Cuma, Ocak 26, 2007

GÜZEL İNSANLAR

Araba kullanıyorum. Kulağımda Haris Aleksiyu’nun hüzün dolu sesi. Öyle içten ki, dilini anlamasam da içime işliyor sözler. Camların ıslandığını sanıyorum, dışarısı görünmüyor çünkü. Günlerdir beklenen yağmur başladı demekki. Silecekleri çalıştırıyorum ama silecekler zorlanıyor. Birden camların kupkuru olduğunun farkına varıyorum. Islanan camlar değil, gözlerimmiş meğer, meğer ağlıyormuşum. Beynimin içinde yankılanıyor: “ Hrant Dink öldürüldü”, “ Hrant Dink öldürüldü”. Bu defa ne kadar ağlarsam ağlayayım içimin temizleneceğini sanmıyorum. Bu bir şeylerin birikimi mi yoksa artık bir şeylerin düzeleceğinden umudu kesmek mi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Artık yaşama sevincimin azaldığı ve bu durumun geçici olmadığı.

“İki taraflı bu yaşananlar, her iki tarafta aynı acıları yaşadılar” söylemine olabildiğince uzağım. Azınlıkların akibeti tüm dünyada benzer olsa da bizdeki bize ait çok büyük bir acı.
İnandığı yolda tek başına yürürken öldürülen tek kişi o değil elbette. Hepsi için üzüldüm. Ama sanki onun için daha farklı üzülüyorum. Bu toplumda azınlık olarak yaşamanın ne kadar da zor olduğunu kendim yaşayarak bilmesem de hissedebildiğimden, çocukluğundan bu yana - bilinçli olması şart değil iyi niyetli insanlar tarafından bile – çeşitli ayrımlara maruz kalmanın nasıl can acıtıcı olabileceğini tahmin ettiğimden dolayı farklı üzülüyorum onun için; yetimhanede büyüdüğü için, askerde arkadaşlarının arasında bir tek kendisinin Ermeni olduğu için çavuş yapılmayarak üzüntüden ağlattırıldığı için, mahkemelerde sayısız hakaretlere uğratıldığı için, işte tüm bunlardan dolayı farklı üzülüyorum Hrant’ın katledilişine.

Yerde yatıyor. Dün akşamdan beri bu görüntü gözümün önünde. Hiç yakışmıyor ona, bir an önce alsınlar istiyorum oradan. Bunu bile yapmıyorlar. Üzerinde gazeteden bir örtü , belki kendi yazısının olduğu bir gazete sayfası. Kafamı dağıtmaya konudan uzaklaşmaya çalışıyorum, araba kullandığımı hatırlıyorum.

Trafik iyice yoğunlaşıyor. Daha çok durmaya başlıyoruz. Önümde bir araba var: Sarı kahverengi arası, .ok renginde. Arka camı türk bayraklarıyla süslenmiş. İçinde hepsi bir tornadan çıkmış kızlı ve oğlanlı 5 kişi. Araba o kadar lüks, şoför o kadar genç, direksiyonu tutuşu o kadar kabadayı, yanındaki kız o kadar pespaye ki, senaryo az çok beliriyor kafamda. Arkadaki bayraklara çok farklı anlamlar yüklemiş olmalılar. Sayısı ne kadar çok artırılırsa o kadar milliyetçi olmak gibi. İnsanın örteceği ayıp çoğaldıkça, örtü genişlemeli, çıplak yanlar açığa çıkmamalı. Diğer şerite geçince yanıma düşüyor bu araba. Arkada oturan pencereden kolunu sarkıtan arkadaşının elindeki yüzük dikkatimi çekiyor. Kocaman bir ay yıldız var üstünde.

Arabaların arasında mendil satmaya çalışan küçük çocuklar, kağıt helva satan yaşlı amcalar, gül satan kadınlar var. Arabamın içinde onlarla sergilediğim zıtlığı hissedip utanıyorum, gözlerine bakamıyorum. Kibarca istemediğimi söyleyip uzaklaşmalarını bekliyorum. .ok rengi arabadaki gençler geliyor aklıma. Onlar rahatsızlık duydular mı acaba? Böyle insanlardan hala insanca duyarlılık beklemek gibi anlık bir yanılgıya düşmüşken kabadayı şoförün gül satan kadını uzaklaştırmak için elindeki sigara izmaritini kadının üzerine fırlattığını görüyorum ve kendime geliyorum. Kararlı bir genç o; saygı duyacağı kişinin kendinden daha çok parası olmalı. O paranın hangi yollarla kazanıldığının, ülkenin altını oyup oymadığının, ülkeyi zarara uğratıp uğratmadığının bir önemi yok. Bir bayrak daha asılır arka cama, çözülür mesele.

Nerden çıkar ki böyle insanlar, bu memleket güzel insanlarla dolu oysa.
Düşüncelerim tekrar kayıyor. Nasıl öldürdüler onu? Bundan öncekilerini? Keşke hastalıktan veya kazadan ölseydi. Yaşayıp yaşamayacağına, ciğeri beş para etmeyen serserilerden oluşan bir güruh karar verdi. Hazmedemiyorum. Birden bir siren sesi. Dikiz aynasından bakıyorum. Işıklarını görüyorum önce, sonra ambulansın kendisini. Yaklaşmaya başlıyor. Tüylerim diken diken. Ne zaman geçse yanımdan, duysam sesini hep aynı şeyi düşünürüm Kimbilir içindekinin ne derdi var? sevenleri ne yaparlar diye. Hemen sağa kaymak için sinyalimi veriyorum. Birden arabamdaki müzik susuyor, hastaya saygı duygusundan olsa gerek. Sadece sinyalin ritmik sesi duyuluyor, sanki yankılanıyor. Ambulans bağıra çağıra geçip gidiyor yanımdan. Daha geçer geçmez yan taraflardan bir araba çılgın gibi fırlıyor ve peşine takılıyor. Ne oluyor diye bakınırken anlıyorum ki ambulansın açtığı yoldan faydalanıp trafiğe takılmadan evine gitmek isteyen bir vatandaşımız bu. İçim daralıyor iyice. Bu nasıl fırsatçılık, her durumdan faydalanma, kendine pay çıkarma mantığı?

İlk olarak, gazetede çıkan yazısı nedeniyle mahkemeye verildiğinde tanımıştım onu. Yazısını kesip saklamıştım. Hala durur dosyamda. Yazdıklarından bir satır bile okumadan ona bu kadar düşman olanlar kim? Nasıl olur? Bir insan hiç tanımadığı birine sadece gazetelerdeki yorumlarından, televizyonlarda söylenenlerden yola çıkarak nasıl düşman olur? Bu memleket güzel insanlarla dolu oysa. Nedense birden .ok rengi arabadaki gençler ile ambulansın peşine takılan adam geliyor aklıma.

Eve geliyorum ve iniyorum arabadan. Alışveriş yaptığım için ellerim öyle dolu ki üşeniyorum iki sefer yapmaya. Hepsini yükleniyorum torbaların. Zorlandığım her halimden belli olmalı. Adımlarım yalpalıyor çünkü. Apartmanın kapıcısı görüyor beni. Yardım eder diye düşünüp rahatlıyorum. Her zaman kendi büyüğüm gibi davranırım ona; insanca ve saygı sınırları içerisinde. Normal çarşı saatleri dışında hiç talebim olmaz kendim giderim bir şey lazım olursa. O da beni sever, sayar diye düşünüyorum. Zar zor geçinir, çocuğu var iki tane, bir de çok bilmiş bir karısı. Birden, onu sürekli azarlarken sesini duyduğum apartman yöneticisinin karısının da önümde olduğunun farkına varıyorum. Ne kadar üzülürüm bağırırken duyunca. Nasıl hak bulur kendine böyle bir şeyi hiç anlayamam. Elinde bir poşet var kadının; içi yarı yarıya boş gibi, elinde sallanıyor yürürken. Saygıdeğer kapıcımız ok gibi fırlıyor yerinden. Koşarak geldiğini görünce elimdeki ağırlıkları alıp bana yardımcı olacağını düşünerek tam “sağolasın” demek üzereyken lafım ağzıma tıkılıyor. Kadının sallanan yarı yarıya boş poşetine sarılıyor alıyor elinden. Kadın önde, başı dik ve mağrur, o arkada gidiyorlar. Ben poşetlerle yarı ağlamaklı, öfkeli tırmanıyorum merdivenleri. Her gözyaşı Hrant’ı hatırlatıyor. Üzüntüm ona dönüşüyor. Nasıl öldürdüler, kim öldürebilir ki onu? Bu memleket güzel insanlarla dolu oysa.

Evdeyim nihayet, haberleri merak ediyorum. Onunla ilgili yeni bir şeyler var mı diye televizyonu açıyorum. Haber bulmak umuduyla kanalların arasında gezinirken bir kanalımızdaki dans yarışmasına takılıyor gözüm. Bir kız var ekranda, nerdeyse çıplak. Yanında anne babası duruyor. Onlarla konuşuyor sunucu. Konuşmaları zor anlaşılıyor. Giyimlerinden oldukça dar gelirli bir aile oldukları belli. Annenin başı örtülü, uzunca giyinmiş. Muhafazakar bir aile görüntüsü var. Ama çok modernlermiş sunucunun dediğine göre. Kızlarının başarısıyla övünüyorlamış. Kapatıyorum televizyonu. Kızları bir erkeğe aşık olsa bunu namus meselesi yapacak insanların işin ucunda para olduğunda nasıl da iki yüzlü bir ahlak anlayışıyla karşımıza çıktıklarına şaşırıyorum.

Yine o geliyor aklıma. Nasıl öldürürler onu? Güzel insanlarla dolu bu memlekette bu güzel insanı öldürecek kim çıkar diye tam isyan edecekken nedense .ok rengi arabası olan çocuğu, ambulans takipçisini, apartman kapıcısını, dansçı kızın ailesini hatırlıyorum birden.

Nasıl öldürdüler onu? Kim öldürebilir onu, bilmiyorum.....

MELTEM KILIÇÇI

Pazartesi, Ocak 22, 2007

YAYLANERİ BİNGOLİ


O hep saçlarında defne yapraklarıyla dolaştı,
Şimdi artık kalplerde yaşıyor,
Türküler Bingöl dağlarındaki hüznü anlatıyor,
Gökyüzünde bir matem havası,
Kaderin üzerine yağmurlar yağıyor.


Ölüm üzerine soğuk bir gölge gibi geldiğinde
Kımıldamadı,
Alnı yere çarptığında yetimhanedeki çocukluğuna gitti;
O sepetteki çiçekler olduğu gibi duruyordu.
Hicranın kırmızı şarabı döküldü asfaltın üzerine,
Dünyanın tüm görkemli aşkları onulmaz acılara büründü.


Ölümsüz hatırası kralların tahtını sallıyor şimdi,
Özgürlüğün melekleri ismini yazıyorlar gökyüzüne,
Hoyrat ellerdeki şiddet yerlerde sürükleniyor,
Kalabalıklar yürüyorlar
Geç kalmışlığın çaresizliğiyle,
Sessizliğin ortasında Dersim dağlarından gelen
Yalavuz bir duduk sesi geliyor kulaklara.



Çıktım tepelerine oniki gölü gördüm:
Bir kızıl kartal havalandı,
Ölümüne yeşil göle daldı,
Uzaklar sesini kucakladı,
Sazlıklar ürperdi,
Suya bir işaret bıraktı tekrar havalandı,
Son uçuşuna kanat açtı,
Uzak tepelere baktı,
Uçuruma yaklaştı,
Boşluğa vurdu kendini kayboldu,
Kayalıklarda yankılandı
Kızıl kartalın ah eden son nefesindeki sesi.



Giderken yanında bir şey götürmedi;
Sonsuz kederin müphem hatıraları kaldı geriye.
Hayatın kıyısından son bir kere baktı
Hep içli şarkılar çalmış olan udun kırılan perdelerine.
Şimdi kırmızı karanfiller yağıyor düştüğü yere,
Anadolu türküleri çınlatıyor Şişli caddelerini,
Türkiye Hrant’la iftihar ediyor,
Bütün dünya nefes almadan izliyor,
Gömüldüğü topraklar
Nice Hrant’lara el veriyor...

Adnan Türkoğlu

Çarşamba, Ocak 17, 2007

DENGİ DENGİNE

En zoru insanlarla uğraşmaktı herhalde. Bir yanda yapılması gereken işler, bir yanda bunu yapacak insanlar. Bu ikisini uygun bir kombinasyonda bir araya getirmek ve bu süreç sırasında da bunu yapacak kişilerin olabildiği kadar mutlu olmasını sağlayacak bir düzende çalıştırabilmek. İşi bu, kendisi bir tasarım şirketinin üst düzey yöneticisi. Oldukça yoğun bir iş hayatı var ve evli. Bir oğlu var ortaokulda okuyan. Kimseden telefon bağlanmasını istemediği derecede yoğun olduğu günlerde bile ona istediği an ulaşabilecek tek kişi, tek söyleyeceği şey ”akşam eve gelirken çikolata alabilir misin” olsa bile. Eşi de arar her gün, kısa konuşurlar ama hiç tartışmalarına şahit olmadı sekreteri. Genelde mutlu ve huzurlu bir insan görüntüsü çiziyor ama coşkulu değil sanki, bir durgunluk bir küskünlük var gönlünün derinliklerinde. Akşamları bazan spora gider işten çıkıp, hafta sonları sinemaya giderler eşi ve çocuğuyla. Güzel bir fotoğraf karesi sergiliyorlar adeta.

“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” cümlesi hayatı anlatan en güzel cümlelerden biri herhalde. Onun hayatı için de geçerliydi bu, en azından bir süredir. Bundan üç sene kadar öncesinde eşinden ayrılmanın kenarına kadar gelmiş, ancak tekrar herşeyi sıfırlayarak ve unutarak yeni bir başlangıç yapmaya karar vermişti. Topu topu iki sene kadar sürdü bu istek, şu an geldiği nokta daha bunaltıcı. Sanki kardeşi gibi eşi. Hatta bazan çok bunaltıcı olmasına rağmen kardeş oldukları için kardeş kalmak zorunda olduğu biri gibi. Bunu anladı, anladığı bir şey daha var; bu durumu düzeltici bir faktör yok. Dergilerde çıkan kardeş gibi değil sevgili gibi olmak için yapılması gereken 10 madde ona uymuyor. Biliyor bunların sadece kendini kandırmak, sorunu ötelemek olduğunu. Artık sadece o mutlu olduğunu sanıyor diye bu ilişkiyi sürdürmek istemiyor. O da kendisi de mutlu olsun, unuttuğu duyguları yaşasın istiyor. Akşam eve dönerken arabada bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan oğlunun siparişlerini unutmamak için listeyi kafasında sıralayıp duruyor. Oğlu da büyüdü artık, 14 yaşında ve onunla konuşursa kendisini anlayabileceğini biliyor. Hepsi tamam da konuyu eşine nasıl açacak, bir önceki sefer nasıl üzüldüğünü hatırlıyor da, nasıl zor günlerdi. Ama bunları aşmak zorundalar. Evet bu gece sonuçlanmalı bu mesele.

- seninle konuşmak istediğim şeyler var, belki farkındasın sen de
- yoo farkında değilim canım, ne oldu, iş yerinde canını sıkan bir şeyler mi var
- düşünüyorum da ilişkimizde hiçbir zaman sorun yokmuş gibi davranırsın, yine aynı şeyi yapıyorsun. Yıllardır kendini nasıl böyle kandırabiliyorsun, inanılır gibi değil
- ne kandırması, ne sorunu, sen neden bahsediyorsun, çok mutlu değil miyiz biz
- yine aynı sözler, biz mutlu falan değiliz, birbirimizle kavga etmiyor oluşumuz, bağırıp çağırmamak mutluluk mu demek, ben zaten kolay kolay kimseyle kavga eden biri değilim ki, bunu nasıl veri olarak alabilirsin anlamıyorum

Konuya bir şekilde girmek rahatlatmıştı biraz, şimdi sıra nasıl devam edeceğindeydi. Onu kırmak üzmek istemiyordu, tam devamı için uygun cümleler bulmaya çalışırken kapının zili çalındı. Oğlu koşarak girdi içeriye “yaşasın dayım geldi”.

Sabahı zor etti, hep birlikte kahvaltı yaptılar. Oğlunu okula gönderip, apar topar evden çıktılar, akşama görüşürüz dilekleriyle birbirini uğurladılar.

İş yerine geldi, herkese günaydın diyerek odasına doğru yürümeye başladı. Gençlerle çok iyi anlaşırdı, kendine hep yakın bulur, zevklerine, sohbetlerine yakınlık hissederdi. Onlar da severlerdi ama pek yanaşamazlardı rahatça, ne de olsa yöneticileriydi. Ama içlerinde biri vardı ki sevimliliği, canlılığı, yaşının çok üzerinde entelektüel birikimiyle çok sevdiği ve saygı duyduğu biri, onda bu çekingenlik yoktu. Ara sıra müzik CD leri, film DVD leri getirir, toplantı bitimlerinde bazan odadan hemen çıkmaz kitaplar üzerine sohbet açardı. Bu kadarcık kısa bir yaşama nasıl doldurmuştu bunca bilgi ve zevki. Müzik, sinema ve edebiyat konusunda öyle birikimi vardı ki, her konuşmasında ondan yeni bir şey öğrenirdi. Onun sayesinde farklı merak ve ilgi alanları oluşmaya başlamıştı. O sabah biraz dalgın ve üzgün odaya girdikten hemen sonra odanın kapısı çalındı. Oydu gelen, hatırladı, yapacakları yeni proje için konuşacaklardı bu saatte. İş görüşmeleri sonuçlanınca tam odadan çıkacağı sırada son dönemde yaşadıklarını onunla konuşmak istedi. Kendisini anlayacağına, anlamaktan da öte fikir verip yardımcı olacağına inanıyordu. Öğlen yemeğini birlikte yemeğe karar verdiler.

Konuşmaktan yemeğine dokunmadığını fark etti, oturduklarından beri anlatıyordu. Tüm hissettiklerini, düşüncelerini olanca çıplaklığıyla anlattı ona, kendisini yargılamayacağını bilmenin verdiği güvenle. Güvenini boşa çıkarmadı, tüm sevimliliğini hiç yitirmeden sonuna kadar dinledi onu. Komiklikler yapıp ortamı neşelendirdi. Kendisinin mülakatını yaptığı günü hatırlatıp güldürdü bol bol. Daha o gün farklı olduğunu anlamıştı. İşe başladıktan sonra da hem güvenilir ve çalışkan bir eleman, hem de arkadaşı olmaya başlamıştı. Arkadaşlıklarının ilk tescillendiği andı sanki şu an, karşılıklı bir güven anlaşması imzalanmıştı bu yemekle aralarında. Daha konuşacak çok şey vardı ancak öğlen saati dolmuş, işe dönüş vakti gelmişti. Hafta sonu daha rahat konuşmak için buluşmak üzere sözleştiler.

Dün gece kaldığı yerden devam etmesi gerekiyor, artık durduramaz bu gidişi. Ona baktı fark ettirmemeye çalışarak. Çok üzgün görünüyor, sanki dün gece hiç uyumamış gibi. Uyuyamayınca hemen gözlerinin altı kararır, oradan anlar uykusuzluğunu.
- hayatta hiç üzmek istemeyeceğim kişilerdensin, ama seni üzmek zorundayım. Aslında şu an bunu kendim için yapıyor gibi görünsem de senin için de çok iyi olacak
- saçma !!!!
- hem ben seni artık bir kardeş gibi seviyorum, farkında değil misin sana yakın olmak istemiyorum hiç.

Nasıl bu kadar acımasız konuşabildiğine şaşıyor bir yandan da devam ediyordu konuşmaya. Konuştukça beyni ile yüreği arasındaki yol gittikçe kapanıyor, sadece ne söylenmesi gerekiyorsa bir an önce onları söylemeye çalışıyordu. Şunu biliyordu ki o üzülmesin diye söylemediği şeyler durumu daha anlaşılmaz bırakıyordu. O halde duygusallığa kapılmadan ne söylenmesi gerekiyorsa söylenmeliydi her şey. Artık kimse onu durduramazdı, biriken her şey dökülmeye başlamıştı içinden, anlatıyor susmuyordu. Araya girmesine fırsat vermiyordu, sesini duyunca bu cesaretini kaybedecek söylemek istediği şeyler içinde kalacak korkusuyla. Bir ara bakışları karşılaştı, o an kendine gelir gibi oldu. Yüzünün sırılsıklam olduğunu bir yandan deli gibi ağlayıp bir yandan deli gibi konuştuğunu fark etti. O an istediği şeylerin tümü birbiri ile çelişiyordu. Hem içindeki her şeyi olanca doğruluğuyla söylemek istiyor, hem de bundan onun üzülmemesini istiyordu. Öyle de bir sonucu olmalıydı ki bu konuşmanın, o da kendisiyle aynı noktaya gelmeliydi. Ama olmuyordu, aynı sonuca ulaşamıyorlardı.

Aradan geçen haftalar boyunca sürekli gündemde olan konu buydu. Geceleri evde, öğle saatlerinde iş yerinde. Sonunda ayrılmaya karar verdiler. Ve eşi bir sabah evden ayrıldı.

Ertesi gün yıllar sonra özgür olduğu ilk gündü. İşe giderken her zaman geçtiği yolun kenarında çok güzel ve büyük bir ağaç dikkatini çekti. Ne güzel renkleri olduğunu yeni fark etti. Havalar da yavaş yavaş ısınma alıştırmaları içindeydi, güneş bugün pırıl pırıldı, yoksa dünde mi böyleydi. Hatırlayamadı. İşe gitti. Aslında hem keyifliydi, hem de duyduğu keyiften dolayı hissettiği suçluluk duygusu içini kemiriyordu. Allahtan o gün önemli konular yoktu, biraz daha rahat bir gün olacaktı. Odasının kapısı vuruldu. Açıldığında neden o kadar sevindiğine bir türlü anlam veremedi. Ama o an kendini çok genç, adeta bir genç kız gibi hissediverdi. Ona baktı, Baran’a. O da hiç bu kadar yakışıklı görünmemişti gözüne, ne kadar genç ve hayat doluydu. Ne vardı sanki üniversitede karşısına çıkabilseydi, ta yıllar önce. Şu an herşey daha farklı olur muydu? Birden kendisini toparladı, neler düşünmeye başlamıştı birden, çok saçma şeyler. Ama karşısında yetişkin ve yakışıklı bir erkek duruyordu. Bunu tüm yemek sohbetleri sırasınca, hafta sonları saatlerce dertleşirken nasıl görmediğini bir türlü anlayamıyordu. Dikkatini çekecek bir şey mi yaptığını düşündü, yüzünü inceledi, bir değişiklik yoktu, her şeyi saç, sakal aynıydı. O zaman farklı görmeye başlayan kendisi miydi? Bir gün sohbet ederken konu gelmişti yaş meselesine, doğum tarihini söylemişti de kafasından hemen bir hesap yapıp kendisinden 14 yaş küçük olduğunu hesaplamıştı. Bunu hatırlayınca yeniden saçmaladığının farkına vardı ve eski havasına döndü.

Öğlen yemek yerken gelip masasına oturunca Baran, ona Oktay’ın evden ayrıldığını, ilişkilerini bitirdiğini söyledi bir çırpıda. Söyledikten sonra daha bir rahatlamış buldu kendini. Ona mı öyle geliyor, yoksa Baran mı daha farklı bakıyordu gözlerine. Yoksa hep mi öyle bakmıştı zaten.

- bugün anlamıştım zaten bir farklılık olduğunu, Oktay’ın gidişiymiş demek.
- sende de farklılık var bugün, her zamankinden farklısın sanki
- bende bir farklılık yok Zehra hanım, ben hep böyleydim zaten

yemekten sonra odasına yürürken 14 yaşı hatırlatıp çeki düzen verdi kendine. Sekreterine baktı, gülümseyerek kendini izliyordu

- bugün ışıl ışılsınız Zehra hanım. Merdivenlerden koşarak inişiniz çok hoşumuza gitti, arkadaşlarla sizi izlemekten keyif aldık. Yaşınızı hiç göstermiyorsunuz

İltifatlar karşısında kızarırdı hemen, utanıp teşekkür etti, odasına girince keyifle çevresinde döndü. Yaşıyla ilgili bu iltifatları duymaya alışkındı, ama nedense bugün çok önemsedi bunu, çantasından aynayı çıkartıp baktı. Ne kadar genç gösteriyordu acaba, 5 , 10, keşke 14 olsa. Aslında Baran da yaşından biraz fazla gösterdiğine göre 14 olması şart değil. Hem çok isterse daha genç görünmeyi tıpta bir sürü uygulamalar yapıyorlar bunun için, çaresiz değil. Kendine geldi birden. Eskiden küçümsediği konuların hesabını yaparken buldu kendisini. Oktay’dan ayrıldığı için bunalıma girip girmediğinden şüphelendi. Ama kararını çabuk verdi, bunalımda değildi, tam tersine bir mutluluk patlaması yaşıyor, enerjisi fazla geliyordu. Tüm günü yerinde duramaz şekilde geçirdi.
Akşam çıkarken Baran geldi yanına. Aslında fark etti kendisini beklediğini.

- çok açım, bir şeyler yemeye gidelim mi?
Eskisine göre farklı baktığını hissetti yine, utandı biraz, ama adeta vazgeçerse telaşıyla hemen cevap verdi.
- olur gidelim, ben de çok açım.

Oktay’la da sık sık dışarı çıkarlardı, yemeğe falan giderlerdi. Ama bugün yaptığı herşey yıllardır özlediği bir tatta geliyordu ona. Sanki daha farklı bir şey vardı yaptıklarında. Yemeği yerken yaptıkları sohbet miydi her şeyi değiştiren, Baran’ın gelecekle ilgili idealleri mi yoksa bazan açık, bazan kapalı ona karşı hayranlığını iletme biçimi miydi?

Ertesi sabah çok erken Baran’ın evinden dönerken, yaşadıklarını sorguluyordu. Hem suçlu, hem mutlu hissediyordu kendini. Oktay bu denli mutsuzken, mutlu olmak acımasızlık gibi geliyordu. Ama artık durduramazdı hiçbir şeyi. Durdurmak gibi bir isteği de yoktu zaten.

Bir gün görmeseler birbirlerini özlüyorlardı, yaptıkları herşey sanki sihirli bir değnek değmişçesine güzelleşiveriyordu. Yürüyüş bile, birlikte film izlemek, birlikte diyet yapmak, konuşmak bile. Bu güzel günlere 1 hafta ara vereceklerdi, Baran’ın annesi geliyordu. Tanışmak istemedi onunla, Baran’da tanıştırmadı. Sanki yargılayıcı bakışlarıyla bu büyüyü bozacak, herşey tatsızlaşacak diye düşündü. Ondan duyabileceği şeylerin haklılık payı ise daha çok korkutuyordu onu. Bu düşüncelerle daha birşey olmadan onu tanımadan kızmaya başladı, kimi zamanda ona hak vermeye. 1 hafta boyunca görüşemediler Baran ile, sonrasında ise mutsuz, durgun ve üzüntüden dibe vurmuş bir Baran vardı.

Kopmak için büyük bir uğraş, büyük bir çaba içerisine girdiler. Bu günlerde ayrılıktan daha çok canını yakan şey, bunca çabaya rağmen birbirinden kopamayacak denli güçlü duygularından vazgeçmek durumunda kalmalarıydı.
Neler neler yaşandı, ne acılar çekildi, ne mektuplar yazıldı, ne sözler edildi. Bir erkeğin sevdiğinde ulaşabileceği en yalın halini görmüştü onda, şimdi de acı çekerken izlediği bir erkek vardı karşısında, sevdiği erkek.

Tam 6 sene geçti üstünden, Baran’ın bir sevgilisi var birlikte yaşadığı. Hemen hemen aynı yaştalar, belki bir iki yaş küçük kendisinden, yani kendisine uygun bir sevgili. Dengi dengine. Birbirlerini seviyorlar. Ama ne zaman içkinin dozunu kaçırıp sarhoş olsa, her nedense hemen Zehra’yı arıyor. Beş dakikalığına bir sohbet için bile olsa. Zehra ise gözlerinde hüzün, dalgın uzaklara bakarken onu dinliyor.

Meltem Kılıççı

YAĞMURLU

Sonbaharın ilk günlerinde yağmur sesiyle uyandığım bir Pazar sabahıydı. Saat neredeyse on olmuştu. Önce güzel bir kahvaltı ardından bütün gün evde kalarak tembellik edecektim. Gazeteleri okuma ve birkaç telefon konuşmasıyla öğlen oluvermişti bile. Gözüm çalışma masasına takıldı. Dağınıklığı rahatsız edici boyuta ulaşmıştı. Kitapları yerlerine kaldırıp eski gazete ve kağıtları attıktan sonra sıra çekmecelere gelmişti. Çekmeceleri açtığımda bu temizlik işinin oldukça vakit alacağını anladım. Neredeyse her çekmece öylesine atılmış bir sürü fotoğrafla doluydu. Fotoğrafları toplayıp bir kenara ayırdım. Yağmur hala yağıyordu. Bol köpüklü bir kapuçino yapıp üzerime kalın bir şal alarak verandaya çıktım. Yağmur esintisiz ancak kuvvetle yağıyordu. dışarıda rahatça oturabilecektim. Bir yudum kapuçino ardından günün ilk sigarasını yaktım. Gözlerimi kapadım kendimi yağmurun sesine bıraktım. Huzurluydum. Gün istediğin dinginlikte gidiyordu. Bir süre hiçbir şey düşünmeden öylece oturdum. Birden aklıma fotoğraflar geldi. Onları masadan alarak dışarı çıktım ve bakmaya başladım. Fotoğrafların çoğu birkaç yıl önce yitirdiğimiz bir arkadaşla değişik yıllarda, değişik mekanlarda çekilmişti. Onları bir araya getirirken yaşadıklarımı anımsadım Yağmurun müziği şimdi oldukça hüzünlü geliyordu. Değişense, artık o fotoğraflara daha rahat bakabilmem ve o karelerin çekildiği günleri anımsayabilmemdi. Fotoğraflar beni hafta sonu göl kıyısındaki eve, iskeledeki günbatımı içkilerine, akşamları bahçede edilen danslara, güney kıyıları yada Karadeniz dağlarındaki gezilere taşıdı. Baktığım fotoğrafların onları bir araya getirdiğim günlerdeki kadar elimi yada içimi yakmadığını sadece onu özlediğimi fark ettim. Zaman acıyı alıyor yerine hüzün ve özlemi bırakıyordu. Derin bir soluk aldım. Artık içeri girip yarım bıraktığım işlere dönebilirdim. Dağılan fotoğrafları toplarken o an elimde olan fotoğraf kişileri ve fondaki görüntüsüyle beni başka bir anı yolculuğuna taşıdı. Fotoğrafta ortada bütün gençliği ve ışıltısıyla Seda, iki yanındaysa Handan ve ben duruyorduk. Fotoğraflar çekildikleri anın donmuş kareleridir. Genellikle gülümseyerek poz verilse ve o an mutlu bir görüntüye dönüştürülmek istense de bazılarında yaşamakta olduğunuz duygular olduğu gibi kareye yansır. Elimdeki fotoğraf bunun mükemmel bir örneğiydi. Anımsadım.
Hava alanındaydık Seda, o kısa ama oldukça yoğun ve ardında kökten değişiklikler bırakan hafta sonu ziyaretinden sonra Paris’e geri dönerken yanımızdan geçen birine çektirmişti. Tanımayanlar üçümüzü birlikte gördüklerinde çoğu kez Sedanın benim kızım olduğunu düşünürler Bu benzetmenin fiziksel bir benzerlikten çok ikimizde ortak olan bir armoniyi yansıttığını düşünmüşümdür. Oysa bu fotoğrafa bakan kim olursa olsun Seda’nın annesinin Handan olduğunu anlamamasına olanak yoktu. Seda ortamızdaydı mutluluğu ve gözlerindeki ışıltı onu olduğundan bile güzel gösteriyordu. Ben Seda’nın mutluluğunu paylaşır bir ifade ile objektife doğru gülüyordum. Handan ise biraz yandan Seda’ya doğru bakıyordu. Gözlerinde katıksız bir sevginin yumuşaklığı yüz hatlarında ise endişe ve üzüntünün oluşturduğu, gizleyemediği gergin bir ifade vardı. Kaç yıl önceydi ? Dört? Beş?

Havaların ısınmaya, günlerin uzamaya, doğanın canlanmaya başladığı bir dönemdi. Akşamüstü Ortaköy’de önce bir içki ardından balık yemeye karar verdiğimizden buluşma vaktine kadar odamda kalıp çalışacaktım. Günlük koşuşturmanın bittiği, telefonların artık çalmadığı, odaların ve koridorların sessizliğe gömüldüğü bu akşamüstü saatlerini severim. Yalnızlığın tadını çıkartmaya hazırlanırken bir yerlerde cep telefonumun çaldığını duydum. Cep telefonu ile ilişkim tüm arkadaşlarımca bilindiğinden önemli bir şey olmadıkça pek aranmam. Genellikle nereye bıraktığımı bile hatırlamadığımdan telefona ulaşmam hep uzun bir zaman alır. Neyse ki bunu bilenler yeterince çaldırmayı ihmal etmezler Epeyce çaldıktan sonra kapanmadan o kocaman çantamın içinde telefona ulaşabildim.
- Oh çok şükür! , Zeynep yine açmayacaksın sandım.
- Handan, sesin garip geliyor ne oldu?
- Seda’yı hava alanından alırmısın diye soracaktım.
- Seda mı geliyor? Harika ama neden? Hasta filan değil di mi?
- Sabah aradı. Ucuz bir bilet bulmuş Pazar öğlen dönecek
- Yani üç gün için onca yolu gelip gidecek mi? Pek mantıklı gelmedi doğrusu. Ne oldu ki ?
- Bilmiyorum bir şey söylemedi gelince anlatacakmış
- Yapma, eminim sormuşsundur
- Zeynep uzatma! Sedayı alabilir misin? Uçağı 19.40 da iniyor. Benim iptal edemediğim önemli bir toplantım var. Bu durumda akşamki buluşmaya da katılamayacağız. Seda indiğinde toplantıda olacağımdan telefonum kapalı olabilir.ama hiç değilse bana bir mesaj atsın.

- Tamamdır. Ben Sedayı karşılarım. Biz yeşilköyde ki balıkçı da oluruz. İşin bitince ara, nerede buluşacağımıza karar veririz.

Ortaköy buluşmasına gelemeyeceğimizi diğer arkadaşlara bildirip hava alanına doğru yola çıktım. Şansım varsa uçak inmeden orda olabilirdim. Handanın toplantı nedeniyle Seda’yı karşılayamaması biraz garip gelmişse de Seda’yı karşılamak, balık ve içki keyfini onunla yaşamak beklenmedik bir mutluluktu.
Düşündüğüm gibi arabaya bir park edip dış hatlar terminaline girdiğimde uçak ineli nerdeyse yarım saat olmuştu. Handan’ın karşılamaya benim geleceğimi Seda’ya haber verdiğinden emin olduğumdan gecikmemden dolayı pek fazla telaşlanmamıştım. Çıkış kapısına vardığımda, Sedanın çıkıp çıkmadığından emin olmak için cepten aramayı düşünüyordum ki, bir çığlık duydum
- Zeynooo, burada ne işin var?
- Seda bende seni aramaya hazırlanıyordum
- Annem nerde?
- Katılması gereken önemli bir toplantısı varmış. Benim geleceğimi sana söylemedi mi?
- Yooo, ama seni gördüğüme çok sevindim!
- Seda bu işte bir gariplik var. Toplantım var ben hava alanına gidemeyeceğim diye
iki saat önce beni arıyor, sana haber vermiyor. Zaten toplantıyı bir şekilde atlatamaması yeterince Handan işi değil ! birde sana haber vermemesi. Anlat bakalım neler oluyor?
- Dur yahu ayak üstü sorgulama! Ben önce bir annemi arayayım bakalım bu ne toplantısıymış? Bak sen, aradığımız kişiye ulaşılamıyormuş! Mesaj yollayım bari

- Yeşilköy de bir balıkçı var oraya gidelim mi?. Balıktan çok bir içkiye ihtiyacım var. Sanırım senin de olacak gibi gözüküyor!

Dışarıda ılık bir bahar akşamımı başlıyordu. Güneş çoktan batmıştı ama kızıllığı hala sürmekteydi. Yeşilköye doğru yola çıktık.

Seda mutlu ama gergin görünüyordu. O başlamadan bir şey sormamaya karar verdim. Önce biraz gevşemeli, konuşmayı doğal akışına bırakmalıydık. Handanla buluşmadan önce Seda bana açılır herhalde, zaten beni görmekten de bu nedenle memnun olmadı mı?

Küçük kayboluşlar ve birkaç yol tarifinden sonra balıkçıya ulaştık. Cuma akşamı olmasına rağmen çok kalabalık değildi. Denize yakın tenha bir masaya yerleştik. Birkaç meze ve birer duble rakı ısmarladık . Gözlerimi Sedaya çevirerek gülümsedim

- Haydi sağlığa ve beklenmedik ziyaretine
- Zeyno ben aşık oldum
- Sen zaten aşık değil miydin yani son görüştüğümüzde..?
- Bu sefer farklı
- Peki dinliyorum
- …………
- Peki ben senin yerine konuşayım. Anlaşılan aşık olunan zat ile ilgili bir sorun var. Bu durumda, ya bir eşcinsele, ya bir kadına yada evli ve çocuklu yaşlı bir adama aşık oldun.
- Sandığın kadar yaşlı değil!

Mesele anlaşıldı. Sakın basmakalıp tavsiyelerde bulunma, çeneni tut ve dinlemeyi bil bırak o konuşsun.

- Güzel.. Peki ama neden bu kadar gerginsin?
- Annem.. Benden nefret edecek
- Yapma Seda, annenin senden nefret etmesinin yada uzun süreli bir kızgınlık yaşamasının mümkün olmadığını ikimizde biliyoruz. Sadece üzülecektir . Nedenlerini sende biliyorsun.
- Neden buraya geldim sanıyorsun? Ama nasıl anlatacağımı dahası kırıcı olmadan nasıl savunacağımı da bilemiyorum
- Annen aşkın ne olduğunu bilir Seda.. Yani ortada anlatabileceğin bir aşk varsa ilk şoku atlattıktan sonra anlayacaktır. Ne kadarını biliyor?
- Evli biriyle birlikte olduğumu söyledim.
- Ne dedi?
- Hiç bir şey.. ben söyledikten sonra derin bir sessizlik oldu. Annem konuşamadı bile.
- Seni karşılamaya nedan beni gönderdiği açıklığa kavuştu. Eee.. anlat bakalım
- Üç ay oldu, benim proje hocam. Tahmin ettiğin gibi evli, Otuz yedi yaşında , yedi ve on üç yaşlarında iki kızı var bu senin öğrenmek istediğin kısmı, benim anlatmak istediğimse... İlgi alanlarımız aynı, müzik, felsefe, tiyatro. Beni zenginleştiriyor. Çok yönlü biri, bizim gibi çadırını alıp gönlünün istediği yerlerde kalmayı, yüzmeyi, dalmayı seviyor. Çok zeki, espirili ayrıca harika yemek yapıyor beni güldürmesini biliyor. Benden etkileniyor bunu hissediyorum……

Sedanın anlattıkları kendini aşık sanan herhangi birinin ilk etapta sıralayacaklarından pek farklı değildi. Seda coşku içinde kendine has hareketler ve mimiklerle konuşuyordu. Öyle genç, öyle coşkulu ve öylesine güzeldi ki..Gözlerim Sedaydı ama onu dinlemediğimi fark ettim.

Adamın böyle bir ilişkiye girmesinin altında ,eskiyen evliliğine taze bir soluk getirme, genç bir beden ve cinsellik arayışı olan geçici bir heves” gibi akla ilk gelen düşünceler dışında Sedaya hakikaten aşık olması yatabilir miydi? Gerçek şu ki, Seda yaşıtlarından oldukça farklı ve çok etkileyici bir kızdı. Bizimle birlikte çok kalabalık olmayan ama entelektüel bir çevrede, yaşıtlarının çoğunda olmayan farklı zevkler ve daha farklı ilgi alanları edinerek büyümüştü. Yaşıtlarının çoğundan farklı olarak marka düşkünlüğü olmadan değişik bir tarzda giyinirdi. Çok okur, ilgi duyduğu konuları sonuna kadar araştırırdı. İstanbul’ u, müzeleri yada bir sergiyi Seda ile gezmek, konuyla ilgili ayrıntıları öncesinde öğrenip, hikayeleriyle birlikte anlattığından hem keyifli hem de öğretici olurdu. Müzik konusunda ise oldukça etkileyici bir birikimi vardı. Kişilik olarak , haksızlığa tahammül edemeyen, atak, bildiğini söylemekten korkmayan, girdiği çevrelerde ön plana çıkan bir yapıdaydı. Seda ile her konuda bazen gün ağarana dek yaptığımız sohbetler nedeniyle ondaki bu zenginliğin ayrımındaydım. Orta yaşlarına girmekte olan şu proje hocasının Sedadan etkilenmemesine olanak yoktu. Seda’ya karşı hissettikleri, salt cinsellikten öte olmalıydı.

Sedanın coşkulu sesiyle düşüncelerinden geri döndüm

-Düşünebiliyor musun? Önceki ilişkilerimde hep beğenilen tarafımı öne çıkartırdım. Sanırdım ki karşımdaki beni sadece o tarafım için seviyor. Bu, ataklığım, cinselliğim, masumiyetim yada herkesten farklı oluşum olurdu. Bense, beğenilen tarafımı öne çıkarır kendim olmaktan ayrılır nerdeyse onun istediği biri olurdum. Bu isteyerek yaptığım bir şey değildi. Ama bir an bakardım ki ben sadece bir yönümle yaşıyorum. Oysa şimdi farklı, sanki ilk kez kendimim, hiçbir zorlama yok. Beni ben olduğum için seviyor ve bunu hissediyorum. Sonra cinsellik, o da çok farklı. Sandığının aksine uzun süre bana dokunmadı bile. Cinsellik birbirimizi tamamlayan parçalar yerine oturdukça kendiliğinden geldi. Bu adeta beyinsel bütünlüğün tende tamamlanması gibiydi. Bilinmeyeni birlikte keşfetmek gibi..
- Anlıyorum Seda, ben de .bu ilişkinin bir derinliği olduğunu, anlattığın duyguların tek taraflı olmadığını , ve sevgili hocanın senden gerçekten etkilendiğini düşünüyordum.
-Gerçekten mi?
- Gerçekten, bunları hoşuna gitsin diye de söylemiyorum. Fakat birde “ama”sı var. İlişkinin başlarında hele etkilenmeler karşılıklı olduğunda insan ruh ikizini bulduğunu düşünmeye başlar. Çiftlerin birbirlerini tamamladıkları hoş duygular yaşanmaya başlanır. Şanslıysan bu yıllarca da sürebilir. Ama söylemek zorundayım, evli birisiyle hele çocukları da varsa zaten baştan girmemen gereken bir ilişkide hissettiğin bu duyguların yıpranmaması sence de mümkün mü? Annen gibi konuşuyorum belki .. Neyse ön prova olsun bari..

-Bir isteğiniz varmı? Ara sıcaklara mı geçelim yoksa balık mı istersiniz ?

Tam söyleyeceklerimi toparlamak üzereyken araya garson girmişi işte. Konuşmaktan önümüzdeki mezeler nerdeyse duruyordu. Biten rakılar olmuştu. Birer duble rakı ve kalamar, karides, midye tava gibi sıcak mezeler istedik. Balık şimdilik durabilirdi.
Neyse garsonu uzaklaştırabilmiştim. Gözüm Sedaya takıldı muzipçe bana bakıyordu.

-Söyleyeceklerini düzgün sıralamakta ve hata yapmamayı düşünmekte olan Zeynep hanımı izliyoruz.
- Sen dalganı geç bakalım. ama haksız da sayılmazsın.
Garson rakıları ve buzu getirdi. Bir koca yudum alıp sigara yaktım. Alkol içimi ısıtmış, sigara biraz başımı döndürmüştü.
- Seda, evli ve çocuklu bir erkekle nereye kadar bir ilişki yaşayabileceğinin ayırımında mısın? Yaşadığın yerin Avrupa olması ise sana hiçbir artı sağlamaz zira bu tip ilişkilere duyulan tepkiler çok evrenseldir. Bak, bu ilişki kısa zaman sonra duyulacak, karısı ve çocukların haberi olacak, muhtemelen başka koşullarda tanışsan sevebileceğin seni de sevebilecek insanlarla çok farklı ilişkiler yaşamak zorunda kalacaksın. Seni aile düzenleri için bir tehdit olarak görecekler. Yaşadığın ve hissettiğin duyguların hak etmediğini düşüneceğin davranışlara maruz kalacaksın. Üstelik bu tepkileri duyan kişiler kendi açılarından haklı da olacaklar. Öte yandan okuldaki geleceğin yapmak istediğin kariyer dedikodular yüzünden tehlikeye girecek. Sevgili hocan şu anda samimi olarak sana aşık olsa da büyük olasılıkla karısı ve çocuklarını bırakamayacak. Ama diyorsan ki, Ben bütün bunlara hazırım. Hangi ilişki başladığında sonu garanti edilebilir ? Yaşamadan ne anlaşılabilir? Bu ilişki ile yaşayacağım zenginlikler çekeceğim üzüntüler hayatla tanışmamı sağlayacak beni olgunlaştıracak… Ona bir şey diyemem. Neyse ki, bağımlı bir kişiliğin yok Kendini korumasını bilirsin. Zamanın akışı içinde ilişkideki zorlamaları sen de fark edeceksin. Bitmesi gerektiği yerde bu ilişkiyi bitirebilecek misin? Kaldı ki ilişkiyi bitirmen gerektiği anı kavradığın zaman da duyguların hala yoğun olacağından bu karar zor olacaktır. Bunu göze alamaz ve ilişkiyi sürdürmeye devam edersen duygular yıpranır ayrılık daha kolay olur ama bu süreçte ikiniz de zarar görürsünüz. Seda, daha ne diyebilirim ki yaşa ve gör. Zaten seninde yapmak istediğin bu değil mi?

- Söylediklerinin her kelimesini benimde düşünmemiş olduğumu sakın sanma ama şu anda beni tek düşündüren, anneme nasıl açıklayacağım. Kendisinin evli bir adamla yıllarca süren ilişkisine karşı bir tepki olarak böyle bir ilişkiye girdiğimi düşünecek, bundan dolayı kendini suçlayacak, zaten yıllarca da suçlamadı mı? Oysa ben onu hiç suçlamadım. Tarık abi ile ilişkileri başladığında zaten babamla ayrılmışlardı. Yıllarca birbirlerini sevdiler ve saygı duydular. çok güzel bir beraberlik yarattılar , Ben ilişkilerini hep bildim bana yalan söylemediler. Belki de onların yaşadığı ilişkinin doğallığıdır kendimi böyle rahat hissettiren. Ama diyeceksin ki ilişkilerinin böyle olmasına rağmen Tarık abi çocukları büyüdükten sonra bile ailesini terk edemedi. Acaba onlar nelerle yüzleştiler annem bana bunları anlatır mı ne dersin?

- Tabi, iki gün boyunca başka ne konuşacaksınız ki ? Seda fazla olacak biliyorum ama babana ne söyleyeceksin?

- Babam yurt dışında biliyorsun haftaya Paris’e beni görmeye gelecek. Onunla orada konuşacağım. Biliyor musun? Babam annemden daha zor. Annemin tepkilerini kestirebiliyorum. Zaten şu yaşıma kadar hep onunla konuştum. Babama ulaşmak aklından geçenleri anlayabilmek kolay değil. Kararı bana bırakacak ve her zaman yaptığı gibi bu meseleyi de anneme havale edecektir. Babam için kolaycı düşündüğümü sanma aslında onu anlayabilmeyi çok isterdim ama o zorlandığı her anda kendini soyutlar bilirsin. Bu bencilliği, kendini korumak için. O, hiçbir zaman kendiyle yüzleşmemiştir. Yüzleştiği zaman göreceklerinden öyle korkuyor ki… Annemle yaşadıklarında onca yıllık evliliklerinin hiçbir kavga gürültü olmadan çok iyi anlaşıyorlarmış gibi görünmesine karşın çözülmesinde bile kendiyle yüzleşemedi, sadece her zaman yaptığı gibi kararı anneme bıraktı. Evliliklerinin yürüyememesi ve ardından annemin Tarık ağabeyle başlayan ilişkisinde, neler yaşadı bunu hiç bilemeyeceğim. Öte yandan bugün insanlara farklı ve çekici gelen bazı özelliklerimde babamın katkılarının da biliyorum. Babamın o muhteşem plak koleksiyonu olmasaydı müzikle olan ilgim şimdiki gibi olamazdı. Sonra, doğayla ve denizle olan ilişkim. Babamla en iyi geçirdiğimiz zamanlar birlikte çadırımızı alıp nereye gideceğimizi kararlaştırmadan aklımızın estiğince gittiğimiz, yüzdüğümüz, daldığımız ve gün boyu yürüdüğümüz kısa tatiller. Akşam olup birlikte kaldığımızda annemle olan ilişkilerini, nasıl evlendiklerini şimdi neler hissettiğini anlattırmak istediğimde hep o bildiğim kısa yanıtları verdi. Babam hep oynuyor, bu oyuna kendini öylesine kaptırmış ki oyunların artık gerçek olduğunu düşünüyor. Bende bu oyunun içine bir yerden giriyor bana düşen rolü oynuyorum. Bazen bu oyunu kendi yönüme çekmek istiyorum. Ama babamın senaryosundan dışarı çıkamıyoruz.

Hayat zaten bir oyun, bizde oyuncuları değil miydik. Oyunu kuralına göre oynayanlar bu oyundan en az zararla çıkarlardı. Bazen duygular öne geçer oyunculardan biri yada birkaçı kurallardan uzaklaşırdı. Senaryo hep aynı olsa da oyuncular değiştiğinden her seferinde aynı senaryo farklı gelişebiliyordu. İşte Handan ve Sedaya aynı senaryo düşmüştü. Handan bu oyunu bütün sancıları ve aşkı ile on yıldır oynamaya gayret göstermişti. Duyguları rolünün önüne geçmişti. Acaba Seda aynı rolü nasıl oynayacaktı? Seda’nın babası ise oyunun kurallarından ayrılmamayı seçmiş, duygularını bastırmış kendince, kendini korumuştu. Benim bu oyundaki rolüm de korumacılığını paylaşım ve anlayışın altında gizleyen abla rolü değil miydi?

Handan çoktan eve gelmişti. Toplantı bahaneydi. Sedayla karşılaşacak gücü henüz yoktu. Sedayla dün geceki konuşmalarında onun evli biriyle birlikte olduğunu anlamıştı. sonrasını hatırlamıyordu. Konuşamamış ve telefonu kapatmıştı. Üzerinde iş kıyafeti elinde yarılanmış viski bardağı ile karanlık balkonda karşısında dolunay öylece oturuyordu. Çok sevdiği bu görüntü bile içini ısıtmaktan uzaktı. İçi öyle soğuktu ki dışarının serinliğini bile hissetmiyordu. Kendi evli bir adamla on yıldır bir ilişki sürdürürken kızına ne söyleyecekti. Tarık’la on yıl süren ilişkilerinde hep bu ilişkiyi bitirmesi gereken tarafın kendisi olduğunu bilmiş ama bir türlü yapamamıştı. Sedanın bilmediği Tarık’la ilişkisinin başladığında hala evli olduğu idi. Gerçi bu gizlilik ancak bir yıl sürmüş sonrasında Uğurdan ayrılmıştı. Sonrasında ilişkileri yağmurla beslenen bir tohum gibi çatlamış, filizlenmiş ve on yıl içinde bir ağaca dönmüştü. Bu ağacı Tarık’la birlikte büyütmüşlerdi. Kökleri derindeydi, sökmeye her uğraştığında canı çok yanmıştı ama şu an hissettikleri çok farklıydı. Kızına, yaşamayı düşündüğü ilişkinin ne denli yanlış olduğunu kendi yaşadıkları üzerenden anlatabilmesi için öncelikle kendi yaşadığı , ilk andan beri bitirmesi gerektiğine inandığı ancak bu cesareti bir türlü bulamadığı ilişkisini bitirmeliydi. Seda’nın şu anda yaşadıkları karşısında kendi ilişkisi, o özenle büyüttüğü ağacı birden anlamsızlaşmıştı. Uğurla birlikte oturdukları evin bahçesinde havuz kenarındaki o salkım söğüdü hatırladı nedense. Nasıl da birden kuruyuvermişti. Kendi ağacının da kurumaya başladığını hissetti. İçi acıyla doldu ama kızı her şeyden önemliydi. Bu ilişkiyi bitirecekti. Kararı öylesine kesindi ki birden içinde bir ferahlama hissetti. On yıl boyunca içini sürekli kemiren bu düşüncenin gerçekleşebilmesi ve ayrılık kararının verilebilmesinin böyle bir huzur yaratabildiğine inanamadı. Sonrası… Sonrasını şimdi düşünmeyecekti. Sancılı olacağını biliyordu. İnanamıyordu ama sonrası artık onu korkutmuyordu. Karar vermek Handanı rahatlatmıştı. Artık mumları yakabilir, bir içki daha koyup biraz huzur bulmuş olarak dolunayı yaşayabilirdi.

Pazar sabahı havaalanına birlikte gittik . Seda mutlu ve neşeliydi. Handanın gözlerindeyse hüzün ama aynı zamanda ummadığım bir sakinlik ve huzur vardı. Sedayı yolcu ettikten sonra eve dönerken uzunca bir süre konuşmadık. Sedayla neler konuştuklarını, neler hissettiğini, ne yapacağını sormak, Sedayla konuştuklarımızı paylaşmak istiyordum. Arabayı kullanırken bir ara başımı çevirip ona baktım. Gömüldüğü sessizlik içinde başka bir yerdeydi. Bu sessizlik ne kadar sürdü anımsamıyorum ama bozan Handan oldu.

- Merak etme iyiyim. Tarık’tan ayrılıyorum. Bunu hallettikten sonra konuşuruz. Biliyorsun buna ihtiyacım olacak ama şimdi konuşmayalım olur mu?

Aradan oldukça uzun zaman geçti. Seda ilişkisini bir yıl dolmadan bitirdi. Bana “merak etme oyunu kurallarına göre oynadım” diye bir mesaj göndermişti. Fakülteyi bitirdi. Şimdilerde doktorasını yapıyor. İki yıldır birlikte çalıştığı bir arkadaşınla birlikte. Evlilik ilişkilere zarar verebilir diye bu süreci geciktirmeye çalışıyor. Haksız da sayılmaz hani…
Handan verdiği kararı uyguladı. Bunda öylesine kararlıydı ki Tarık’ın direnmesi sonuç vermedi. Arkadaşlıkların kesmediler. Dostluğu korumasını bilen ve boşandıktan sonra da bunu sürdürebilen çiftler gibi nadir de olsa görüşüyorlar. Handan, zaman içinde Tarıktan boşalan zamanı başka uğraşlarla doldurabildiğini fark etti. Şimdi daha dingin ve huzurlu. Gözlerinde ise ona yakıştığını düşündüğüm hüzün kaldı.

Nükhet Tüzüner

Salı, Ocak 16, 2007

Geç Gelen Mutluluk



“Peki, Cemal’cim tamam. Şimdi telefonu kapatmam lazım…İki üç gün içinde gözden geçirir, düzeltmelerle sana yollarım.”

“Abi yalnız fazla vaktimiz yok… Yeni baskıyı Kitap Fuarı’na yetiştirmemiz lazım.”

Bir elinde telefon, öbür elinde ütü konuşuyordu.

Bir an önce bu konuşmanın sona ermesini istiyor; akşam davetli olduğu yere geç kalacak yoksa…Çıkmaya hazırlanırken gömleğini giymiş, kravatını takmış, sıra pantolonunu giymeye geldiğindeyse ütüsünün bozuk olduğunu fark etmişti… Alelacele bir ütü basayım demişti.

İşte tam o sırada gelmişti telefon…

Telefondaki Cemal’di, yayıncısı…

“Tamam Cemal’cim…Merak etme, en kısa zamanda düzeltip gönderirim.”

Kapı çalıyor…

Ütüyü bırakıp, elinde telefonla kapıya yöneliyor, açıyor: Kapıcı…
Kapıcı Cemal, şaşkın gözlerle; gömleğini giymiş, kravatını takmış, traşını olmuş, saçları taralı, üst tarafı şımşıkır; alt tarafında ise sadece don, yarı çıplak kapının ağzında telefonla konuşan Süleyman’a, onun aşırı kıllı bacaklarına hiç beklemediği bir anda bir sapığın tecavüzüne uğramış mağdur hissiyle bakıyor.

“Çöp var mıydı abi?”

“Hayır Cemal efendi, sağol çöp yok.”

Telefonun öbür ucundaki yayıncısı soruyor:

“Efendim abi, bir şey mi dedin!?”

Birden yayıncısının isminin de aynı olduğunu hatırlıyor.

“Hayır, Cemal’cim kapıcıyla konuşuyordum… Onun adı da Cemal de…”

“Peki abi, derdimi anladın herhalde. Senden haber bekliyorum.”

“Tamam merak etme.”

Oflayıp telefonu kapattı. Bir an önce çıkması lazımdı. Niye önceden hazırlanmamıştı da yine böyle telaşa sokmuştu kendisini.

Çok gerginim, inşallah Cemal’i kırmamışımdır, diye düşündü. Aslında onun kitabını basmasa ne kaybederdi ki? Hiç!...Hiç bir şey kaybetmezdi. Koskoca bir yayınevi, tek bir kitabın sonrasında ürün veremeyen, önemsiz bir öykü yazarının kitabının yeni baskısını yapmazsa ne olurdu ki?... Cemal’inki bir vefaydı; eski bir dostun hatırını saymaydı aslında.

Eskiden Cemal’in küçücük bir han odasında, yine küçücük bir yayınevi vardı. Nefesi kokuyordu; kirasını bile verebilecek durumu yoktu. Matbaalara borcu boyunu aşmıştı; dağıtımcılara kitaplarını dağıttıramıyor; kitapevlerine ulaşamıyordu. Telif falan da ödeyebilecek durumda değildi. Hiç yılmamış, senelerce direnmiş; o küçücük yayınevini, koskoca, itibarlı bir yayınevi haline getirmişti. Takdir etmek lazımdı.

Birkaç büyük yayınevi dosyasını reddedince bir tanıdık aracılığıyla Cemal’le tanışmıştı. Öykü dosyasını ona vermişti. O da okumuş, yeniden buluştuklarında, “Abi bu müthiş bir dosya,… Öykülerini çok sevdim; ben, ne yapıp yapacağım, bu kitabı basacağım,” demişti.

Kitabın ilk baskısı 86 yılında yapılmıştı. O zamanlar otuz beşlerinde idi. İkincisi 96’da,…üçüncüsü yapılacaktı şimdi de. Elli beşli yaşlarına gelmişti. 30 yılda üç baskı; hepsini toplasan 3 bin adet.

Aradan geçen bunca zamana, kitabın daha önce iki defa basılmış olmasına rağmen, her seferinde düzeltilecek bir şeyler olurdu. Kurguya pek dokunmasa bile, bazen virgüllerin yerini beğenmez değiştirir, sözcüklerin yerine anlama daha uyan yenilerini koyardı.

Hele o malum “Geç Gelen Mutluluk” isimli öyküyü her seferinde değiştirmişti. Öykü, aslında bir öz yaşam öyküsü değildi, kurmacaydı… Hikayenin kahramanı olan adam kendisinden yaşça çok küçük genç bir kıza aşık olmuştu; adam otuz beşlerinde, kız ise yirmili yaşlarındaydı. On sene sonra ikinci baskı yapılacağı zaman kızın yaşını yine yirmilerinde bırakıp, adamın yaşını kırk beş olarak değiştirmişti. Bu sefer de kızın yaşını yirmide bırakıp, adamın yaşını elli beş olarak değiştirecekti.

Çoraplarını giyerken güldü… Evet, bu bir öz yaşam öyküsü değildi, ama öyküde anlatılan şeyler kendisinin şimdiki durumuna çok uyuyordu…

Kitap, ilk çıktığında çok heyecanlanmıştı. Kapı kapı dolaşıp, dergilerde kitap eleştirisi yazan tanıdıklarına belki hatır için iyi bir şeyler yazarlar umuduyla elden vermişti. Beyoğlu’ndaki bütün kitapçıları her gün dolaşıp, raflardaki kitabını yeni çıkanlar-çok satanlar bölümüne çaktırmadan yerleştirirdi; tanıdık kitapçılara kitabını vitrine koymaları için özel ricalarda bulunmuştu. Sonra?...Sonrası malum…

Öykünün ekonomisi yoktu işte.

İşte bütün mesele bu…

***

Bu lafı ilk kez karısına mı söylemişti : Öykünün ekonomisi yok.

Dün gibi hatırlıyordu bu lafı ilk söylediği günü.

Bir tatil sabahıydı… Kalkmışlardı…Çocuklar o zaman daha çok küçüktüler; oğlu Devrim ile aralarında altı yaş bulunan kızı Öykü henüz uyanmamışlardı. Karısı mutfakta kahvaltı hazırlığındaydı.

“Çocuklar uyuyor mu?”

“Hı hı..”

“Acıktıysan beklemeyelim. Kahvaltı hazır… Ben çayı demledim; sen kapıya bak; kapıcı ekmeği, gazeteyi getirmiş mi? ”

Oturmuşlardı…

“Gazete ister misin?”

“Yok başka bir şey okuyorum.”

“Kahvaltıda da mı öykü okuyacaksın?”

“Canım şimdi gazete okumak istemiyor, sonra okurum.”

“Öykü okumak yetmiyormuş gibi bir de yazıyorsun!”

“Kime ne zararı var ki? Öyküyle ruhumu temizliyorum.”

“Aman aman…”

“N’apim, enişten ya da diğer erkekler gibi araba, futbol, karı kız muhabbeti mi yapayım?”

“Keşke öyle yapsan; belki daha sevimli olursun.”

“Onu da yapıyorum… Sana ofsayt kuralını öğreteyim mi?”

“Aman eksik kalsın.”

“…”

“Çayın açık mı olsun?”

“…”, “Öykü dünyasının insanları iyi insanlardır. Okurları, yazarları, yayıncıları…Çıkar ilişkisi yoktur aralarında…Zira öykü, çok okunmaz, satılmaz; ticari bir yanı yoktur. Öykünün ekonomisi yoktur.”

“Başkaları kötü mü yani?”

Tatsız bir tatil sabahı kahvaltısıydı. Şüphesiz bir iki sene geçmeden ayrılmalarının sebebi olabilecek gerginliklerden değildi. Ama sanki dün olmuş gibi hatırlıyordu.

***

Sonunda pantolonunu, ayakkabılarını giyip kendisini sokağa atabildi. Telaşlı adımlarla caddeye çıkıp, bulduğu ilk taksiye atladı.

Çok geç kalmamıştı inşallah… Seda ısrarla annesiyle tanıştırmak istemişti. Haklıydı tabii: Hayatını paylaşmayı düşündüğü insanı yine hayatını paylaştığı başka biriyle, üstelik hayatta en fazla değer verdiği insan olan annesiyle tanıştırmak onun da hakkıydı.

Seda, “anneme biraz çıtlattım,” demişti. Tepkisi ne oldu, diye sorduğunda , “Hiç sorma… Felaket…: İki göz, iki çeşme,” diye cevap vermişti. “Tanımadığı birisine niye karşı çıkıyor ki?” diye yakındığındaysa Seda gülmüş, “Hayatım, ikide bir yüzüne vurmak istemiyorum, ama aramızdaki yaş farkını unutuyorsun galiba…”

Hiç başka laf etmeden başını öne eğmiş, “Haklısın, canım…haklısın,” demişti.

Seda, sarılıp, yanaklarından öpüp, “ Sıkılma canım, o da zamanla alışır,” diye avutmuştu.

Geç kaldığı yetmiyormuş gibi, yağmurun etkisiyle gıdım gıdım ilerleyen trafik yüzünden, sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. Taksi nihayet Sedaların evinin önünde durdu.

İndiğinde uzun süre acaba geri mi dönsem, diye düşünerek ayakta dikildi. Sonunda cesaretini toplayıp apartman kapısından içeri girdi. Öfff, şu akşam bir bitse…


***
Kapı çalıyor.

Heyecanlı bekleyiş anlarının doruğu…

Kendisine çeki düzen vererek koridorda telaşlı adımlarla kapıya yöneliyor. Açıyor. Kapıda bir adam. Yakışıklı, orta yaşlı bir adam. Bu adamı bir yerlerden hatırlıyor.

“Aaaa, Süleyman Abi !... Nerden çıktın sen ?!”

Adam kapının ağzında kala kalıyor.

Böyle anlarda anılar, en unutulmuş ayrıntılar dahil saliseler içinde belleğimizde canlanır.

Çok gerilerde kalmış; bir yanıyla güzel, bir yanıyla acı ve korku dolu günleri aralayıp gelen Süleyman abi kapıda.

Belki de şimdi arkaya bakıldığında güzel gelen günler… Genç, umutlu olunan; ancak bir o kadar da karanlık günlerdi aslında… Okul günleri,…gerçek dostluklar, inanılan umutlu gelecek…Provokasyon,… çatışma,…baskı,…ve arkasından darbe.

Eylemlerde; afiş yapıştırmada, kuşlamada, korsan mitinglerde Süleyman Abi de yanlarında olduğunda kendilerini güven içinde hissederlerdi hep. Bütün tehlikelerden koruyacak olan Süleyman Abi…

Hayran olunan bir Süleyman Abi…Belki de aşık olunan…

Sonra darbe,…savruluşlar,…gözaltılar, tutuklamalar,…işkence,…kaçışlar, ölümler.

Süleyman Abi, kaçak… Bir dağ köyünde saklanıyormuş…Dağ köyünden ayrılıp Filistin’e geçmiş…Filistin’den dönüşte, sınırda yakalanmış, gözaltına alınmış…Süleyman Abi çok işkence görmüş, ama yiğitçe direnmiş…

Arkadaş çevresinden gelen yarım yamalak haberler.

Sonra günlük debeleniş günleri,…Maişet derdi,.. aceleye getirilen evlilikler,..çoluk çocuk,…ayrılıklar… Çocukluk-gençlik ve orta yaş arasına sıkıştırılmış yaşam yumağı…Gençliklerini yaşayamadan çocukluktan orta yaşa atlayan, harcanmış bir kuşak.

“Nerden buldun beni? Nuran mı verdi adresimi?”

Nuran !? Kimdi Nuran?..

“Handan?”

“Çok değişmişim d’il mi, Süleyman Abi?”

Düşünülen, ama söylenemeyen sözcükler geçiyor zihninden : Değişmek de laf mı, Handan. Gözlerin, şu güzel gözlerin olmasa asla seni tanıyamazdım. Ama onlarda da o eski parlaklık, sevinç, umut yok.

“Niye kapıda kalakaldın Süleyman Abi, içeri gelsene.”

Süleyman şaşkınlığını atmış, içeriyi kolaçan eden gözleri iki adım önde içeri giriyor.

Üzeri mezeler, zeytinyağlılar, çeşit çeşit peynirler, salatalarla donatılmış bir masa girdiği özenle döşenmiş salonun hakimi. İçeride başka kimse yok…

Şaşkın, ama içinde hala bir ümit : Keşke yanlış bir eve gelmiş olsa.

***

Kendisine gösterilen bir koltuğa oturdu.

Handan :

“Eee…Anlat bakalım Süleyman abi,…seni hangi rüzgar attı?”

Daha ağzını bile açmaya fırsat bulamadan salona banyodan yeni çıkmış; en güzel giysisi üstünde, buhardan pembeleşmiş yanakları ile Seda girdi.

“Aaaa, Süleyman sen geldin mi? Duymadım…”

Handan, sen Süleyman ağabeyi tanıyor musun, diye soran gözlerle kızına bakıyor.

Seda:

“Annecim, işte merakla tanışmak istediğin müstakbel damat adayın bu yakışıklı adam,” diyor.

Handan, Süleyman abi ben artık sana “damat” mı diyeceğim, sen de bana “anne” mi diyeceksin diye, soran gözlerle bakıyor Süleyman’a.

Süleyman’da ses yok… Belli ki karşılaştığı durumun şaşkınlığını üstünden atamamış. Sadece vaziyeti idare eden bir gülümseme var dudaklarında.


M.Hakkı Yazıcı