavaf ettiğim kenef ve benzeri yapılar nedeniyle ‘Türk’ün aklı ya bilmemnerede ya elemterede gelir’ özdeyişini de anmadan geçemeyeğim, zira belki de hayatın anlamını bu tavaf ve ziyaretlerin birinde çözdüm. 42 değil, ama şöyle bir cümle. Şu an bulunduğum işyerinde sağlamasını da yaptım üstelik. ‘Madem ki her güzel şey çabuk biter, uzun yaşamak istiyorsan hayattan zevk almayacaksın kardeşim. Olabildiğince sıkıcı, olabildiğince monoton yaşayacaksın ki, o hayat lastik gibi uzayacak.’ Daha da önemlisi, yıllar sonra ‘Vay be, ne günlerdi?’ demeyeceksin. Ben bugüne bugün, hayatım boyunca bir adam görmedim ki, ‘Vay be, zamanında bir günde 180 telefona bakmıştım. Neydi o günler?’ desin. Ama gençliğinde iki kızla dolaşmış olsun da karşılıklı iki çekirdek çitlesinler, ömür boyu çapkınlık anısı dinlersin adamdan. ‘Off ne günlerdi?’ diye de gerinir durur. Bu insanoğlu garip mahluk.

Aslında tatilimin uzun olduğunu da bana göreceli gelen zaman diliminin uzunluğundan değil, yerime oturduğum zaman koltuğumun vücut şeklime uyum sağlayamamasından kestirip çıkarttım. Hani bir yıldır yerime uğramasam, popomla sandalyem arası uyumsuzluk bu kadar olurdu. O an dedim ki, ‘Hasan, ne zamandır yoktun acaba? Sana üç gün gibi gelmiş olabilir ama?’. Sonradan bir arkadaşım imdadıma yetişti de açıklama yaptı. Meğer makam koltuğumu değiştirmişler. Hoş eskisini bulup getirttim ama oturan arkadaş artık kendine göre boy vs ayarı çektiğinden, hele bir de benim iki katım bir siklete dahi sahip olduğundan bir daha ayar mayar tutmadı koltuk. Sonradan öğrendim ki, zaten benim oturacağım yer de kat da değişmiş. Eh, apar topar taşındım. Artık 3 kat yukarıdayım. Neyse bu başka bir konu, ben tatil maceralarımın son kısmını oluşturan ‘Dönüş Yolculuğu’ olayına geri döneyim.

Hemen kısaca daha öncesine değinirsem; 22 Ağustos sabahı, sabah namazına müteakip Macaristan menşeli Malev şirketi tayyaresine binip Budapeşte aktarması marifetiylen Madrid’e indik, ben ve yol arkadaşlarım bir zatı muhterem, bir cinsi latif. Maksadımız, Kanarya Adaları’ndan Tenerife’de gerçekleştirilecek Pisikoloji Kongresi’nde arz-ı endam edecek ve çalışmalarını beynelmilel erkanla istişare edecek cinsi latif arkadaşımıza her tür pisikolojik, moral, motivasyon, lojistik ve hatta teknolojik destek vermek (ki bana daha çok teknolojik destek işi düştü, eee bilgiişlemci dediğin başka ne desteği versin ki? Hem zaten nişanlısı dururken moral motivasyon desteği vermek bize düşmez), arada da tatil maksadıylan adanın fasilitelerinden faydalanmak. Ama ilk durak Madrid ki burada berabercene geldiğimiz zatı muhterem arkadaşımızın ağabeyi ülkemizin Madrid Büyükelçiliği’nde büyük adam vazifesi nedeniyle ikamet ediyor. Biz de misafir olacağız. Detaylar boldur ancak bir detay vardı ki, bu arkadaşımızın bir misafiri daha vardı, Kolombiya’lı kız arkadaşı. Tarih ve Edebiyat meraklısı bu arkadaşla bol miktarda Edebiyat Grubumuz bünyesinde harika sunuşlar yapılaraktan bilgileri aktarılan Marquez, Rulfo, Vasconcelos, Cervantes tartışma ve mutalaa imkanım oldu ki, bu beni mutlu ve mesut etmekle kalmayıp esasen saadetlere gark etti.

Tatilin kongre ve ada boyutu farklı bir yazı konusu olabilir ancak bu yazıda bu tarz detaylara değinilmeyecektir. Adanın güzel bir ada olduğu ve gezilip görülmesi gerektiği gerçeği ve adanın ve hatta pisikoloji kongresinin fasilitelerinden son deme kadar yararlanıldığı bilgisinin aktarılmasıyla yetinilecektir. Zira amaç dönüş yolculuğu üzerinde durmaktır. Hatta esasen bu yolcuğun da ancak son kısmında gerçekleşen bir takım havadisleri aktarmaktır ama şimdiden yazı uzun bir yazı oldu. Velhasıl ada dönüşü geri geldiğimiz Madrid’e atlıyorum yeniden.

Arkadaşlarla ‘Bir şehir turu yapalım’ dedik ve hani üstü açaık otobüste şehri tavaf eden seyirlik turistler var ya. O otobüslere bilet aldık. Palacio Real De Madrid, Stad Santiago Barnebau vs derken La Prado Müzesine de geldik. İlk karşılaştığım, dışarıda kocaman bir Fransisco Goya heykeli altında yine Edebiyat Grubu’muz toplantılarına konu olan ‘La maja Das Nuda’ kabartması. Orijinal tablosu da içerideymiş, fotosunu kaçırmadım, diğer resim ‘La Maja Vestida’ ile beraber çektim. Yanyana koymuşlar ikisini, ‘Çıplak Maja, Giyinik Maja’ ne hoş. Tabi insan sinirleniyor gezerken, adamlar koskocaman, saray gibi binayı müze diye ayırmışlar, bulup arayıp tarayıp orijinal resimleri almış getirmişler, hani inanılır gibi değil neredeyse, Velasquez!in çizdikleri 20 oda artı iki salon falan tutuyor mesela. Kaldı ki, Pablo Picasso ve Salvador Dali’nin çizittirdikleri burada değil. Onlara ayrı ayrı müze yapmışlar. Bizde ressamlar deli muamelesi görüyor.

Neyse, şehir turu geç bitti. Madrid’de ikamet eden arkadaşla da buluşup bir Meksika Köftecisi’nde, tekerli şapkalar giymiş amcaların tıngırdattığı gitarlarla yapılan müzik eşliğinde yediğimiz, yanında banılmış tandır ekmeğiyle servis esilen bol acılı köftelerin ihracına dair tevekkülle karışık efkara dalmışken farkettim ki, bir önceki gece gibi bu gece de uykudan yana nasipsisiz. Eve girdğimizde saat ikiydi, ancak sabah 6:55 gibi yani dört saat kadar sonra uçağım var. Yatsan kalkılmaz, dursan uyanık kalınmaz, ama sohbettir, muhabbettir derken sabaha kadar oturduk, vedalaştım arkadaşlarla bindim taksiye, geldim havaalanına. Kontrol, bilet muayenesi, bagaj teslimi derken kendimi bir oturacak yere attım, uzandım ama biliyorum ki bir uyursan uçak kaçar. O vaziyette yarı uyanık yarı uykulu bir buçuk saat geçiripuçağa bindim ama uykum bir açılmış, gözlerim hiç bir şekilde kapanmıyor. Budapeşte'yte kadar böyle geçti.

Budapeşte’de 4 saat kadar bekleyip İstanbul Uçağı’na bineceğim ama bol miktarda free shop alışverişim var. Onlara daldım. Bir açlık vs, orada da zamanı bir şekilde yedim bitirdim, İstanbul Uçağı’na bindim. Yine uykusuzluk, saat 16:00 İstanbul’dayım. Yaklaşık 3 gündür hiç uyumadım ama Atatürk Havalimanı’nda da 4 saat kadar oyalanıp Onur Air Adana Uçağı’na bineceğim. Bu arada 25 kiloluk bagajıma da yeniden kavuşup hasretle kucaklaşmam uzun sürmedi. Yok valla, ironi olsun diye söylemiyorum, kucaklanmadan yerinden santim kalkmıyor hakkaten bavulum.

Aksilik bu ya, havaalanında artık sıkıntıdan 'ya bari bir iki kişinin sesini duyayım' dedim, şarjım bitmiş, 4 saat içhatlar terminalinmde bekledim, deli gibi yorgunum ama uykum da yok, of felaketti...

Ardından, nihayet binebildiğim Onur Air Adana 20:30 uçağında yanımda bir amca. Deli desem deli değil, akıllı desem, o hiç değil. O pencere kenarında ben koridor. Hava kararmış artık, etraf seçilmiyor. Seçilse de benim dışarıyla ilgim yok zaten, görebilecek, hatta bakabilecek durumum yok. Mizansen çok önemli. Bu yüzden bu paragrafta yazdıklarımı baştan okuyun isterseniz. Yok ' ben zekiyim, aklımda tutarım' diyen varsa siz bilirsiniz artık... Ama önemli...

- Merhaba
- Merhaba Amca...
- Uçak güzelmiş
- ????

Ben yorgunluktan geberecem, hiç konuşasım yok. Elimde de Turgenyev, Babalar ve Oğullar var ki, 3 - 5 sayfa okursam belki uykum gelir. Ama kitap da sardırdı bir yandan. Diğer yandan amca kıpraşıyor. Yıllar önce kaybedip o zamandır bu zamandır fellik fellik aradığı oğluymuşum gibi bakıyor yüzüme. Belli ki konuşmak istiyor. Ama be amca madem konuşacaktın, benim yanımda ne işin vardı ki o halde?

Neyse, birazdan havalandık, ben de tamamen kitaba konsantre iken amca yine depreşti.

- Yolculuk Adana mı?
- ??? Adana Uçağı di mi?
- Evet, Adana mı senin de?
- ???
- Adana??
- Valla ben yolda inecem.!!
- Nasıl ki?
- Valla bilmem, ben hostese söyledim, bir şekil yapacaklar artık.
- Nasıl yapacaklar?
- Nasıl yapacaklar, orasına ben karışmam.
- Allah Allah... (sonra kendi kendine) Yolda inecekmiş

Neyse ben döndüm kitabıma... Okuyorum ama vicdan azabı duyuyorum bir yandan. Amcaya doğru döndüm, hani şirin bir yüz ifadesiyle ‘amca, şakaydı’ falan diyecem, gülümseyecem vs... Ama amca, hemen pası aldı, mal bulmuş mağrip gibi konuya daldı.

- Türkiye büyük memleket
- Evet ama eğitim şart
- O da doğru...

Ben vazgeçtim gülümsemekten acilen kitabıma döndüm. İki sayfa okudum okumadım, inatla uykum gelmiyor hala. Şikayetçi değilim zira kitap sürüklüyor ama ben kitap okudukça da amca rahat vermeyecek bu belli. Yeniden bakıyor, belli ki konuşacak bir konu arıyor, arada da dışarı bakıyor ama zifiri karanlık, artık ne görüyorsa... Döndüm 'Ne var?' der gibi...

- Aşşağısı Bursa mı?
- ???
- Bursa var ya il?
- ???
- Bursa olsa gerek!! Kesin Bursa'dır heralde.
- Valla Amca, tabelayı okuyamadım buradan, hem karanlık hem yerim koridor.
- Yok yok Bursa, kesin Bursa, dağ falan vardı demin.
- Uludağ?
- Ha o dağ işte...
- ????

Bundan sonra ben amcayla irtibatı kopardım, ama araya ikramlar falan girdi. Hostes içecek dağıtırken ben hostese daha yakınım, su istedim hostesten, amca da kola dedi. Amcanın kolasını verdim önce, dmndüm suyu bekliyorum. Amca hostese döndü, 'Yeğenime de su ver bakiim' dedi. Ben de hostese mecburen sırıttım.

Birazdan da bulunduğumuz yerin Silifke olduğunu iddia etti ki, Adana uçağının Silifke üzerinde ne işi var, olmasa gerek ama var mı bilmiyorum... Bence attı.

Sonra da uçak indi zaten. Ama nispeten yumuşak bir iniş yaptık. Amca dayanamadı, yüksek sesle ‘Bravo Pilot’ diye bağırdı. O bize su kola veren hostesle gözgöze geldim. Amcanın yeğeniyim yaa? Karşılıklı gülümsedik birbirimize. Nerken de vedalaştım amcayla, ‘görüşmek üzere’ dedim, dualar ettim bidaha karşılaşalım diye.

Ablamlar karşıladılar eve geldim. Sonrası acaip bir aile kalabalığı. Sürekli bir yerlere yemeğe gittik. Gittiğimiz heryer kalabalıktı. Bir de bizim ailenin 'herkesin birden aynı anda' konuşma huyu var ki, kulaklarımdan hala bizimkilerin replikleri geçiyor....
Pazar gece geldim, Pazartesi sabah yorgun argın işbaşı yaptım. İlk gün tüm günüm mail temizlemekle geçti, az sonra da başka kata taşındım. Arada da ilk fırsatta yazayım dedim. Maceralar beklemez. Sonra birikiyor, yazamıyorum. Ama işe gelir gelmez hayatım otomatik olarak uzadı. Ömrüme ömür ekledim. Yok bi daha tatil matil. Zaman hızlıca akıp gidiyor, alimallah hayatı kısalıyor insanın.

HASAN REYHANOĞLU