Salı, Mart 29, 2005

Emrullah

Emrullah’ın sorunu belki de Bach’ın kaleminden ete kemiğe ve şekle bürünmemiş olmasıydı. Bahch’ın anlattığı Jonathan olsaydı, muhtemelen Emrullah’ın kaderi böyle olmayacaktı. O da enginlere doğru uçacak, ufuğu en yüksekten gören, taze balık yiyen, hızlı uçma konusunda uzman ve aykırı bir kuş olacaktı.

Ama öyle olmadı...

Emrullah, İstanbul martı nüfusunun önemli bir kısmını barındıran Kurtuluş’ta eski bir evin çatısında, başka yuvalardan çalınan çer çöple kurulan derme çatma bir yuvada dünyaya geldi. Civarda bolca bulunan martı yuvalarındaki yavrularla birlikte, çığlıklarla hem birbirlerine hem de çevrede yaşayan diğer canlılara huzur verdirmemecesine büyüdü. Anne babasının getirdiği yiyeceklerle beslendi, sonra bembeyaz tüyleri ile uçmaya çalışan çok güzel bir martı oldu.

Uçmayı öğrendikten sonra annesinin peşinde koşarak bir süre ondan yiyecek dilendi, sonra anladı ki artık azat edilmişti, ona yiyecek verecek başka martı da yoktu, bilakis yiyeceğini çalmaya çalışan başka martılar vardı. Aç kalarak rekabet etmeyi ve yaşamayı öğrendi. O da kimseye muhtaç olmadan kendi karnını doyurmanın yollarını buldu.

Her sabah günün ilk ışıkları ile uyanıp, karınlarını doyurdukları Kemerburgaz çöplüğüne yollanır, çöpün o günkü bolluğuna göre beslenir, kalan vakte göre bazen Karadeniz kıyılarına uçardı. Denizin üzerine konup, çöpte üzerlerine bulaşan kirden biraz arınır, sonra da kumsalda pineklerdi. Akşam saatlerinde yine gecelediği çatıya dönerdi.

Yaşamayı öğrendi dedik ya, büyüdü , büyüdükçe kirlendi ve yaşamın monotonlaştığından yakınmaya başladı...Bunlar Emrullah’ın suçu değildi, hayatı monoton yaşamak, tüylerini kirden uzak tutabilmek, çürümüş bir parça et için diğer martılarla veya kargalarla kıyasıya kavga etmek, bu uğurda belki de kanadındaki onun için çok değerli olan ve asla bir daha yenilenmeyecek bir kaç teleğini kaybetmek.

Geceledikleri yer ile çöplük arasındaki günlük uçuşlarında İstanbul’u havadan gördü; güzel kentti. Ama sabahları da akşamları da güneşe ters uçtuklarından olsa gerek güneşin kızıllığının içinden geçmeye çalışmanın tadını bilemedi, Arkasına bakmayı akıl etse belki de genlerinde gizli kalmış, yok olmak üzere olan duyular harekete geçecek ve ne olursa olsun deyip batmakta olan kocaman tepsi şeklindeki kıpkırmızı güneşe doğru yol alacak, ona ulaşmaya çalışacaktı. Dışarıdan bakıldığında kıpkırmızı bir tepsi içinde bir karaltı, kanatları açık bir martı olamadı hiç. Hem de kanat uçları her iki uçtan tam da tepsinin sınırları içinde. Emrullah’ın böyle bir fotoğrafı hiç olmadı.

Emirlere itaat Emrullah’ın genlerine işlemişti. O da bilseydi eğer, hayal edebilseydi; Jonathan gibi gençliğinde yaşlı martılara başkaldırmayı dener, çöpte beslenmek yerine balık dolu denizleri bulabilmek için uzak mesafelere uçardı sabah erkenden. Ve de akşam saatlerinde karnı taze balıkla doymuş, tüyleri kirlenmemiş, yıpranmamış çok sağlıklı bir martı olarak uzak mesafelerden kanat çırpardı geri evine. Genlerinde silinmiş ya, farkında değildi neler kaçırdığının, denemeyi aklından bile geçirmemişti. Dedik ya bunlar onun suçu değildi.

Bilebilseydi eğer, fırtınalı günlerde kayalara çarpan dalgaların arasında uçmayı, havaya karışan tuzlu su damlalarını içine çekmeyi, yapardı. Yeteneklerinin farkında olsa; uçma teknikleri üzerinde doğanın ona bahşettiklerini bilebilse; hiçbir fırtınaya aldırmadan, kanatlarını açıp kapatarak istediği manevrayı yapabilirdi. Ama genlerindeki özgürlük izleri silinmişti ve çok az miktarda kalan birkaç özellik de kullanılmamaktan belki onunla birlikte yok olacak, sonraki kuşaklara aktarılamayacaktı. Dedik ya, Emrullah Bach’ın martısı değildi.

Başkaldırabilseydi düzene, o da akşam kızıllığında güneşin batışına kanat çırptıktan sonra konaklamak üzere sakin bir mendireğin üzerine tünemek, orada gecelemek isterdi. Martı çığlıklarının daha az olduğu, her gece birkaç arkadaşlarını kaptırdıkları, ölümü göze alarak aralarına kadar girmeye cesaret eden arsız kedilerin olmadığı bir mendireğin veya adacığın kayaları üzerinde. Sakince, sürekli tetikte değil, uyuyarak.

Karnını taze balıklarla doyurabileceği, verimli denizleri olan bir diyarın temiz ortamında. O da hiç istemezdi, bembeyaz tüylerinin bir daha hiç ağarmamacasına kararmasını. Çöplükte yiyecek aramayı bilmemeyi, yiyecek için kavga etmemeyi, ihtiyacı kadar yemeyi, başkalarına da yiyecek bırakmayı. Bolluk olsaydı belki, Emrullah bunları öğrenecekti.

İşte böyle, tüm bunlar Emrullah’ın suçu değil; çünkü o Bach’ın kaleminden ete kemiğe bürünmedi.

O üzerinden sıkça silindir geçen bir toplumda, aydınlanmanın gerçek anlamda hala yaşanmadığı, özgürlüğün ise sadece bayrağın gökyüzünde dalgalanması zannederek büyüyen bir nesil bireyinin dilinden, kaleminden kağıda aktarıldı.

Emrullah’ın ufku, doğduğu ve yaşadığı zamanda ona yapması için belirlenenlerle sınırlı kaldı, yeni şeyler yapmaya kalktığında ayıplandı, dışlandı. O ne yaptı ; hemen yıldı, pes etti, tekrar denemeyi istemedi; belki damağında birazcık tadı bile kalmadı.

Allah’tan çok bedel ödemedi. Boşa yaşanan bir hayat, bedel değilse eğer. Oysa kanarya olup tüm ömrünü bir kafeste de geçirebilirdi. Sahibine şarkı söylemek zorunda kalabilirdi. En fazla kafesinden çıkıp yaptığı birkaç metrelik uçuşları özgürlük sanabilirdi. Ve o özgürlükten korkup kafesine geri dönen bir kanarya olabilirdi.

O kendisini tutan şeyin dışarıdan değil kendi içinden geldiğini bilemedi hiç. Bunları düşünecek zamanı bile bulamadı, ekmek kavgasından, ne için ? Kokmuş, kurtlu bir kaç parça et için.

Hani hiç de eğlenceli günler olmadı değil hayatında. Gençliğinin ilk günlerinde karşı cins bir martının peşinde açlığını unutarak ters yöne gitmişti. Denizin üzerine dalış yapan martıları gördü. Yaklaştığında bunların vapurlardan atılan ekmekleri almak için dönüp duran ve arada denize konan martılar olduğunu anladı, farkında olmadan o da aralarına katıldı, döndü durdu. Ama bir lokma bile kapamadı, taze simit tadını bilemedi.

Çöplükte kursaklarını doyurdukları bir gün deniz kıyısına gitmiş, balık ağını çeken bir tekne civarındaki ağın içindeki balıklardan kapmaya çalışan martıların arasına karışmıştı. Karnı çok toktu belki de, belki de balık kapmak için yeterince çalışmadı, riske girmedi. Emrullah bir balık bile kapamadı, taze balık tadını bilemedi, bir daha da denemedi hiç.

Diğer martılar gibi Emrullah’ın da yavruları oldu zamanı geldiğinde. O da çevre yuvalardan çaldığı çer çöp ile bir yuva kurdu, yavrularını o yuvada büyüttü. Aynı mahallede kendi doğduğu çatıda. Biz zamanlar kendi yaptığı çılgınlıklara çocuklarının yapmasına karşı çıktı, onlara kızdı. Yavrularının büyümesini izledi, onların uçma zamanı geldiğinde kar beyazı tüylerini kıskandı, duygularını kimseyle paylaşamadı.

Birkaç nesil yavru büyüttüğünde eski gücünü kaybettiğini o da anladı. Artık uzak mesafelere uçamıyor, kanatlarındaki telekler hayat mücadelesinde fazlaca yıpranmış olduğundan genç martılara göre daha fazla kanat çırpması gerekiyordu aynı mesafeyi uçabilmek için. Yorgun bedeni, ancak alışılagelmiş düzene kafa tutan genç martılarla tartışmalarda ancak eski gücüne kavuşuyordu.

Bir sabah güneşin ilk ışıkları göründüğünde martı çığlıkları arasında Emrullah’ın sesi duyulmadı. Yaşam gailesi peşinde koşan diğer martılar, çöplüğe doğru uçmaya başladıklarında, kırmızı kiremitli çatıda kirlenmiş kanatları ile yığılmış kalmış olan Emrullah’tan akşam saatlerinde geriye nasılsa rüzgarla uçmamış bir kaç tüy parçası kaldı.

İşte Emrullah’ın hayatı böyle geçti. Dedik ya bu onun suçu değildi, o Martı Jonathan değildi.

REFİK KOCABAŞ

Cuma, Mart 25, 2005

DON QUİJOTE OLMAYAN ADAM


Orhan Pamuk "Bir kitap okudum, hayatım değişti" demiş, hangi kitabı okuduktan sonra hayatı değişti bilmiyorum, merak da etmiyorum; ama benim hayatım Don Quijote'yi okuduktan sonra değişti.

Perişan durumdayım. Aşık oldum. Hem de sırılsıklam. Biliyorum, “kırkından sonra azanı teneşir paklar” diye düşünüyor olabilirsiniz, buna kızmam ve kırılmam; ama ne yapayım, elimde değil. Ardarda gelen bir çok rastlantı buna sebep oldu.

Birincisi rastlantı çok az televizyon seyretmeme rağmen beş on yıl kadar önce bir akşam kanallar arasında gezerken Yaşar Kemal'le yapılan bir söyleşiye rastlamam oldu. Adana'da geçen çocukluğunu ve kitap okumaya nasıl başladığını anlatıyordu.

Aklımda kaldığı kadarıyla kırklı yılların başında Abidin Dino'nun ağabeyi Arif Dino Adana'da sürgündeymiş ve Yaşar Kemal ondan okumak için kitap istemiş. Sonra bir gün Arif Dino Yaşar Kemal'e "gel, senin için İstanbul'a sipariş ettiğim kitaplar gelmiş" demiş. Birlikte Adana garına gidip trenle gönderilen kitap dolu koca bir sandığı almışlar. Yaşar Kemal sandığı sırtlamış, sevinçle odasına gelmiş. Üstat "eve gelince sandığı açtım" diye anlatıyordu, "saydım, benim için yüz tane kitap seçmişti ama içlerinde üç takım Don Kişot vardı. Ertesi gün ikisini Arif Dino'ya götürdüm 'bunları fazla göndermişler, al başkasına verirsin' dedim. Arif Dino bana 'ben senin için bilerek üç takım Don Kişot sipariş ettim, birini eskitince diğerlerini okursun. Don Kişot öyle bir romandır ki hayatının sonuna kadar defalarca okuyacaksın, her seferinde farklı bir tad alacak, yeni güzellikler keşfedeceksin' dedi" diye anlatıyordu.

Ben çaktığım derslerin kitapları dışında hayatımda hiç bir kitabı iki kere okumamış biri olduğum için bu söylediği bana çok ters gelmişti. Yine de Don Quijote'u "belki emekli olunca okurum, bulunsun" düşüncesiyle satın alıp kütüphaneye koymuştum.

İkinci rastlantı edebiyat klübü toplantımızda "bundan sonra ne okuyalım" diye sorulduğunda çenemi tutamayıp Cervantes yılı dolayısıyla Don Kişot okuyalım önerisinde bulunmam, bir kaç kişinin desteklemesi ve araştırma işinin üzerimde kalması oldu. Bu 900 küsur sayfalık kitabı artık okumak zorundaydım.

Büyük bir görev aşkıyla Don Quijote'u okumaya başladım. Yine yıllar önce bir kitapçıyı dolaşırken aklıma esip aldığım ama okuyamadığım, adı aklımda "Don Kişot'u Doğru Anlamak" olarak kalan ama yazarının kim olduğunu hiç hatırlamadığım kitabı bulamadım. Bunun üzerine Jale Parla'nın İletişim Yayınlarından çıkan “Don Kişot'tan Günümüze Roman" isimli kitabını aldım.

Üçüncü ve iyi bir rastlantı Can Yayınlarında yapılan ve Jale Parla ve Murat Belge'nin konuşmacı olarak katıldıkları toplantı oldu. Çok faydalandım, merakım daha da arttı.

Benim ne ciddi, ne asık suratlı biri olduğumu herkes bilir, kime sorarsanız sorun. Kolay kolay gülmem. Don Quijote'un birinci cildini yarılamıştım ki birden, çok çok uzun zamandan beri ilk kez kahkahalarla, gözlerimden yaşlar gelerek güldüğümü ve okuma sırasında bunun bir çok kez yinelendiğini farkettim.

Söylendiğine göre İspanya kralı Filip ve maiyetindekiler bir gün dolaşırken kaldırıma oturmuş bir şeyler okuyan bir adamın kralı saygıyla selamlaması gerekirken deliler gibi güldüğünü görmüşler. Adamı ikaz etmek isteyenlere Kral Filip "bırakın" demiş, "ya delidir ya da Don Kişot'u okuyordur."

İşte o günlerde segâh makamında bir şarkının durup dururken dilime yapıştığını fark ettim. Yolda yürürken, internette sörf yaparken, duşta, ilgili ilgisiz her yerde kendi kendime bu şarkıyı mırıldanıyor ya da ıslıkla çalıyordum. "Aşkın o sihirli elini hisseder gibiyim. Kederli olamam ben artık, gülerim, neş'eliyim. Dünya ne güzel, sevmek ne güzel, sevilmek ne güzel. Ne tatlı şey yaşamak. Artık beni de anlayacak, çok seven biri var" diye gider, mutlaka kulağınıza çalınmıştır.

Evet, hiç kuşkum yoktu, aşık olmuştum. Kime aşık olduğumu henüz bilmiyordum ama aşık olduğum kişinin şimdi birlikte olduğum arkadaşım olmadığım kesindi. O, Don Quijote'u okumadığı gibi bütün ikna çabalarıma, yalvarıp yakarmalarıma rağmen okumayı ısrarla reddetmiş ve böyle tuğla gibi bir kitabı hiç bir zaman da okumayacağını kesin bir dille söylemişti.

Bana göre bir kadın erkek ilişkisinde önemli olan aşktır. Farklı din, mezhep, milliyet, ırk ya da sınıftan, aynı şekilde, farklı eğitim ve kültür düzeyinden ya da aralarında büyük yaş ya da gelir düzeyi farkı olan bir kadınla bir erkeğin birbirlerini sevebileceklerine, mutlu bir beraberliği bir ömür boyu yürütüp aynı yastıkta kocayabileceklerine bütün kalbiyle inanan biriyim ben. Ama biri Don Quijote'u okuyan, diğeri okumayan iki kişi bir yaşamı nasıl paylaşabilir ki? Aklınız alıyor mu? Hazreti Muhammet bile ne demiş? “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Eminim Don Quijote’yi kastetmiştir.

Bir ilişkiyi bitirmek bana hep çok zor gelmiştir, hiç bir ilişkimde "ben gidiyorum" diyebilecek kadar katı ya da cesur olamadım ama bunun önemi yoktu. Çevirmenlik yapmama bile sinirlenen, durmadan "doğru dürüst bir iş bul! Para kazan!" deyip duran ve her gün beni bırakmakla tehdit edip ruhumu sıkan bir kadına, alay edercesine, Don Quijote'u okuduktan sonra kendini kaptırıp Jale Parla'nın kitabını, sonra Cervantes'in etkilendiği düşünür olduğu için Erasmus'un "Deliliğe Methiye"sini okuyan, Carlos Fuentes'in yazdığı önsözü okuyabilmek için Tobias Smollet tarafından İspanyolca'dan İngilizce'ye çevrilen ve Modern Library'den çıkan Don Quixote'yi Pandora'da bulup alan, önsözü okuduktan sonra çok beğenip hiç bir yerde yayınlanmayacağını bildiği halde oturup bir de Türkçeye çeviren, evinde kitap koyacak yer kalmadığı ve kredi kartlarının asgari ödeme tutarını zar zor ödeyebildiği halde Jale Parla'nın karşılaştırmalı edebiyat kitabında adını zikrettiği bir çok kitabı satın alan bir adamı zaten kapının önüne koyması çok yakındı.

Yine patırtı koptuğunda ona klasik müzikte Mozart’ın Jüpiter senfonisi neyse edebiyatta da Don Quijote’nin o olduğunu, onun kadar mükemmel, öncü, büyük, önemli bir eser olduğunu, onu okumamanın büyük bir kayıp, büyük bir eksiklik olduğunu, sadece bana göre değil bir kaç istisna dışında tüm yazarların da aynı düşüncede olduğunu, Norveç kitap klüpleri federasyonunun 22 ayrı ülkeden dünyanın en önemli 100 yazarı arasında yaptığı ankette Don Quijote’nin kendisine en yakın romandan yüzde elli daha çok oy olarak birinci seçildiğini, söyledim. Bir işe yaramadı.
Ne inatçı kadına çatmışım. İyi ki evlenmemişim. Hakim “neden boşanmak istiyorsun?” diye sorduğunda “Don Quijote’yi okumadığı için efendim” dersem ne derdi acaba? Don Quijote’yi okumuş bir hakim ise ilk celsede boşayacağına adım gibi eminim. Hem kadınlar “kocalık vazifesini yapmıyor efendim” deyip kocalarını rezil ettiklerinde hakimler şak diye bir celsede boşayıp en ağır nafakayı da bağlamıyorlar mı?

Jorge Luis Borges'in "Don Quixote yazarı Pierre Menard" isimli öyküsünü çok beğenip ona okuduğumda bana ters ters bakışından onunla artık ayrı dünyalarda yaşamaya başladığımızı anlamıştım.

Ona söylemeye çalıştım: "bak" dedim, "Jale Parla yazmış. 216-218 sayfalarda. Ben de 1973'de okuduğumda üzerinde durmamış, o zaman önemini kavramamışım. Yoksa ben de don Kişot’u hemen okurdum. Dinle, Oğuz Atay Tutunamayanlar'da ne demiş:"

'Yitik metinlerin peşindeki arayışın her kademesinde Turgut Özben'in çevresine yabancılaşması artar. Artık evde bile çok az konuşmakta, bütün diyaloglarını Olric'le sürdürmektedir. Gündelik zamandan gittikçe kopmaktadır. .... Ve en derin kaygılarını ancak Olric'le paylaşabilir:

Ben Turgut'um Olric. Turgut Özben. Ölmekten mi korkuyorsunuz efendimiz? Bilmiyorum Olric. Büyük bir karışıklık ve belirsizlik seziyorum. Yaşantılarıma verdiğim eski anlamlar birer birer kaçıyor. Yeni anlamlar veremiyorum kelimelere. Ben Selim değilim Olric. Selim romanları okuya okuya Selim'liğe özenen bir Don Kişot olmaktan korkuyorum. Don Kişot bir soyluydu efendimiz. Kendisine büyük saygım vardır. Onun gibi birine hizmet etmekten şeref duyardım. Bütün savaşlarına gönüllü katılırdım. Bütün düşmanları, insana bu güzel hayatı zehir eden bütün kötü hayalleri toz ederdim onunla birlikte olsaydım efendimiz. Yalnız güzel hayallerin yaşamasına izin verirdim; bütün hayallerin yalnız güzel olduğunun düşünülmesine, böyle yorumlanmasına izin verirdim. Ben daha Don Kişot'u bile okumadım Olric. Kendimden utanıyorum.' (379)

Sonradan Turgut Özben Don Kişot'u okumaya başlayınca, hem yazarlık serüvenine ilk adımını atacak hem de Olric metinselleşmiş okur olarak bu serüvenin her adımında ona eşlik edecektir. ....

Dördüncü ve son bölümde Turgut Özben nihayet evini, işini ve burjuva yaşamını terkeder. Yola çıktıktan sonra yaptığı ilk iş Don Quijote'yi okumaya başlamak olur. Bir portre olarak resmedilen bu an yazarın karakterini gözetlediği andır:

'Eski yolda kalmış bir kilometre taşının yanından ayrılan bir yolun başında, bir tabelanın üstünde bir köy adı vardı. Bu toprak yola saptı ve yolun yanından yavaşça tarlalara inerek suyun ağaçlar arasında kaybolduğu yere geldi. Durdu, arabadan çıktı; portatif iskemlesini çıkardı; arka kanepeden Don Kişot'u aldı, iskemleye oturdu, sırtını arabaya dayadı; okumaya başladı.' (535).

Yeni bir yaşama başlarken okuduğu ilk metnin Don Quijote olması elbette rastlantı değildir."

Bu metin de hanımefendiyi Don Quijote'u okumaya ikna etmemi sağlamayınca kararımı verdim. Ben de yeni bir aşka, yeni bir yaşama başlayacaktım.

Hayatımı adayacağım yeni sevgilim kim olacaktı? Don Kişot'laşıyor muydum yoksa? Okuyanlar onun Dulcinea'sını nasıl seçtiğini biliyor. Evet, hemen buldum, benim Dulcinea'm ancak bir kişi olabilirdi: romanın çevirmeni Roza Hakmen! Don Quixote’un seçtiği sevgilisi bir köylü kızı diye benimkinin de bir köylü kızı olması gerekmiyor ki! Bu kadar güzel bir Türkçe, bu kadar akıcı bir dil! Hayran olmamak mümkün değil! Bu kadar mükemmel bir çeviriyi yapmak ancak bir şekilde mümkün olabilirdi: Sevgi! Bu çevirinin sevgi katılarak yapıldığını hemen, daha ilk sayfalarda anlamıştım. Tüm kitapta bir tek yerde farklı bir sözcük kullanmasının daha iyi olacağını düşündüm. Orada "espri" yerine "nükte" sözcüğü bence daha iyi otururdu. Ama kim bilir, belki halı dokuyan kızların halıcılık geleneğindeki "kusursuzluk Allah'a mahsustur" kuralı gereğince halının bir yerinde motifin simetrisini bilerek bozmaları gibi bir düşünceye kapılmış olabilir. Halı benzetmesi de nerden çıktı demeyin. Smollett Don Kişot’u İspanyolca’dan İngilizce’ye tam yedi yılda çevirebilmiş. En çok Sancho Panza’nın ardarda sıraladığı atasözlerinde zorlanmış. Çünkü İngilizce’de benzer atasözleri yokmuş. Roza’cığım o işi de ne güzel çözümlemiş.

Evet, üstelik Roza ile üniversitede aynı bölümde okumuşuz. Ben mezun olurken o birinci sınıftaymış. Kemal tanıyor. Evli mi, bekâr mı bilmiyorum, ama inşallah bekâr veya duldur, halihazırda bir takıntısı yoktur. Onu Don Quijote'un Dulcinea'yı sevdiği kadar çok sever, hayatımı ona adarım. İzmir'de yaşıyormuş. İzmir'i çok severim, hemen taşınabilirim. Ne güzel, Alsancak'ta birinci kordonda körfez manzaralı büyük bir daire tutarız, aynı çalışma odasını paylaşırız, ben ekonomi, tarih ve siyaset kitapları çevirirken Roza da salonun diğer köşesinde güzel Türkçe'siyle Proust'larını ya da diğer dev eserleri çevirir. Venedik Pizza'ya, Günter'e telefon eder pizzalarımızı eve getirtiriz. Vakit kaybetmemek için. Çeviri yapmadığımız her dakikamızı Don Quijote konuşarak geçiririz. Çeşme'de deniz kenarında bir yazlık alırız. Yaz aylarında çeviri yapmaz Don Quijote konuşuruz. Belki bir Temmuz günü İspanya'ya gider ve Don Quijote'un izlediği tahmin edilen güzergâhı izler, Don Quijote ile Sancho Panza'nın serüvenlerini, yaşandıkları mekânlarda yeniden okuruz. Sonra İzmir Cervantes Derneği gibi bir dernek kurar, Cervantes araştırmaları yaparız. Büyük ve kapsamlı bir web sitesi hazırlar, konuyla ilgili her türlü makaleyi yayınlarız. Don Quijote'nin daha iyi anlaşılmasına yardımcı oluruz. İnsanları Don Quijote okumaya ikna etmeye çalışırız. Don Quijote seminerleri düzenleriz. Tüm Don Quijote çevirilerinin, Don Quijote ve Cervantes üzerine yazılmış tüm kitap ve makalelerin ve Don Quijote'den etkilenmiş tüm yazarların eserlerinin bulunduğu dev bir kitaplık kurulmasına çalışırız. Don Quijote severler çoğaldıkça Roza ve benim de mutluluğumuz artar. Don Quijote okuyan, seven ve anlayanlar çoğaldıkça dünya daha barışçı, daha güzel, daha mutlu bir dünya olur. Neden olmasın?

Yanlış anlamayın. Bir konuyu açıklığa kavuşturmam gerekiyor. Don Quixote okudukça deliriyor, gerçekle hayali birbirine karıştırıyor olabilirim, ama ben Don Kişot’laşamam, değilim, olamam, olamazdım, daha önce olmadım, bundan sonra da olamam. Olamayacağımı daha önce de çok iyi biliyordum. Murat Belge üstat bile hayatı boyunca bir tek Don Kişot tanıdığını söylüyor. O kim miymiş? Yanıtını Tarih ve Toplum dergisinin Ocak sayısında bulabilirsiniz. Ya da Çarşamba akşamı hatırlatın, söyleyeyim.

ERDAL YÜZAK

Elif

Sedat, Dumanlı sülalesinin büyüğü Mustafa Ağa’nın oğlu, köyün en beğenilen, sevilen delikanlısı tüm cakası ile Reno Steyşın arabasının içinde ortalığı toz bulutu içinde bırakarak yolun sonundaki arkası yamaca dayalı, yörenin en güzel, ikinci katından tüm köyü kuşbakışı gören evlerine doğru gidiyordu. O geçerken genci yaşlısı, kızı kızanı, kimisi kıskançlıkla çoğu beğenerek gören tüm gözler aracın içindeki Sedat’a kilitlenmiş durumda idi. Sedat, seneye askere gidecek ve asker dönüşü evlenecekti. Nerede ise tüm genç kızların gönlünden bugünün yavuklusu, geleceğin kocası olarak Sedat geçiyordu. O ise kimseye gönlünü kaptırmaya niyetli görünmüyor, babasının öğütlerine kulak veriyordu.

Mustafa Ağa oğlunun albenisinin farkında ve üç kızdan sonra tanrının kendisine bahşettiği tek erkek evladı, olmadık birine tutulmasın diye cebinden parayı, kulağından öğüdü eksik etmiyordu. Hayırlısı ile o da oğlunun başını bağlamak istiyordu ama aceleden yana değildi. Asker dönüşü oğlu ile birlikte iki yetişkin gibi konuşarak karar vermek istiyor, bunu da oğluna söyleyip, nahoş bir durum yaratmaması için arada bir öğüt veriyordu.

Köyün gelinlik yaşa gelmiş gönlü birine kaymamış olan bütün genç kızları Sedat’a yanık idi. Birbirleri ile konuşurken dikkatliler, bir gün biri Sedat ile konuşacak olsa yüzünde güller açar, diğer kızlar gizli saklı ağlardı.

Sedat erken saatte tarlada çalıştıracak amele almak üzere köy meydanına traktörü götürdüğünde, genç kızlar Sedat’ın römorkuna binmek için seğirtiyorlar, römork nerede ise genç kızlarla doluyor, Sedat çekingen, kızları indiremiyor, durumu bilen Mustafa Ağa bazı sabahları baskın yapıyor ve kızları indirerek kızlara göre daha çok iş çıkartan erkekleri römorka bindiriyordu.

Mustafa Ağa olsun Sedat olsun, köylü tarafından sevilirlerdi. Gecenin hangi saatinde olsa, biri fenalaşsa, hastanın şehre hastaneye götürülmesi gerektiğinde, herkesin ilk aklına Sedat gelirdi. Sedat, hiç yüksünmez, hastayı yakınları ile birlikte hastaneye bırakır, düşkün biri olması durumunda hastane masraflarını bile öderdi. Sedat’ın bu insancıl yanı yaşlı genç herkeste beğeni uyandırır, genç kızların gönlünü daha çok çelerdi.

Elif de gönlü Sedat’a yanık köylü kızlardan biriydi. Ancak, Sedat’ın kendi dengi olmadığını biliyor, deli gönlünü avutmaya çalışıyor, söz dinletemiyordu. Köyün en fakirlerinden ve tarlası olmayan birkaç aileden biri idiler. Elif’in ailesi geçimlerini küçücük harımlarından sağladıkları sebze, her sabah otlaması için dağa saldıkları iki inekleri ve sattıkları gündelik beden güçleri ile sağlıyorlardı. Baba çalışmaya gitmez, genelde köy erkeklerinin yaptığı gibi her sabah kahveye gider, akşam gündelik işten gelen Elif ve annesinden sonra karanlık çökerken yemek için eve gelir, yemekten sonra tekrar kahveye dönerdi.

Elif ilkokulu bitirdiğinden okuma yazma bilir, eline gazete kitap geçmesi durumunda uzun kış gecelerinde iyi vakit geçirirdi. Para kazanma vakti olan bahar ayları geldiğinde annesi ile ellerinde çıkınları her sabah köy meydanına çıkarlar, artık kimin römorkuna denk gelir ise biner akşama kadar pamuk tarlalarında iki büklüm çalışırlardı. İş olmayan kış aylarında da yazın kazandıkları para ile zar zor geçinirlerdi. Para çoğunlukla babanın içki parası ve kahve harçlığı olarak kullanılırdı. Baba işveren köylüler tarafından haftalık dağıtılan parayı alır, bir kısmını kış için ayırır kalanını içkide veya kumarda harcardı. Aile içinde bu sorun olmazdı. Babaya söz söylemek ne Elif’in ne de annesinin harcı idi.

Ekim ayı, pamuk toplama zamanıdır. Ameleler akşama kadar toplayabildikleri pamuğun kilosu üzerinden para kazandıklarından zaman daha değerlidir, sabah daha erken saatte köy meydanında toplanılır, ancak hava karardıktan sonra köye dönülürdü.

O gün Sedat da erken kalmış, amele almak için köy meydanına römorku yanaştırmış, traktörün üzerinde sabah sigarasını tüttürüyordu. Elif, işe annesi ile beraber gittiğinden ve annesi genç kızların Sedat’a ilgisini bildiğinden genelde başka römorka binerlerdi. O gün ilk dolacak römorka bindiler. Elif durumdan hoşnut, bu sayede bütün gün uzaktan da olsa Sedat’ı görebilecekti.

Zaten römork da hemen dolduğundan yola koyuldular. Yarım saat sonra tarlada, henüz sabah çiği kalkmadan pamuk toplamaya başlamışlardı bile.

Sedat, bir süre bembeyaz açmış pamuk tarlasında amele ile birlikte dolaştı, büyüklerle ve erkeklerle sohbet etti, şakalaştı daha sonra sıkılarak römorkun gölgesinde, boş balyaları altına sererek uyudu.

Elif su içme, toplanan pamukları römorka taşıma gibi bahaneler uydurarak, sık sık oraya gitti, yanından geçerek uyuyan hayalindeki erkeğin yüzüne bakıp içini çekti.

Öğle yemeklerini yedikten sonra annesi biraz kestirmek istedi. Elif, pamuk toplamak için tarladaki sıralarına döndü. Pamukla dolan torbasını daha büyük olan bohçaya boşaltmak yerine, Sedat’ı bir kere daha görebilmek umudu ile römorkun yanına gitti. Toplanan pamuğun ortadaki sergiye boşaltılmasından önce tartılması gerekiyordu. Pamuğu tartan dayıbaşı ortalıkta görünmediğinden, Sedat uzanmakta olduğu yerden kalkarak kantarın asılı olduğu üçayağın yanına geldi ve tartılmak üzere torbayı kaldırmaya çalışan Elif’e yardım etti. İki gencin kararmış, nasırlı ve çatlak elleri torbanın, kantarın kancasına takılırken birbirine dokunması üzerine alev gibi yandı.

İki çift kaçamak göz birbirine baktı, anında kıpkırmızı olarak kantara döndü. Sedat titreyen elleri ile torbayı tarttı ve Elif’in kaç kilo pamuk topladığını yine titrek ve boğuk bir ses ile söyledi.

Elif, o sıcak havada yüzünün kızarıklığını yaşmağı ile örtmeye çalıştı, başı önde pamuk sırasına döndü. Bir gözü de Sedat’ta. Öğle sıcağı olduğundan pek çok kişi yemek sonrası biraz olsun dinlenebilmek için pamuk sıralarının arasında uyuyordu.

Sedat babasının verdiği harçlık ve öğütler sayesinde birçok kadınla beraber olmuştu. Ama bunlar hep kendisi ile para karşılığı beraber olan hayat kadınları idi. Yaşlı bedenleri, kart sesleri bir gencin arzularını söndürmeye yetmiyordu. Köylü kızlar arasında beğenildiğini biliyor, babasının öğütleri yüzünden kızların hiçbiri ile ilgilenmemeye çalışıyordu. Ama genç idi, aşık olmak aşık olduğu kız ile akranları diğer gençlerin yaptığı gibi uzaktan bakışmak, onlara ayna tutmak, mektuplaşmak istiyordu. Askerden sonra babasının ona önerdiği biri ile evlenmeyi çok canı çekmiyor öte yandan babasına karşı da çıkamıyordu.

Köylü kızlar Sedat’ı ideal evlenecek koca olarak gördüğünden sürekli yılışıyorlar, Sedat bu ilgiden şikayet etmiyor, ancak kendini av olarak görenlerin avı olmak da istemiyordu. Elif’i tabi ki tanıyordu. Elif diğer kızlar gibi yılışmaz, başı önünde gezerdi. Ailesinin varlıklı olmadığını biliyordu.

Nasıl oldu ise kantarın kancası torbaya takılırken iki gencin elleri birbirine dokunmuş, sonrasındaki kısa bakışma ve karşılıklı belli belirsiz gülümseme aklını başından almıştı. Elif’in o kadar güzel olduğunu bilmiyordu, bal gözleri, çok güzel bir burnu vardı. Utanınca kıpkırmızı olan yüzü o anda Sedat’ın babasından dinlediği öğütleri unutmasına yetti. Kızla biraz konuşmanın kimseye bir zararı olmayacağını düşündü ve kararını verdi. Kimseye belli etmemeye çalışarak tarlanın kenarındaki sınırları dolaşmaya çıktı. Elif’in yakınındaki sınırdan geçerken ortalığı kolaçan etti son bir kez Elif’e bakıp sınırdaki otların öbür tarafında yere oturdu, gözden kayboldu.

Elif belli etmeden sürekli Sedat’ı gözlüyordu. O tam oturmadan önce kendisine baktığında göz göze geldiler ve Elif’in kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Sedat’ın kendisini beklediğini biliyor, annesinin uyuduğu o fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini düşünüyor, öte yandan o güne kadar öğretilen bütün ayıp ve günahlarla boğuşuyor bir türlü karar veremiyordu. Zaman hızla ilerliyordu, ellerinin birbirine dokunduğu an aklına geldi, ne olursa olsun deyip o da çevreyi şöyle bir kolaçan edip çalışmakta olanların işleri ile ilgilendiği gördü ve oraya doğru seğirtti.

Sedat, yere uzanmıştı, Elif de yanına uzandı. İkisi de bunu planlamadığından, ilk an ne yapacaklarını bilemediler. Köyün yazlık sinemasında aşk filmlerinin öpüşme sahnelerine utanarak bakarlardı. İkisinin aklına da aynı şey geldi, birbirlerine yanaştılar ve acemice öpüşmeye başladılar. Sıcakta bunalmış olan terli bedenleri, o andan sonra ne birbirlerinin ne de kendi ellerine hakim olamadılar.

Duydukları çığlıkla Sedat ayağa fırladığında çırılçıplak ve edep yerini örtmeyi düşünemeyecek kadar şaşkın idi. Aynı şekilde yerde çırılçıplak yatan Elif, yanlarına savrulmuş kanlı kıyafetlerinin arkasına saklanmaya çalışıyor, gözünden akan yaşlara engel olamıyordu.

Sedat’a vurgun iki kız gözleri ile onu takip etmişler, oturduğunu ve az sonra Elif’in de oraya doğru gittiğini görünce kısa bir kararsızlıktan sonra Sedat’ı o fakir kıza kaptırmamak için aceleyle sınıra doğru gitmişlerdi.

O kadar kısa sürede nasıl soyunup vücutlarının birbirine karıştığını daha anlayamadan, Sedat bir yandan koşuyor bir yandan da giyinmeye çalışıyordu. Traktörü acele ile römorktan ayırdı, ve köye doğru gaza bastı.

Diğer ameleler gelene kadar iki kız ayakta avazları çıktığı kadar bağırmaya devam ettiler. Elif de sanki kış günü ayazda kalmış yaprak gibi titreyerek sessizce ağladı. Elif’in annesi de çığlıkla uyanarak olay yerine gelenler arasında idi. Kızını yerde çırılçıplak kanlı giysilerinin arkasına saklanmaya çalışırken görünce, yerden aldığı bir çalı ile üzerine çullandı. Hiç güneş görmemiş bembeyaz tene inen ince çalı, her seferinde kıpkırmızı bir iz bırakıyor, yer yer kan damlaları titreyen bedenden aşağı doğru süzülüyordu. Yaşlı kadınlar araya girmese onu orada döverek öldürebilirdi.

Köy kahvesinde oturmakta olanlar Sedat’ın traktör ile hızla eve doğru geçtiğini, az sonra da otomobil ile köyün içinden tozu dumana katarak geçip gittiğini görmüşler, güler yüzlü gencin kapkara bir yüz ile kimseye selam vermeden gitmesine anlam verememişlerdi.

Az sonra kahveye Mustafa Ağa’nın bedeli geldi ve Elif’in babasına, Ağa’nın onu çağırdığını söyledi.

Daha sonra Mustafa Ağa’nın kardeşlerinden biri traktör ile tarlaya gitti, Elif ve annesini köye geri getirdi.

Bunun üzerine olay duyuldu. Elif’in babası başı önünde evine gitti. Hiç bir şey söylemedi, sormadı. Köşeye çekilip sessizce ağladı. Arada bir hışımla kızını döven karısına da karışmadı. Diğer köşede de Elif sessizce ağlıyordu. O gece o evde ne bir ışık yandı ne de yemek yendi.

Sedat’ı babasının evlatlıktan reddettiği söylentisine Mustafa Ağa cevap vermedi, Ağa’dan herkes çekindiğinden bu konu onun yanında zaten konuşulmadı, Ağa’nın evine girip çıkanlar, onunla sohbet edenler onun yanında oğullarından bahsedemez, çocuklarını sevemez oldular.

Mustafa Ağa anlı şanlı düğünlerle sünnet ettirdiği oğlunu, silahlar atarak askere uğurlayamadı. Sedat’ın İstanbul’da oturan amca’sının yanına gittiği konuşuldu, askere de oradan gitmişti.

Elif’in babasının Mustafa Ağa’dan kan parası aldığı anlaşıldı. Ağa bonkör davranmış hem para vermiş hem de Elif’in üzerine olmak kaydı ile köye yakın küçük bir tarlayı bağışlamıştı. Para kısa sürede kumarda ve şehirdeki meyhanelerde bitmiş, yine Elif ile annesinin beden gücünden elde edilen gelire muhtaç hale gelinmişti.

Elif, kadersiz Elif, o olaydan sonra sineklerin pisliğe üşüşmeleri gibi civardaki it kopuk Elif’e yılışmaya, sözle taciz etmeye başladılar. Elif hiçbir yere yalnız gidemez hale geldi. Bazen dağa inekleri sürmeye veya geciktiklerinde toplamaya gitmek gerekirdi. Bunu bütün genç kızlar yapardı. Elif yapamadı. Zaten sinik olan ruhu iyice sindi. Akranı diğer kızlar Elif’i dışladılar. Sedat onun yüzünden yoktu, ayrıca olaylar başka şekilde gelişse belki Sedat’ı bu kıza kaptıracaklardı. Elif’e düşman oldular.

O kadar sakınmasına rağmen birkaç defa it kopuk takımı Elif’i dağa kaldırdılar, Elif’in yokluğunu fark eden de olmadı zaten. Ailesi yüzlerine çalınan karanın Elif’in ölümü ile kalkacağını düşündüklerinden jandarmaya gitmediler, Elif birkaç gün sonra sessizce eve döndüğünde bir köşede ağlamak dışında bir şey yapmadı.

Yine bir seferinde kendisine saldıran it kopukla sessizce mücadele ederken şalvarında sakladığı kurban bıçağı ile saldırganlardan birini kasığından yaralaması üzerine olay duyuldu, bir daha taciz eden olmadı.

Mustafa Ağa şehre taşındı. Tarlada çalışacak insanlar başka köylerden getirildiler. Dört yıl sonra Sedat da geri döndü, takip eden bir sene içinde Mustafa Ağa gözbebeği oğlunu dengi birinin kızı ile evlendirdi.

Elif, Sedat’ın döndüğünü, evleneceğini, evlendiğini, erkek çocuğu olduğunu, çocuğa Mustafa adının verildiğini hep kendisine hala kin besleyen artık çoluğa çocuğa karışmış akranlarından öğrendi. Kendisinden beklendiği gibi davrandı. Sustu, içine attı, kimse ile konuşmadı, derdini paylaşamadı. Hayatın zalim davrandığı annesini önce kaybetti, sonra yatalak hasta olan babasına baktı. O da ölünce hepten yalnızlığa büründü.

Mutluluğu hayallerinde yaşadı, beyaz gelinliğe bir defa rüyasında büründü. Bütün kadınların kızdıklarında “geberesice”, sevdiklerinde ise “çoocuum” diye bağırdıkları çocuklara sahip olmak için neler vermezdi. Ah bide başında bir koca olsaydı. Hani babası gibi birine bile razıydı. Babası hiç değilse dövmezdi.

***

Sedat’ın o meşum gün tarladan köye döndüğünde babası ile aralarında geçen konuşma sır olarak kaldı.

- Buba ben bi bok yidim.
- Gözümün nuru, evimin direği diyver bubana ne oldu?
- Buba nefsime hakim olamadım, Elif’i iğfal ettim.
- Sen yapmamışsındır, gız seni baştan çıkarmıştır.
- Yok buba ben yaptım, evlenmem lazım.

Mustafa Ağa işte burada kendine hakim olamadı, gözbebeği oğluna bağırdı.

- Ben kapıma bedel bile almayacağım adamın kızını evime gelin almam.
- Ama buba, şuç benim, onunla evlenmem lazım.
- Bok yeme, sus. Şimdi Şehre git ilk kalkan otobüs hangisi ise ona bin, oradan da İstanbul’a git. Amcanın yanında kal, ben sana haber gönderene kadar sakın kimseye haber salma, geri dönme. Hadi uğurlar olsun.

Mustafa Ağa elini öpmek isteyen oğluna gönülsüzce baktı.

***

Bu olayın uzak tanığı bu satırların yazarı, roman olabilecek böyle güzel bir konuyu kısa bir öykü ile harcayarak yazık ettiğini düşündü, Elif için hiçbir şey yapamamış olmanın da ruhi azabı ile yeşil karasineklerden elde ettiği ev yapımı zehiri içerek intihar etti.

REFİK KOCABAŞ

İŞ SEYAHATİ

Telefon mu çalıyor? Evet telefonmuş. Televizyonun sesini biraz kıstım.
- Efendim?
- Anne merhaba. O ne gürültü?
- Televizyonun sesi kızım.
- Sabah sabah Seda Sayan mı izliyorsun? Daha doğru düzgün bir şey yok mu allahaşkına?
- Daha ciddi şeyleri kaldıramıyorum artık kızım. Haberler falan benim sinirimi bozuyor. Bu iyi işte. Oyalıyor beni.
- Anne doktora gidecektik ya kontrol için, bu hafta olmayacak galiba. İşler yığıldı yine.
- Acelesi yok ki kızım. Benim bir şeyim yok, sen kuruntu yapıyorsun.
- Öyle değil gitmek lazım ama, neyse. Haftaya ayarlarım.
- Kızım neden bir gün okul çıkışı oğlanı da alıp gelmiyorsun? Ne zamandır görmedim ikinizi de, çok özledim.
- Aman anne, çocuğun programı benden de yoğun. Haftada iki gün basketi var, bir gün de piyano dersine gidiyor. Her hafta sonu da bir şey çıkıyor, ya doğum günü, ya alışveriş. Dün de dershaneye yazıldı, pazar günleri kursa gidecek artık.
- Kızım sınav gelecek sene değil mi, ne kursu bu?
- Bütün sınıf gidiyor anne, bizimki gitmesin olur mu? Bir akşam gelmeye çalışırız, ya da seni alır çıkarız. Affedersin cep telefonum çalıyor, sonra tekrar ararım.

**************************
- Anneeee, ben geldim kapıyı aç!
Kızımın sesi açık mutfak penceresinden girip içeriyi dolduruyor. Bahçe kapısından girip mutfak penceresinden beni görünce zili çalıncaya kadar dayanamaz, geldiğini müjdeler. Kapıyı açıyorum.
- Abim gitti mi?
- Biraz önce çıktı, yolda karşılaşmadınız mı?
- O arka yoldan gidiyor. Belediyenin önünde o salak Mustafa’yla buluşup serserilik yapıyorlar. Bir dinlesen anne ne boş konuşuyorlar şaşarsın. Saat ona kadar uyumuştur o. Öğlencilik ne güzel.
- Sen de geçen dönem öğlenciydin.
- Hep öğlenci olunan bir okul olsa. Biliyor musun anne, Şadiye var ya sabah beşte kalkıyormuş. Annesiyle birlikte bütün mahalleyi dolaşıp süt dağıtıyorlar. Yine de ilk derste benden daha neşeli oluyor, benim gibi uykucu değil.

Kızım cıvıldıyor. O cıvıldadıkça evin içi aydınlanıyor, çiçekleniyor.

- Ne yemek pişirdin? Ay, zeytinyağlı barbunya. Ne manasız yemek bu anne, niye pişirirsin sanki?
- Bu evde yalnız yaşamıyorsun prenses. Onu da sevenler var.
- Ayla’lar buzdolabı alıyormuş. Biz de alacaktık hani anne ne oldu?
- Gelecek ay alırız herhalde. Baban yaz başı demişti.
- 23 Nisan’da şiir okumak için Seçil seçildi. Hiç üzülmedim ama. Tahmin etmiştim. Geçen sene müsamerede babam demişti, “bu kız çok yaman, göze girmeyi iyi biliyor”. Ne oldu biliyor musun, okulda münazara tertiplenecek. Konu şöyle: “Çağdaş Türk kadını meslek sahibi olup çalışmalı mı, yoksa evinin kadını mı olmalı?” Öğretmen kimler gönüllü katılır diye sordu. Adil diye salak bir çocuk var ya anne, hemen elini kaldırıp demez mi “Tabii ki kadınlar okumalı, çalışmalı. Ben gönüllü yazılmak istiyorum”. Ne kadar şaşırdım anne, öyle bir çocuktan böyle güzel bir düşünce bekler misin? Aklıma ne geldi biliyor musun, inat olsun diye karşı takıma mı girsem. Tabii öyle düşünmüyorum ama, yine de güzel fikirler bulup savunabilirdim. Babamın da hoşuna giderdi bu, beraber hazırlanırdık, eğlenirdik. Ama öğretmen belki ciddiye alır diye vazgeçtim.

Kızım cıvıldıyor. O cıvıldadıkça benim içim aydınlanıyor, içimde çiçekler açıyor.

- Öğleden sonra halanlara gidelim.
- Olur.
- Niye sesin gönülsüz çıktı, Begüm’le küs müsünüz?
- Niye küseyim ona ya, aptal bir kız işte. Ama sokakta oynarım diyordum.
- Ben evde yokken seni sokağa bırakamam. Ödevin çok mu?
- Hayat Bilgisinden uzun bir ödev var. Ama akşam babamla yaparız. Öyle daha kolay oluyor.

Kızım üstünü değiştirmeye gitti. Tabağına kıymalı makarna koydum. Sonra bir kaşık daha koydum. Barbunya yemez şimdi bu.

***************************

Babası haklı. Erkek çocuk babayla olmalı. Delikanlı olacak yakında, baba disiplini önemli. Hem uzağa gitmiyor ya, ne zaman istesem görebilirim. Çok üzgün görünmüyordu. Kadınla tanışmış, iyi birine benziyor dedi. Hafta sonları gelebilir, belki kalır da. Halaları yaz tatilinde çocuklar bizim yazlığa gelsin kalsınlar dedi. Bu iyi. Birbirlerinden uzaklaşmasınlar.

Kızım cıvıldamıyor artık. Sessiz sedasız yaşıyoruz ikimiz. Barbunya da pişirmiyorum ne zamandır.

*****************************
- Tabii ben de seni özledim anne, özlemez miyim? Jane nasıl gelsin anne, iş seyahati bu, hem çocukları bırakamaz ki. Direkt uçak bulamadım, Amsterdam’dan aktarmalı geliyorum, İstanbul’a çok geç varacağız. Gece ikiyi falan bulur, sabah da erkenden toplantı başlıyor. Ancak otele gider yatarım. Cumartesi bütün gün çıkamam, akşam da yemek var, gruptan ayrılamam. Ama pazar günü öğleden sonra toplantı bitiyor, uçak da gece onda. O arada muhakkak görüşürüz. Ben seni ararım. Ya eve gelirim, ya da seni alırım, dışarıda bir yemek yeriz. Havaalanına mı? Babam bırakacak anne, merak etme.

MUAMMER PEHLİVAN

Pazartesi, Mart 21, 2005

3Maymun

Akşam karanlığı mı yoksa sabahın ilk ışıkları mı olduğu belli değil.
Yılların aşındırması ile oluşmuş dar vadide yürümekte olan biri, alacakaranlıkta zar zor seçiliyordu. Sırtındaki çantadan, oraların yabancısı olduğu ve kamp yapmak amacıyla oralarda dolaştığı anlaşılıyordu.
Ürdün’de bulunan ve saklı kent olarak adlandırılan antik yerleşim yerleri arasında en ünlüsü olan Petra’ya giden yolu andıran dar vadinin tabanındaki birkaç metre genişliğindeki patika oldukça serindi. Işığın yetersizliğine rağmen beyaz ve kahverengi su mermeri olduğu belli olan vadi duvarlarındaki nemli kayaların dar aralığından yukarıda, gökyüzünün maviliği yer yer bulutların beyazlığı ile kesilmekle beraber bir yılan gibi kıvrılarak vadi tavanı boyunca uzayıp gidiyordu.
Elini zamanla suların aşındırması sayesinde pürüzsüz, kaymaksı yüzeye sahip, serin kaya duvarına dayayarak soluklanmak için duran kampçı, başını iyice arkaya yaslayarak hayranlıkla gökyüzünü seyretmeye daldı. Aldığı derin nefesler ve vadinin dar aralığından görünen gökyüzü onda, birden bulunduğu bölgeyi gökyüzünden seyretme isteği uyandırdı. Yukarıdan, aşağıya bakarken daha büyük keyifle nefes alıp vereceğinden çok daha emindi. Gezmekten bıkıp usanmayan ruhunu, bulunduğu andan alabileceği en fazla zevki alma arzusu ile susturdu. Ama aklına da koydu. İçinde bulunduğu vadiyi uçan bir araçla bir gün mutlaka havadan görecekti. Yapmak istediği binlerce şeyin arasına bunu da aklına yazdı.
Elini dayanmakta olduğu kayadan çekti ve yola koyuldu. Hafif yokuş olan vadinin tabanı, çakıl taşları ile kaplı ve yer yer ıslaktı. Botlarının arasından kayan çakıl taşlarının sesi dar vadi boyunca yankılanıyor, ama başka hiç ses duyulmuyordu. Ne gökyüzünde bir kuş sesi ne de vadide bir canlının varlığı hissediliyordu. Yapacağı kampın heyecanı ile olsa gerek, bu garipliğin o anda farkına varamadı.
Bir süre yürüdükten sonra dinlenmek için tekrar durdu. Yerdeki ıslaklık ve tabandaki kenarları yuvarlaklaşmış taşlardan, buralarda zaman zaman su akıntısı olduğunu anlayarak ürperdi. Hemen arkasından bu ürpertinin karşıdan gelen nemli, serin havanın yüzüne vurmasından olduğunu anladı. Dikkat kesildi...
Karşıdan gelen havanın şiddeti artmış, saçlarını dalgalandıracak kadar rüzgara dönüşmüş, az önceki vadinin sessizliği sanki bir çağlayandan sular delicesine aşağıya düşüyormuş gibi, sesle dolmuştu. Tüm bunlar nerede ise bir dakika içinde olmuştu.
İyice tedirgin olarak pür dikkat neler olduğunu anlamaya ve önünde uzayıp giden dar aralıktan bakıp ileriyi görmeye çalışıyor, belirgin şekilde yaklaşan su sesi endişesini arttırıyordu. Hipnotize olmuştu sanki, kımıldayamıyor, öylesine durmuş, çok güzel bir filmin en heyecanlı sahnesini seyrediyormuşçasına ileriye bakıyordu. Vadinin dar aralığından çağlayarak gelen ilk suların görünmesi ile ancak kendine gelebildi.
Durumu idrak ederek hızla geri döndü, can havliyle sırtındaki ağır çantayı atarak ondan kurtuldu. Paniklemiş halde, bir yandan dar vadiye nereden indiğini hatırlamaya çalışıyor, bir yandan da üzerine doğru geldiğine artık emin olduğu selden nasıl kurtulacağını düşünüyordu. Aklından bin türlü şey geçiyor, kaderi ile yüzleşmek için daha çok genç olduğunu sanki bir ses beyni içinde, kulaklarını patlatırcasına bağırıyordu.
“Kaderle yüzleşmek için henüz çok erken, bana gel!”
Bu sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyor, hızla üzerine doğru gelen sulardan tüm hızı ile kaçıp kurtulmaya çalışıyor, ayağının altındaki ıslak çakıl taşlarından dolayı hızlı koşamıyor, ikide bir tökezliyor, sendeliyor, dengesini bulup tekrar koşmaya başlıyordu. Ölümün nefesini ensesinde hissediyordu.
Arkasından gelen sel çok yaklaşmış, ayaklarının arasından arada bir ileri doğru hamle yapar olmuştu. Nerede ise asıl taşkın yetişecek ve onu en yakın kayaya çarpacaktı. Ölüm artık an meselesi idi.
Önüne aniden bir kovuk çıktı. Bilinçsizce kovuktan içeri daldı ve kapana kısıldığını ilk anda anladı. İçine daldığı kovuk kocaman bir mağara girişiydi ve herhangi bir çıkış da görünmüyordu. Geriye dönüp girişin, arkasından gelen su ile dolmakta ve kapanmakta olduğunu acıyla fark etti.
Girişi su ile neredeyse kapanmış olmasına rağmen mağaranın içi de vadi içinde olduğu kadar loş aydınlıktı. Aydınlığın kaynağı, üstü örtülü olan mağaranın tavanıydı. İçeri sızan bir ışık huzmesi olmamasına rağmen tavan sanki büyülü gibi içeriye yeşilimsi bir ışık sağlıyordu. Arkasına tekrar bakıp mağaranın girişinden itibaren suyun yükselmekte olduğunu gördü.
Oyalanmaya vakit bile bulamadan aklına gelen ilk şeyi yaptı. Mağaranın karşı duvarına tırmanmaya başladı, su da peşinden yükseliyordu. Tavana kadar ulaştığında aşağıyı tekrar kontrol etti. Su, artık tamamı ile üzeri dolmuş olan girişin olduğu yerden fokurdayıp kenarlara doğru dalgalar çıkararak yükselmeye devam ediyordu.
Can havliyle tavana yakın yerlerden çıplak elleri ile taşları yerinden oynatmaya, toprağı kazmaya çabaladı. Taşların kolayca yerlerinden çıkıp ayaklarının arasından aşağıdaki suya doğru yuvarlandığını neden sonra fark etti. Ellerinin kanadığını ama acımadığını ve çaresizliğin birden umuda döndüğünü fark ettiğinde ise yeryüzüne bir delik açmayı başarmıştı.
Deliği genişletip vücudunu dışarı çıkardı, doğruldu ve derin bir nefes aldı, yaşamın tadına vardı, az önce vadi içinden dar bir aralıktan görmüş olduğu yer yer bulutlarla kaplı muhteşem gökyüzünden başını yeryüzüne doğru çevirdiği anda dondu kaldı.
Artık, bir dakika önce ölümle burun buruna yaşadığı ve arkasındaki deliğin içinde bıraktığı yükselmekte olan tehlikeden kurtulduğunu tamamen unutmuştu. Tam karşısında üç maymun yan yana oturuyor ve kendisine bakıyorlardı. Sanki binlerce yıldır bulundukları yerden, toprağın içinden birinin çıkacağını biliyor ve onu bekliyor gibiydiler.
Tam karşısındaki maymun iki elinin ayasını karşısındakine doğrultmuş, “dur” der gibi bakıyor ve yıllarca böyle duruyordu sanki, gözlerini bile kırpmadan. Diğer iki maymun oturur durumda, elleri kucaklarında, bakışları ile karşılarındakini anlamaya çalışır gibiydiler.
Maymunların arkasında ise geniş bir ova uzanıyordu. Tarih öncesi filmlere taş çıkartacak yemyeşil otlakların arasında yer yer ormanlık alanlar görünüyordu. Ovada dinozorlar dolaşıyor, bugüne kadar ne bilinen ne de hayal edilebilen bin bir çeşit canlı geziniyordu. Hiç duymadığı hayvan sesleri arka plandan gelmesine rağmen bu sesler rahatsız edici bir ton taşımıyordu.
Daha ilerideki dağların tepelerindeki yanardağlardan mavi gökyüzüne doğru sarılı, grili, siyahlı dumanlar yükseliyor, gökyüzünde uçan tüylü tüysüz değişik boyutlardaki canlılarla tarih öncesi dekor tamamlanıyordu.
Tarih öncesi devirlere ait bu uçan canlılardan biri havada yön değiştirdi ve maymunların bulunduğu yere doğru alçalmaya başladı. Avına doğru hamle yaparak onu kapıp yemek ister gibi ağzını açmış ve aynı zamanda bir canlının tüm kanını donduracak tizlikte bir ses ile “kkkkkıııırraaaaaakkkkk” diye ötüyordu.
Üzerine doğru gelmekte olan kuştan ürkerek tam zamanında eğildi, kuşun üzerine hamle yapan pençelerinden kurtulmayı başardı. Bu arada ne maymunlar bir tepki vermiş ne de kuş onlara doğru hamle yapmıştı. Sanki orada değildiler veya kuş onları fark etmiyordu.
Elleri dışa doğru dönük oturan baştaki maymun konuşmaya başladı. Söylenenlerin içeriğinin derinliğinden mi, yoksa bir maymunun konuşuyor ve bir insanın dinliyor olması durumunun şaşkınlığından mı bilinmez, büyük bir vecd ile tüm söylenenleri sonuna kadar dinledi. Konuşma ilerledikçe şaşkınlığı arttı. Nasıl oldu da bu kadar tarihi olan, bu kadar düşünür çıkaran insanlık, bir maymunun küçücük bir anda söylediklerini bulamadı, bilemedi, düşünemedi diye.
Tam o anda çok yakından “kkkkkıııırraaaaaakkkkk” sesi tekrar duyuldu, bedeninde hissettiği ince bir acı ile içinden kanının çekildiğini hissetti . Hızla havalanıyor olmanın verdiği ivme ile karnında bir hoşluk yaşadı. Durumu anladığında yapacak pek bir şey kalmamıştı; modern tarihi yaşamakta olan bir insan, az sonra tarih öncesi dev bir kuşun yemi olacaktı.
Kuşun derisi çıplak, kanatları seyrek tüylerle kaplı, kanat ve kuyruk telekleri çok uzundu. Kuşun kanadından dönen ve yüzüne çarpan rüzgarın sesi çok hoş geldi. Yüzünün kenarlarında birikmiş olan ter, rüzgarın serinliği ile yüzünü soğutmuş, bu da ona garip bir ferahlık vermişti.
Gözlerini yeryüzüne çevirdi, kuş nerede ise yüz metre kadar yerden yükselmişti, daha üzerinden bir saat geçmeden içinde bulunduğu vadiyi gökyüzünden görmeyi çok arzu ettiğini acı acı düşündü. Vadi, yükselmekte olan güneşin altın ışıkları altında kolu ve açık parmakları ile beraber bir el gibi geniş ovada uzanıyordu.
Vadinin bulunduğu yeri tarihöncesi ovadan ayıran tepeleri fark etti. Az önce elleri ile toprağı kazarak çıktığı yer bir pınara dönüşmüş, ince bir şerit halindeki su ovanın içine doğru yol alıyordu. Su yolunun iki kenarına tarih öncesi hayvanlar gidiyor, kimisi suya bakıyor, dokunuyor, kimisi de içiyordu.
Maymunlar da oradaydı. Yer değiştirmişler, su kaynağının üst kısmına geçmişlerdi. Konuşan maymun ayakta ve elinde bir asa, arada bir su kaynağına doğru asayı vuruyor, ve diğer hayvanlara bir şeyler söylüyordu. Diğer iki maymunun ayaktaki maymunun yanında oturmakta olduğunu ve onaylar şekilde kafalarını salladıklarını gördü. Diğer hayvanlar da yavaş yavaş maymunlara doğru gidiyorlardı.
Kuş şimdi havada yön değiştirmiş ve yanardağlara doğru yönelmişti. Kuşun yön değiştirmesinden maymunları göremez olmuştu, dönebilmek için asılı olduğu kuşun pençelerini açmaya çalıştı. Onun kurtulmaya çalıştığını zanneden kuş tekrar “kkkkkıııırraaaaaakkkkk” çığlığını koyuvererek avının başına bir gaga darbesi indirdi.
Nasıl olduysa o anda kuşun pençelerinden kurtulduğunu hissetti ve aşağıya doğru serbest düşüşe geçti. Uçarken ölmenin zevkli ve temiz bir ölüm olacağını bildiğinden hiç şikayet etmedi, son anlarını alabileceği en büyük keyifle yaşamak için çevresini seyrederek ve içinin boşaldığı hoşluğunu yaşayarak değerlendirdi.
Tam yeryüzüne çarpacakken ter içinde çığlık atarak yatağından fırladı.
İlk uyandığı anda maymunun tüm söyledikleri beynine kazılı idi. On Emir gibi on madde idi. Yatağından doğruldu, gördüğü rüyayı yazmak üzere kağıt kalem aramaya kalkmaya çalıştı; ama o anda şeytan :
“Yat uyu, maymun konuşmaya devam edecek, zaten söylenenler o kadar önemli şeyler ki bugünden sonra sen bunlar için yaşayacaksın, insan hiç hayat felsefesini, yaşama amacını unutur mu?” dedi.
Sanki rüyasında gördüğü maymuna hak verir gibi şeytana da hak verdi ve yattı; yatar yatmaz uyudu. O kısacık uykuya dalma öncesi; maymunu tekrar yakalamayı dileyerek. Son birkaç gecedir ateşlenip, terleyip duruyordu. Belki de bu güzel rüya o hiç istemediği ateş sayesinde görülmüştü.
Sabah uyandığında rüyasını çok net olarak anımsadı. Ama maymunun söylediklerinden tek bir kelime kalmamıştı. Düşündü, düşündü, sanki gördüğü rüyayı yeniden yaşadı, yok... tek kelime yok. Her şey çok net, ama söylenenler... yok. Hatta konuşan maymunun görüntüsünü tekrar gözünün önüne getirmeyi bile başardı, ama ses yok, maymunun ağzı burnu oynuyor ama ses yok...yok...yok...
Eski bir efsane vardır, aynı zamanda peygamber olan Lokman Hekim, tüm hastalıkların ilaçlarını, tedavilerini bulmuş, bunları kalın bir defterde toplamış. En sonunda uzun uğraşlar sonunda ölümün de çaresini bulmuş, artık sonuna geldiği defterinin son sayfasına çareyi yazarken Lokman Hekim’i çekemeyen şeytan ani bir rüzgar çıkarmış, defteri sayfalarına ayırmış, rüzgar defterin bir kısmını karaya bir kısmını havaya bir kısmını da suya karıştırmış.
Derler ki günümüzde hastalığa bulunan çareler yeni değildir, Doktorlar bir hastalığın ilacını bulduklarında aslında, Lokman Hekim’in kayıp sayfasını buluyorlar. Sıra bir gün de ölüme çare bulmaya gelecek çünkü Lokman hekim onun da çaresini defterine yazmıştı.
İşte tam o misal, o günden beri maymunun söylediklerini bulabilmek için artık hayatında yaz aylarının sonlarını yaşayan öykümüzün kahramanı, tabiri caiz ise “tabanı yanık it gibi” dolanıp durmaktadır.
Bu rüyadan sonra yaşamında değişiklikler oldu, sigarayı bıraktı , bir süre et yiyemedi; ama yaşadı, hem de çok iyi yaşadı.

REFİK KOCABAŞ

BU KEZ BENİ YANILTMIŞTI

Uyandığımda başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Birden bir gün önce yaşadıklarım aklıma geldi, her şey kabus gibiydi. ‘Yoksa hepsi rüyamıydı? keşke öyle olsa’ diye düşündüm.Uyanmak istemiyordum, bugüne hiç hazır değildim, kim bilir neler yaşanacaktı? Her şey birden bire oluvermiş, yurtlar basılmış, arama yapılmış ve birçok arkadaşla beraber Selçuk’u da alıp götürmüşlerdi.

Odada Mercan ile yalnızdım. Bu kızdan nefret ediyordum. Yaşantım boyunca onun kadar bencil bir insana rastlamamıştım.( hala daha rastlamadım). Herkesi kullanır, kendisi kimse için kılını kıpırdatmaz, kimsenin iyi, mutlu olmasına dayanamazdı. Acaba Mercan Selçuk’un götürüldüğünün farkında mıydı? Üzüldüğümü ona belli etmek istememiş, başka odalarda ağlamış, oradaki arkadaşlarla paylaşmıştım başıma gelenleri. Benim mutsuzluğumdan mutluluk duyacağından emindim, bu zevki ona tattırmak istememiştim.
O kadar ağlamıştım ki sanırım sabah, sabah başımın ağrımasının nedeni de buydu. Hele akşamüstü bir gurup arkadaş gelip ‘Maltepe karakoluna gittiklerini, onları gördüklerini, konuştuklarını söylediklerinde çılgına dönmüş, göz yaşlarına boğulmuştum. Hatta arkadaşların bazılarından “Bacım böyle şeyler yaşanacak, ağlamak bize yakışmaz!” gibi eleştiriler almış, utanmıştım. Ama elimde değildi, kendimi kontrol edemiyordum.
‘Keşke birilerinin peşine takılıp gitseydim’ diye düşünüyor, kendimi affedemiyordum.

Sınıf arkadaşı Turgut’ta Maltepe karakoluna giden şanslı gurup arasındaydı.(Onlar kendi şanslarının farkında değillerdi ama benim için öylelerdi J ). Selçuk bana onunla bir not, bir de gerek olur diye adres defterini göndermişti. Babasını arayıp haber vermeliydim, Çünkü bir gün sonra eve dönmesini bekliyorlardı. Gitmeyince merak edeceklerdi. İşte bugün bu zor görev beni bekliyordu. Babası ile birkaç gün önce Ankara’ya geldiğinde tanışmıştık, Selçuk’a birlikte İzmir’e dönmeyi teklif etmiş, o gitmemişti. Babası kalış nedenini tahmin ediyor olmalıydı. Bu nedenle biraz suçlanıyor, babasına ne diyeceğimi, durumu nasıl açıklayacağımı bilemiyor, heyecanlanıyordum.

Tam nasıl etsem, neler desem, diye düşünürken, odanın anonsu açıldı. Birkaç üfleme sesi, ve vınnlamadan sonra, Sidret Hanım, meşhur tiz sesi ile, telefonum olduğunu ( “Tülin, Tülin, Tülin telefonun var Tülin” şeklinde) bildirdi. Telefon giriş katındaydı, görevliler kim aranıyorsa odasına anons edip haber verirdi. Biz duruma göre üstümüze başımıza çeki düzen verir, (çünkü genelde yurdun girişinde kız arkadaşları için bekleyen erkekler olurdu), bilmem kaç katı, koşa, koşa inerdik. Ne heyecan… (Şimdiki gibi telefonlarımız başımızın ucunda durmuyor, cebimizde veya çantamızda taşımıyorduk, hatta henüz bunun hayalini bile taşımıyorduk. )

Ben de öyle yapıp koşa, koşa aşağı indim. Ahizeyi elime aldığımda, telefonun öbür ucunda babamın sesi gürledi “Kızım sen oralarda ne yapıyorsun!? Bütün arkadaşların döndü, sen niye gelmiyorsun? “. Bu hiç beklemediğim bir durumdu, oysa bekliyor olmalıydım. Okul boykotta idi ve arkadaşlarımın çoğu memleketlerine dönmüşlerdi. Haklı olarak ailem de benim dönmemi bekliyordu. “Babacığım, sen biliyor musun buralarda bir sürü haksızlıklar oluyor, jandarmalar en yakın arkadaşlarımızı alıp götürdüler, hem de kitap yüzünden.” gibi şeyler geveledim, ama daha söylerken bunları anlayamayacağının farkındaydım. “Sana ne canım, sen ne yapabilirsin ki, sen bir an önce kalk gel, bekliyoruz” dedi ve de daha fazla konuşmamı beklemeden kapattı telefonu. Zaten benim de babama söyleyebileceğim fazla bir şey yoktu. Hadi bakalım, şimdi ne yapacaktım? Selçuk hapiste iken onu nasıl bırakıp gidecektim. Çıktığında yanında olamayacak mıydım? Durumum daha da zora girmişti.

Şimdi bir an önce babasına haber vermek gerekiyordu, daha sonra gelişen olaylara göre ne yapacağıma bakacaktım. Çekine, çekine telefon ettim, durumu anlattım. Adamcağız şok oldu bir süre konuşamadı, korktum bir şey olacak diye. Daha sonra Ankara’da dayısı (annesinin erkek kardeşi J) olduğunu, ona telefon edip haber vermemi, belki bize yardımı olabileceğini söyledi. Dayısı bir bankada yönetici idi. Aradım, yokmuş seyahate çıkmış, birkaç güne dönermiş..

O esnada yakın arkadaşları götürülenler arasında olan bir kız ile erkek arkadaşının hararetli, hararetli konuştuklarını gördüm. Merakla yanlarına gittim. Mamak’a aktarıldıklarını ve çamaşır falan gibi bazı ihtiyaçlarını götürmek üzere oraya gideceklerini öğrendim. Ben de hemen peşlerine takıldım. Belki bir gün öncekiler gibi ben de görebilir, konuşabilirim diye umuyordum. Mamak nizamiye kapısına.Ankara’nın hiç görmediğim, bilmediğim yerlerinden geçerek ulaştık Kapıdaki nöbetçi asker bizi kendimiz ve arkadaşlarımız hakkında sorguya çektikten sonra, gerçekten oraya götürülmüş ve göz altına alınmış olduklarını, ancak kendileri ile görüşemeyeceğimizi, ancak getirdiklerimizin kendilerine iletilebileceğini öğrendik.
Kaç gün tutulacakları da belli olmazmış. Gözaltı 10-15 gün sürenler varmış. Birlikte geldiğim arkadaşlar getirdiklerini, teslim ettiler. Önceden düşünüp ihtiyaç olabilecek şeylerini ayarlayıp getirmediğim için üzülmüştüm. Her şeyde kendimi suçluyor, işe yarar bir şey yapamadığımı düşünüyordum. O sırada içeriden çıkan bir jip Nizamiyeye geldi. Nöbetçi’ye onunla şehre gidip gidemeyeceğimizi sorduk. Kabul edip bizi Ulus’a kadar bıraktılar.

Sabah babamdan aldığım telefon beni çok huzursuz etmişti. On,onbeş gün içeride kalabilecekleri ihtimalini de öğrenince, babamın sözünü dinlemenin en iyisi olacağını düşündüm ve Selçuk çıktığında geri gelmeye karar verdim. Yurtlarda kalacak arkadaşlara, serbest bırakıldıklarında sınavların başlama durumu var bahanesi ile beni çağırmalarını rica ettim.Burada da elimden bir şey gelmiyordu nasıl olsa..

Gece geçmek bilmiyordu, kafamda binbir soru, içimde korkunç sıkıntı. Sık sık penceren bakıyordum. Birçoğu gibi Selçukların penceresi de karanlıktı. Saate baktım 23:00 ü gösteriyordu, Selçuk pencere de yoktu. Oysa biz her gece bu saatte pencerelerimizde olacağız diye anlaşmamış mıydık? Ben yine de yaktım sigaramı, o görmese de ben onu düşünüyordum ya…
‘Acaba ben de onun aklına geldim mi, yoksa beni düşünecek hali yok mudur?’ diye geçti aklımdan.. Acaba sigara içmelerine izin veriyorlar mıydı? Acabalar, acabalar… Hiçbir şey bilememek, üstelik daha önceki deneyimlilerden duyduğumuz hoş olmayan şeyleri yaşama ihtimalini düşünmek içimi acıtıyordu. Bu arada Selçuk’un adres defterinin kaybolduğunu fark ettim, bir türlü bulamıyordum. İşin kötüsü bir gün önce bindiğimiz jip de düşürmüş olma ihtimalini, düşünmek istemesem de, ne yazık ki böyle bir ihtimal vardı. Adamlar bunu alıp kullanırlarsa, milletin başına da iş açılırsa diye korkuyordum.Bunları düşüne, düşüne uykuya dalmışım.


Ertesi sabah kapının sesine uyandım. Karşımda elinde bavulu ile Seher duruyordu. Seher’i gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. ‘Hızır gibi yetişti’ denir ya hani, işte tam da öyle olmuştu.Yerimden fırlayıp boynuna atıldım. Artık her şeye çok daha rahat göğüs gerebilirdim. Seher dünya tatlısı, dost canlısı, fedakar, uyumlu, sorun çözücü kısacası “Herkese lazım” bir arkadaştı.

Öncelikle eve dönme fikrimden hemen vazgeçtim. Artık babama ‘Seher de burada’ diyebilir, gitmemek için bahane uydurabilirdim.
Kantine inip çaylarımızı aldıktan sonra, ben olup biteni anlattım ve ne yapacağımızı planladık. Öncelikle Selçuk’a gerekli olabilecek şeyleri götürmeli ve şu baş belası adres defterini bulmalıydık.

Turgut dolabından gerekli olabilecek eşyalarını getirdi. Biz de düştük Mamak yollarına.
O gözümde büyüyen Mamak bu kez hem Seher’in yanımda olması,hem de bir gün önceki tecrübem nedeni ile komşu kapısı gibi geldi bana… Adını pek iyi duymadığımız Bent Deresi’nden bu kez sadece iki kız bindik Mamak minibüslerine, biraz tedirgin olduk ama rahatsız edici hiçbir şey olmadı doğrusu.

Nizamiyeye geldiğimizde aynı askerin orada olduğunu görünce biraz rahatladım, asker de beni hatırlamıştı. Yeniden sorgulanmaya gerek yoktu. Güler yüzlü genç bir çocuktu. Gerekli eşyalarını getirdiğimi onları içeri göndermek istediğimi söylediğimde gülümseyerek “ Gerek yok, onları bugün salıverilecekler zaten” demez mi? Kulaklarıma inanamadım. Hem seviniyor hem de ‘ bizi atlatmak için böyle söylüyor olabilir mi acaba?’ diye geçiriyorum içimden.
“Olsun siz yine de gönderin, ya aksilik olur çıkamazlarsa, çıkarlarsa da yanında getirir.” dedimse de dinlemedi beni, çok kararlı bir şekilde “hayır hayır kesin çıkacaklar” deyip yanaşmadı eşyaları göndermeye. Bu arada bir gün önceki jip’de bir defter düşürmüş olabileceğimi söyledim. Her gün aynı saatlerde oradan geçtiğini, beklersek 10 dak. sonra sorabileceğimizi söyledi. Jip söylenen saatte geldi. Şoföre defteri sorduğumda “Evet, evet burada düşürmüşsünüz. Ben de onu eve bıraktım. Gelin bize gidelim de vereyim” dedi.
İnanın o an aklıma hiç kötü bir şey olabileceği gelmedi. Sadece olay biraz saçma geldi.. ‘Adam neden evine bırakı ki el alemin adres defterini?’ diye düşündüm. Arabada üç sivil giyimli, iki asker üniformalı beş kişi vardı. Arka koltuk üç kişilikti ve cam kenarında sivil polis olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam oturuyordu. Biz de yanına oturduk. Yolda, geliş nedenimizi, nöbetçi askerin çıkacaklarını söylediğini anlatıp, onların da haberleri olup olmadığını yokladım. Ama bu konuda pek bilgileri olmadığını anladım. Bana oldukça uzun gelen bir yolculuktan sonra Ankara’nın gece kondu mahallelerinde, dar bir sokakta tek katlı bir evin önünde durduk.. Şoför atlayıp eve girdi ve elinde bizim defterle geri geldi.Hem Selçuk’un çıkma ihtimali, hem de deftere kazasız belasız kavuşmanın sevinçiyle ben şakıyıp duruyordum, Seher’in ise hiç sesi çıkmıyordu. Sonunda bizi Bent Deresi denen yerde minibüs duraklarında indirdiler. Adamlar uzaklaşınca Seher ağlamaya başladı. Şaşırıp kaldım, ne olduğunu anlayamadım.Meğer yanındaki sivil polis kızcağızı rahatsız etmiş, ben hiç fark etmemişim. Adama bir şey diyememek de ayrıca bozmuş sinirlerini. Çok üzüldüm. Ama olayları daha iyi kavrayınca, çok daha üzücü şeylerin olabilirliğini görüp, yaptığımızın yanlışlığından ürktüm.

Artık okulumuza dönüp heyecanla gelişlerini beklemekten başka yapacak şey kalmamıştı.
Gördüklerimize “Bugün bırakılacaklarmış.” dediğimizde, bize pek inanmıyorlardı. Onlarda farklı şeyler duymuşlardı. Zaten ben de pek inanamadığım için daha da şüphe duymağa başlamıştım,yine de umudumu yitirmiyor gelen otobüslere hevesle koşuyordum.

Hava kararmasına rağmen gelen giden yoktu. Azalmış olan umudum, giderek bitmeye yüz tutmuştu. Bir gurup arkadaşla, yurtların yan tarafında kalan yeşil alandaki kamelyada, ateş yakmış, etrafında hüzünlü türküler söylerken yeni otobüslerin geldiğini gördüm ama bu kez koşmadım. Bu saate kalmazlardı, gelseler şimdiye kadar çoktan gelirlerdi. Yine de uzaktan bakıyordum, karanlıkta bir şey anlamak mümkün değildi, sakin sakin iniyorlardı gelenler otobüslerden.
Derken otobüslerin oradan birinin çığlığını duydum “ Tüliiiiin koooş geldileeer !!!“. Yurtların önüne nasıl koştuğumu bilemedim, yüreğim deli gibi çarpıyordu. Bir sürü kafası kazınmış tip inmişti otobüslerden, karanlığın da etkisi ile birbirlerinden ayırmak kolay olmuyordu Boyu bosu benzeyenlere yaklaşıp Selçuk mu diye bakıyordum, hiç biri Selçuk değildi, Selçuk yoktu. Sonunda birine “Selçuk nerede, onu gördünüz mü?” diye sordum. “Selçuk otobüslere yetişemedi, bir sonrakilerle gelir herhalde” dedi. Birden onun meşhur sözü geldi aklıma, beni sinir eden sözü “Kaçan otobüsün de, kızın da peşinden koşulmaz, nasılsa yenisi gelir.” Bir taraftan çıktığını öğrendiğim için sevinmiş, bir taraftan da böyle bir durumda bile her zamanki gibi kendini zora sokup koşmamış, otobüslere yetişmemiş olduğu içi bozulmuştum. Bunları düşünerek başım önümde yurda doğru yürürken, biri omzuma dokundu.. Başımı kaldırıp baktım,Selçuk tu. Otobüslere yetişmiş, iner inmez de bizim yurda koşup beni çağırtmıştı. Dışarıda olduğumu öğrenmiş, beni aramaya geliyordu. Bu kez sözünü uygulamamış, beni yanıltmıştı. Keşke hep böyle yanılsaydım…

TÜLİN GÖRKEM

Cumartesi, Mart 19, 2005

57 Model Cadillac




Adını Detroit kentini kuran kaşiften alan Cadillac otomobillerden 57 Model olanı...Rock’n roll müziğin, arabayla gidilen sinemaların, fast-food yemekler ve yeni ekspres yolların çağdaşı... Gösterişli, ön tarafını bütünüyle saran yuvarlak uçlu ön camdan alnı, Douglas Fairbanks’in yukarı kalkık ince bıyıklarını andıran Cadillac motifi, zenginliğin ifadesi altın kaplama dişlerle sırıtır gibi kocaman ağzı, geniş pancurları, iri kromajlı tamponu ve arkasında koca kanatları ile sekiz silindirli 1957 Model bir Cadillac...Amerikan rüyasının sembolü...

Mc Donalds’tan, Coca-Cola’dan önce girmişti yaratılmak istenen “Küçük Amerika”ya, Türkiye’ye...

Demokrat Parti, “her mahallede milyoner yaratma” eyleminden önce milyonerleri Millet Meclisi’ne taşımıştı. ”Yeter söz milletin” deyip, “46 ruhu”yla iktidara gelmişlerdi. 57 Model Cadillac’ın ilk sahibi de aslında zengin bir çiftçi olan bir mebus idi. Demokrat Parti’nin meclise taşıdığı zenginlerden biri...İthalatçısı onu daha galeriye koymadan satmıştı. Otomobili lacivert takım elbiseli, kokartlı lacivert kasketli, yaşlı, güngörmüş bir şoför kullanıyordu. Arka koltuğa kurulmuş Mebus Beyi Millet Meclisi’nden alıp, Ulus’tan aşağı süzülüp, İstasyon’dan Tandoğan Meydanı’na, oradan Beşevler’den Emek Mahallesi’ne, İsrail Evleri’ndeki konutuna götürürken bütün diğer araçların sürücüleri hayranlık ve saygıyla ona yol verirlerdi. Asfalt yolda süzülerek yol alırken bu hayranlığın Mebus Bey’den ziyade kendisine gösterildiğinin bilincinde gururlu ve cakalıydı. Ancak çok uzun sürmedi bu keyif. Amerika’dan göç edip geldiği bu garip ülkenin insanları demokrasisine değil de parıltılı yaşam biçimine özenmişlerdi, Batılı ülkelerin.

27 Mayıs Darbesinde, askerler, Mebus Beyi sabah erken saatlerde, tavuk kümesinde saklanırken yakaladılar. Cadillac’ın ilk yürek yaralanması o zaman olmuştu. Millet Meclisi yerine, önce İstanbul’da Yassıada’da yargılanan, daha sonra da Kayseri Cezaevi’nde cezasını çeken Mebus Bey’i ziyarete giden karısını, çoluğunu çocuğunu taşıdı,yıllarca. Yorgun düştü, bakımsız kaldı.

Mebus Bey, cezaevinden çıktıktan sonra sanki uğursuzmuş da, bütün bunlara o sebep olmuş gibi İstanbullu yeni zengin bir tüccara, Osman Bey’e sattı, onu. Osman Bey, ithalatçı idi. Devlet ihalelerinden yolunu buluyordu. Bu arada sanayiciliğe de niyetlenmişti. Sanayicilik dediysek, “bacasız”ından idi. O zamanlar, “montaj sanayii” modası vardı. Devletin dışında ağır sanayi yatırımı yapacak babayiğit pek yoktu. Cadillac hayatından memnundu. Yine zengin bir eve kapağı atmıştı. Yeni sahibi uyanıktı. Paranın kokusunu iyi alıyordu. Yeşilçam filmlerinin sinemaları tıklım tıklım doldurduğu yıllardı. Zengin kızların evin fakir, ama yakışıklı genç şoförlerine aşık olduğu filmleri çeken sinemacılara kiraladı arabasını. Artist de olmuştu. Belgin Doruk, Türkan Şoray, Muhterem Nur’la aynı filmlerde rol arkadaşlığı yaptı. Herkesin kendisini tanıdığını düşünüyor, gururlanıyordu. Akşamları açık hava sinemalarının önünden geçerken şoför kornasına bastığında daha bir güzel ötüyordu.

Yaşanan güzel şeylerin de bir sonu oluyordu. Otomobiller de yaşlanıyor, yani eskiyorlardı. Değerleri düşüyordu. Muhasebeciler, ellerinde kalem, amortisman hesabı dedikleri bir hesapla acımadan değerlerini düşürüyorlardı. Yeni modeller çıkıyor, pabuçları dama atılıyordu. Olsun, o bunlara aldırmıyor, kocaman gövdesiyle şişinip geziniyordu. Piyasaya hakim olmaya başlayan, o cimri Avrupalıların ürettiği kıtıpiyos, küçük arabalar gibi değildi. Olamazdı da zaten. Gariban Avrupalılar çok sıkıntı çekmişlerdi. Daha yeni yeni bellerini doğrultuyorlardı. Pek tabii ki Amerikalıların zenginliği yoktu.

Ancak çok sonraları farketti, sahibinin “lıkır lıkır” benzin içtiği için ona kızdığını ve gözden düştüğünü. O kızgınlıkla Osman Bey, yeni model bir Avrupa arabası, bir Mercedes edindi, kendisine. Onu da bir galeriye satılmak üzere bıraktı. Çok kalmadı galeride. Uygun bir fiyatla satıldı. Bostancı-Taksim dolmuş hattında çalışan, doğma büyüme Erenköylü Serhat’ın sevgili arabasıydı artık. Ta ki yerini bir Ford minibüse bırakıp emekli olana kadar. Senelerce sabahları mahmur gözlerle okula giden öğrencileri, işe giden genç kızları, erkekleri, geceleri sarhoşları taşıdı. Onların tatlı muhabbetlerini dinledi, aşklarına şahit, sırlarına ortak oldu. Pırıltılı Bağdat Caddesinden, dünyanın en güzel manzarasına sahip Boğaziçi Köprüsünden, Bostancı’dan Taksim’e, Taksim’den Bostancı’ya gitti geldi. Serhat, ortaya ilave bir sıra koltuk koyup, daha fazla müşteri alabilmek uğruna gövdesini kestirip, ekleme yaptırıp boyunu uzatmıştı. Bununla da yetinmeyip daha az masraflı olsun diye zamanın modasına uyup LPG tüp taktırmıştı. Orasına burasına takıştırdığı “süslü” aksesuarlar da cabasıydı. Şekli şemali iyice değişmişti. 50’li yılların en fiyakalı arabasından geriye bir şey kalmamıştı. Serkan, arabasını çok seviyor, “ekmek teknem” diyordu, ama Cadillac’ın Serkan için aynı duyguları beslediği söylenemezdi. Hele Belediyenin de içinde bulunduğu bir komplo sonucunda, kendisi gibi akranı diğer Amerikan otomobilleri ile birlikte hattan çıkarılıp, yerini “sıfır” bir minibüse terkettirilip, haraç mezat bir hurdalığa satılınca kırgınlığı iyice artmıştı.

Yaşanan bunca ihtişamın arkasından kendisini bir hurdalıkta bulmuştu. Hurdalığın bulunduğu arsada yıllarca, yağmurun, karın altında yattı. Güzelim kaportası çürümeye başlamıştı. Kimsenin yanına uğradığı yoktu. Yalnızca arabacılık oynayan mahallenin çocukları ile dostluk edebiliyordu. Bu çocuklar yoksul ailelerin çocukları idi. Babaları onlara uzaktan kumandalı oyuncak arabalar alamıyordu. Çok zeki, sevimli yumurcaklardı. Direksiyonuna oturup oynuyorlardı. Hemen hepsinin düşü büyüdüklerinde şoför olabilmekti. Onların düşlerini paylaşabilmek hoşuna gidiyordu. Yaşlanmıştı. Hurdacının iki padişah, yedi cumhurbaşkanı görmüş anneannesi gibi o da 27 Mayıs Darbesi’nin arkasından iki askeri darbe ve bir “post modern” darbe yaşamıştı, bu Amerika karikatürü, ikinci vatanı ülkede. Bütün yaşananlara rağmen bu ülkenin insanlarını çok sevmişti. Onların sevinçlerine, üzüntülerine ortak olmuştu.

Tam ümitsizliğe kapılmışken eski, hurda arabaları adam edip, allayıp pullayıp antika meraklılarına Dolapdere’nin aşağısındaki galerisinde satan Kasımpaşalı Recep tarafından farkedildi. Recep, hurdalıktan aldığı Cadillac’ı bu işlerin erbabı kaportacı-boyacı arkadaşının ellerine teslim etti. Bir ay içinde eskisi kadar olmasa bile gıcır gıcır olmuştu. Galerinin en görünür yerine konuldu. Oradaki en fiyakalı araba gene oydu. O gelmeden önce galerinin gözdesi olan 56 Chevrolet kıskançlıktan çatlıyordu. Yoldan geçenlerin hemen dikkatini çekiyordu. Eski araba meraklıları sorup duruyorlardı, ama hiç kimse istenilen parayı verip almaya cesaret edemiyordu.

Sonbaharın son güneşli havalarından biriydi. Kasımpaşa Bahriye Caddesi yönünden Çevreyoluna doğru giden kıpkırmızı renkli, yeni model Alfa Romeo otomobil, ani bir frenle Galerinin önünde durdu. Allahtan ABS’si vardı.İçinden inen sürücüsü heyecanla ona doğru geldi. Sonra önde oturan yaşlı kadına seslendi.:

“Anne bak! 57 Model bir Cadillac.”

Annesi onaylar gibi başını salladı.:

“Ya, evet. Aynı rahmetli babanın otomobili.”

“Ne kadar güzel değil mi?”

Tanımıştı bu genç adamı. Tesadüfe bakın, Orhan’dı bu. Mebus Bey’in küçük oğlu. Yıllar geçmiş, koca adam olmuştu. Küçükken bir gün, şoför tuvalete gittiğinde, fırsattan istifade direksiyona oturmuş, vitesi boşa alıp, kontak anahtarını çevirmişti. Allahtan ayakları gaza yetişmiyordu. Yoksa büyük bir kazaya yol açabilirdi. Bir ağaca çarpıp, ufak bir hasarla atlatmıştı. “Rahmetli babam” demişti. Demek ölmüştü, adamcağız.

Orhan, otomobili uzun uzun inceledi. Küçüklüğünün arabasının izlerini aradı. Zoraki akşam gezmelerinden dönüşte arka koltuğunda uyuduğu otomobili özlemişti. Çocukluk anıları canlandı, gözünde. Yaşlanınca insanların boyu çeker, küçülürlerdi. Cadillac’ınsa dolmuşçu Serhat’ın marifetiyle gövdesine ekleme yapılmış, boyu uzamıştı. Arka bagajında ise bir LPG tüpü vardı.
Galerici Recep, yanlarına geldi. Alıcı olduklarını anlamıştı. Orhan fiyatını sordu. Annesi de Alfa Romeo’dan inip gelmişti.

“Alalım mı anne?”

“Sen bilirsin.”

Orhan, kararını çoktan vermişti. Cebinden çek defterini çıkarıp vadeli bir çek yazdı.

“Bizim çocukları gönderir aldırırım. Muamelelerini yaparız.” Dedi.

Bunca maceradan sonra, bir peri masalındaki gibi kader onu ilk sahipleri ile yeniden bir araya getirmişti. Mebus Bey ölmüş, karısı yaşlanmıştı. Orhan, büyümüş, akademik kariyer yapmış, profesör olmuştu. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyordu. Evlenmiş, bir kızı olmuştu. Cadillac da yaşlanmıştı, ama üçüncü nesle yetişmişti. Tıpkı bu ülkenin tarihi gibi, çalkantılı, inişli çıkışlı bir hayatı olmuştu. Gene de çok mutluydu. Hurdalığa kadar düşmüş, ordan kurtulup yenilenmiş, ilk sahiplerinin yanında eski itibarına tekrar kavuşmuştu.

M.HAKKI YAZICI

Muhalifler Mutsuz Olur


Babam bir muhalifti. Ve mutsuzdu. Muhalifler mutsuz olur,derdi. Pek anlayamazdım ne anlama geldiğini. Sık sık “Benim ömrüm bu memlekette demokrasi görmeye yetmeyecek,”diye hayıflanırdı. Sabahları kahvaltı masasında bir yandan çayını içip, bir yandan günlük gazetelere göz atarken iç çeker, kafasını sallardı. Aslında bütün haberleri herkesten önce bilirdi; gazetede müsahhih olarak çalışıyordu-Anneannem müsahhih, annem bazen düzeltmen, bazen de redaktör derdi. Haberleri daha önceden bilmesine rağmen baştan aşağı, dikkatlice bir daha okurdu, gazeteleri. Bazen hiçbir şey söylemeden kalkar, evden çıkar giderdi.

Akşamları eve erken geldiği, birlikte yemek yediğimiz pek enderdi. Genellikle arkadaşları ile meyhaneye gider, biz uyuduktan sonra eve gelirdi. Geldiğini uykumuzun arasında boğuk boğuk öksürmesinden anlardık. Bir de annemin bağırtısından, çağırtısından. Huysuz bir adamdı, babam; bunu da muhalifliğine bağlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse huysuz muydu, değil miydi karar vermek zordu. Güleryüzlüydü, iri cüssesine, kaba görünüşüne rağmen kibardı. Herkes severdi onu. Yakasına kırmızı bir karanfil takardı, hep. Belki de kıskandığından annem kızardı yakasına karanfil takmasına, anlam veremezdi. O da sen anlamazsın, der geçiştirirdi. Zaten, galiba, annemle anneannemin dışında onun huysuz olduğunu söyleyen de yoktu.

Babam nasıl biriydi? Kendi söylediği için anlamını bilmesem de muhalif olduğunu biliyordum. Peki huysuz muydu, mutsuz muydu, kaba mıydı, kibar mıydı, anneannemin dediği gibi sorumsuz muydu karar veremiyordum. Belki de hepsiydi; renkli bir adamdı, benim babam.

Gece yarısı kavgalarının konuları çoklukla, geçim sıkıntısı ve babamın sorumsuzluğu üzerineydi. Annem bağırır çağırır, sonra ağlardı.

“Elalemin karılarına dikiş dikmesem aç kalırız. Sense çoluk çocuğunun rızkını meyhane köşelerinde yiyorsun,”diye bağırırdı.

Babam, önceleri sakin sakin derdini anlatmaya çalışırdı. Meyhane dostlarıyla bir arada, bir nebze olsun mutlu olabildiği bir mekandı. Babamın arkadaşı Enis amcanın dediğine göre ikinci kadehten sonra, her gece memleketi kurtarıyorlardı.

Kardeşimle birlikte kafamıza çektiğimiz yorganın altından sıkıcı bir filmin tekrarı gibi hemen her gece, yattığımız yerden kapının aralığından gördüğümüz oturma odasında cereyan eden bu kavgaları endişeyle izlerdik. Babam hayret eden bir surat ifadesiyle annemi dinler, annemin bağırtıları kesilmeyince sinirlenip küfrederdi. Annem ağlayarak yatak odasına çekilir, sertçe kapısını kapardı. Kapının arkasından uzun süre hıçkırıklarını duyardık. Sonra kesilirdi sesi; bu uykuya daldığının işaretiydi.

Babam uzun süre başı ellerinin arasında, koltuğa ayaklarını uzatıp oturur, bir süre sonra ayağa kalkar, sigara yakar, zulasındaki rakı şişesini çıkarır, meyhanede içtiği yetmemiş gibi yeniden içerdi. Zihnini toplaması için gerekli olduğuna inanırdı, bunun. Remington marka portatif daktilosunu masanın üstüne koyar, şaryoya kağıdı yerleştirir yazmaya başlardı. Gazeteden aldığı maaş yetmediği için Yeşilçam senaryoları yazardı. Daktilosunun tıktıkları gecenin o saatinde bize ninni gibi gelir, yeniden uykuya dalardık. Alışmıştık bu tıktık seslerine. Sabahın erken saatlerine kadar yazardı. Tıktıkların ritminden hikayenin seyrini anlardık. Senaryoda heyecanlı bölümleri yazarken babam da konuya kendisini kaptırır, hızlı atan kalp atışları gibi daktilonun tıktıklarının hızı artardı. Bu zamanlarda sigara dahi içmez, aralıksız yazardı. İyi şeyler yazmışsa sabah bizi erkenden kaldırır yazdıklarını okur, kendisi gibi beğenmemizi isterdi. Çok güzel şeyler yazardı. Annem bile bütün kızgınlığını unutur, gevşerdi. İyi insanlar hep mutlu olurdu, kötüler cezalarını bulurdu, hikayelerinin sonunda. Sevgililer birbirlerine kavuşurlardı. Tersini yazmaya kalksa da biz onaylamaz, hikayeyi değiştirmesini isterdik.

***

Annem dikiş dikerdi. Sabah gün ağarmadan kalkardı. Çoğu zaman babam hala daktilosunun başında senaryolarını yazıyor olurdu, o saatlerde. Annem çok hamarattı; evin işlerini erkenden bitirirdi, sonra dikiş makinasının başına geçerdi. Bize amerikan bezinden donlar dikerdi, okul önlüğümüzü, kendisine, eşe dosta elbiseler dikerdi. Öğleden sonra mahalleli kadınlar gelirdi eve; annem, onlara pazenden, emprimeden, basmadan model model elbiseler dikerdi. Dikişini herkes beğenirdi; iyi terziydi, hem de ucuzcuydu. Başka mahallelerden de kadınlar gelirdi, elbise diktirmeye. Bu yüzden de işi hiç eksik olmazdı.
Anneannem iyi kahve falına bakardı. “İçtiğimiz kahvedir / Etrafı telvedir. / Ey kahve perisi / Gönlümdekini Bildir” diye başlardı kahve falına bakmaya. Elbise diktirmeye gelen kadınların dışında kahve falı baktırmak isteyen, sohbeti seven kadınlar da gelirdi, evimize. Oturma odamız her zaman mahallenin kadınları ile dolu olurdu. Bu hiç de şikayet edilecek bir durum değildi. Babam evde olmadığı için ve kardeşimle beni de erkekten saymadıkları için sere serpe otururlardı. Açık saçık hikayeler anlatır, gülüşürlerdi. Halbuki ben, o zamanlar erkekliğimi yeni yeni farketmeye başlamıştım. Kadınlar prova için annemlerin yatak odasında elbiselerini giyerlerdi. Ben ve kardeşim kimse görmeden, önceden odaya girer, yorganların, döşeklerin istiflendiği yüklüğe saklanır, yüklüğü kapatan perdenin aralığından soyunan kadınları seyrederdik.

Dertleşme mekanıydı evimiz. Kadınların hemen hemen hepsi eşe dosta belli etmemeye çalışsalar bile mutluluğu bulamamışlardı, evliliklerinde. Mahallemizin kocasız kocayan kızları vardı. İffet köşedeki bakkalın karısının adıydı.
Provasız dikilen elbiseler gibiydi evlilikler. Kapılar kilitli, kepenkler inikti.

Allahtan ki bizim de mahallenin bütün erkeklerinin yüreğini hoplatan bir Fahriye ablamız vardı. Yoksa aşk, babamın senaryolarını yazdığı filmlerdeki bir fantezi olarak kalacaktı.

***

Basit bir ayakkabı çekeceğinin iş bulmama neden olacağını düşünemezdim. Annemle birlikte kardeşime ayakkabı almak üzere çarşıya çıkmıştık. Eminönü’nde büyükçe bir mağazaya girdik. Elimde işportadan aldığım bir tarafı gazoz açacağı, öbür tarafı ayakkabı çekeceği olan bir şeyi elimde sallıyordum. Dükkan sahibi gülerek;

“Küçük bey bizim işe yatkın galiba,”diye takıldı.

Annem benim elimde çekeceği sallayarak laubali bir şekilde dolaşmamdan rahatsız olmuş, pantolonumdan çekiştirerek, mahçup bir yüz ifadesiyle gülümsedi.

“Okullar tatil olunca bize gelsin. Çalışır, hayatı öğrenir,”dedi dükkancı.

Bu sözü benim ciddiye alacağımı bilerek mi söylemişti, ayakkabıcı? Ama ben ciddiye almıştım; okullar kapanır kapanmaz ayakkabıcı dükkanına gittim. Hemen o gün işe başladım. Çırak olarak erkekler reyonunda çalışıyordum. Sağa sola koşturup diğer tezgahtarların isteklerini yerine getiriyor; vitrindeki, teşhirdeki ayakkabıların tozlarını alıyor; müşterilerin deneyip de almadığı ayakkabıları kutularına yerleştirip, yerlerine kaldırıyordum. Dükkan yoğunlaşınca diğer tezgahtarların yetişemediği müşterilere satış yapıyordum. Fırsat bulunca dükkanın önüne çıkıp vitrine bakanları “Buyrun içerde daha değişik modellerimiz var,”diyerek dükkana davet ediyordum.
Kadınlar reyonunda çalışan, benden birkaç yaş büyük Nafiz’le arkadaş olmuştuk. Dükkanın kapalı olduğu öğle aralarında birlikte dolaşıyor, yemek yiyorduk. Bana dükkana gelen kadınların ayakkabılarını giydirirken gözünün ucuyla kaçamak bakışlarla gördüğü bacakların güzelliğini anlatıyordu. Ben de kadınlar reyonunda çalıştığı için kıskanarak büyük bir heyecanla anlattıklarını dinliyordum.

Bir gün öğle arasında yine beraber çıktık. Seyyar köfteciden yarım ekmeğe bol soğanlı tükürük köftesi alıp, Galata Köprüsü’nden Karaköy’e geçtik. Köprünün üzerindeki işportacıdan bir paket jilet alıp, olmayan sakallarımızı traş ettik. Nafiz’e göre biz artık erkek olmaya başlamıştık. Böyle yaparsak sakallarımız daha erken çıkardı. Beni çok güzel bir yere götüreceğini söyledi. Karaköy’de ara sokaklardan birinde çekinmememi söyleyerek elimden tuttu, beni arkasında sürükleyerek kalabalığın arasından kapıdaki bekçilere görünmeden genelevin sokağına girdik. İkimiz de lokma kadar çocuklardık. Farkedileceğiz diye ödümüz kopuyordu. Ancak kimse kimsenin farkında değildi. Evlerin pencerelerine yığılmış adamlar içeri aç gözlerle baktıktan sonra ya gözlerine kestirdikleri bir kadınla yatmak için eve giriyorlar, ya da başka bir evin penceresine seyirtiyorlardı. Aralarına karışıp bir pencereye yanaştık. İçeride yarı çıplak kadınlar sere serpe oturmuşlar, davetkar bakışlarla pencereden bakanları süzüyorlardı. Bizim eve dikiş için gelen kadınları dikizleyerek gördüklerimizi, Nafiz’in kadınlar reyonunda gördüklerini, bütün hayallerimizi aşan şeylerdi gördüklerimiz. Bir süre sonra alıştık; o pencere senin bu pencere benim dolaşmaya başladık. Mahalledeki arkadaşlarıma anlattığımda beni ne kadar kıskanacaklarını düşündüm. Pencere önüne gelip kalabalıktan içeri göremeyenler “Bakanlar çekilsin, senatörler geldi,” diyorlardı. Uzunca süre içeri bakıp, yeterli bulanlar pencerenin önünden çekilip, yeni gelenlere yerlerini terkediyorlardı.

Gene bir pencerenin önünde içeri uzunca süre üstünde yalnızca bir kilot olan kadınlara doyasıya baktıktan sonra arkadan gelen “Bakanlar çekilsin senatörler geldi” uyarısı ile pencerenin kenarından ayrılıp arkama döndüğümde babamla burun buruna geldim. Birdenbire kanım dondu. En beklemediğim bir anda babamla karşılaşmıştım. O da beni görmüştü. Ufak bir teredüttten sonra Nafiz’i orada bırakıp, sokaktan aşağı kaçmaya başladım. Bir ara baktığımda babamın kalabalığı yarmaya çalışarak arkamdan koştuğunu gördüm. Hiç durmadan koşarak Karaköy Köprüsünden geçtim. Mısır Çarşısı’nın içinden geçip, Tahtakale’de bir hanın merdivenin altında tenha bir yere saklandım. Kaçmıştım ama akşam eve gittiğimde babam olan bitenin hesabını soracaktı.

Babam her zamankinden erken gelmişti eve. Bense eve gitmeyip mahallede çift kale maç yapan çocukların arasına karışmıştım. Onlar evlerine dağılınca bir duvarın dibine çöküp oturdum. Babam beni duvarın dibinde buldu. Kulaklarımdan yakalayarak eve kadar sürükledi. Bahçede eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Annem araya girmeye çalışıyor, beni babamın elinden almaya çalışıyordu, ama beceremiyordu. Babam çok öfkelenmişti. Annem olan biteni anlayamamıştı, sebebini sorduğunda “O ne halt yediğini bilir,”diye cevap veriyordu, babam.

Dayak faslı bittikten sonra “Bu, artık o dükkana gitmeyecek. Derslerine çalışsın,” dedi.

***

Yediğim dayağın etkisiyle sabaha kadar uyuyamadım. Babamsa her zamankinden farklı olarak erkenden yatmış uyuyordu. Horultusu kardeşimle yattığımız odaya kadar geliyordu. Kardeşim de olan biteni anlamamakla birlikte çok üzülmüş, o da uyuyamamıştı. Sabah babam evden çıkana kadar yataktan çıkmadım. Kahvaltıda da bir şey yemedim. Dere kenarına gidip saatlerce amaçsızca dolaştım. Dereye taş atıp kurbağaları kaçırmak bile içimden gelmedi.Mahalleye döndüğümde eğri sahada çift kale maç yapan arkadaşlarımın arasına da karışmak istemedi canım. Suçluydum, en olmayacak yerde babama yakalanmıştım. Kardeşim beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyordu. Annemin gönderdiği sana yağ sürülmüş, üstüne toz şeker serpilmiş ekmeği de yemedim. Bana armağan edeceği en güzel cam bilyalarını, topacını da kabul etmedim.

Duvar dibinde kös kös otururken kardeşim heyecanla yanıma geldi. Fahriye abla provaya gelecekti, bizim eve. İlgilenmemiş gibi görünsem de bu haber kanımı harekete geçirmişti. Nazlana nazlana eve döndüm. Balkon penceresinden eve girdik. Yatak odasındaki yüklüğe tırmanıp, üstüste istiflenmiş yorganların döşeklerin üstüne yatıp, perdesini kapatıp, gizlendik. Bir hafta önce mahalleye gelen hallaca çırptırılıp kabartılan pamuğun doldurulduğu döşekler yumuşacıktı. Geceden uykusuzduk, dalmışız. Birden kapı açılınca uyandık. Annem Fahriye abla ile birlikte içeri girdi. Elinde teğellediği Fahriye ablaya diktiği yeni elbise vardı. Annem elbiseyi bırakıp dışarı çıktı. Fahriye abla soyunurken, ben ve kardeşim heyecandan nefesimizi tutmuş, gizlendiğimiz yüklükten bakıyorduk. Hiçbir şeyden haberi olmayan Fahriye abla üstünü çıkardı. Pürüzsüz cildi, dolgun göğüsleri, iri kalçaları, lüle lüle saçları ile ne güzel bir komşumuzdu, Fahriye Abla! Nefes bile almaya korkuyorduk. Kasıklarıma hücum eden kanın sıcaklığını hissediyordum. Kardeşim kıkırdıyordu; bunun bir oyun olduğunu zannediyordu. Ne bilsindi? Sesimiz duyulacak diye ödüm kopuyordu. Elimi ağzına tıkayıp susturdum.

***

Bir sene kadar babam hep ciddi bakışlarla bana bakıp, hiçbir şey söylemeden süzdü. O gün olanlar aramızda bir sır olarak kaldı; hiç konuşmadık. Babam da beni nerede yakaladığını anneme anlatabilecek durumda değildi, zaten. Bense fantezilerimi süsleyen Hayat, Ses, Pazar mecmualarından kesip, bir harita-metod defterine yapıştırdığım içimi gıcıklayan kadın resimlerinin yardımıyla çatı arasında cinsel deneyimlerimi sürdürüyordum.

***

Güneşli bir bahargünüydü. Ağaçlar çiçek açmış, kuşlar neşe içinde ötüşüyorlardı. Son dersimiz tarihti. Tarih öğretmenimiz yeni mezun, genç ve güzel bir kızdı. Derste pencerenin önünde dikilmiş hiç konuşmadan dalgın dalgın dışarıya bakıyordu. Sıra arkadaşım muzip muzip sırıtarak dedikoduyu kulağıma fısıldadı : Tarih öğretmenimiz beden eğitimi öğretmenimize aşık olmuştu.

Uzunca bir süre pencerenin önünde dikildikten sonra tarih öğretmenimiz sınıfa döndü:

“Ölenlerin arkasından konuşulmaz, çocuklar,”dedi.”Bu yüzden de tarih anlatamıyoruz.”

Şaşkınlıkla yüzüne baktığımızı görünce onun da gülesi geldi:

“Bahar gelmiş, hava güzel, güneşli. Sınıfa tıkılmayın. Erken çıkabilirsiniz. “

Sıra arkadaşım yine muzip muzip sırıtarak;

“Gelince bahar ayları, gevşemiş gönül yayları,”dedi.

Tarih kitabının sayfalarındaki bütün ölmüş büyükleri; Hamurabi’yi, Büyük İskender’i, Timur Lenk’i, IV. Murat’ı, ve hatta Sezar’ı Kleopatra’yı, Napolyon’u Josephine’i, Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina’yı rahmetle anarak, derslikten fırlayıp, sevinçle bahçeye çıktık, evlerimizin yolunu tuttuk. Ben yine her zamanki yolumdan dere kenarından yürüyerek, suya attığım taşlarla kurbağaları ürkütüp, kaçırarak döndüm.

Eve geldiğimde annemi salya sümük ağlarken buldum. Polisler babamı gazeteden alıpgötürmüşler, gözaltına almışlardı. Anneannem Örfi İdare olduğunu söylüyordu. Ne anlama geldiğini bilmediğim bu “Örfi İdare” ya da annemin dediği gibi “sıkıyönetim” lafını sonraki yıllarda da hep duydum. Babama kötülük yaptıklarına göre iyi bi şey değildi. Babamın gazeteden arkadaşı Enis amcaya göre bu sıkıyönetim hayatımızdan hiç eksik olmamıştı. Babam daha sonra tutuklandı. Arkadaşları ile birlikte çıkardıkları edebiyat dergisinde yazdığı şiir nedeniyle tutuklamışlardı. Böylelikle babamın muhalifliğinden, mutsuzluğundan, huysuzluğundan başka bir yönünü de keşfetmiş oldum : Babam aynı zamanda bir şairdi, gizli gizli şiir yazıyordu.

Anneannem ortalıkta söylenerek dolaşıyordu:

“Sorumsuz adam; senin çoluğun çocuğun var, sana mı kaldı memleketi kurtarmak!..”

***

Çok uzun süre kalmadı babam hapiste. Başına gelenler yetmezmiş gibi gazetedeki işinden de atıldı. Günlerce gazete gazete dolaşıp iş aradı, bulamadı. Artık karnını doyurmak için senaryo yazmaktan başka işi kalmamıştı. Zaman da kötüydü. Televizyon insanları eve bağlamış, Yeşilçam’ın altın yılları geride kalmış, bir çıkış yolu arayan sinemacılar seks filmleri çekmeye başlamışlardı. Başka çaresi yoktu. Hoşnut olmasa da ardı arkasına çekilen çekilen seks filmlerine senaryolar yazmaya başlamıştı, babam. Yazdıklarından utanıyordu, ama ne yapsındı ekmek parası... Pek bilinmesini istemezdi yazdıklarının. Artık bize okuyup paylaşmıyordu da.

Yine geceyarısından sonra, daktilo tıktıkları ile sabaha kadar senaryolar yazıyordu. Tıktıklar ninni olmaya devam ediyordu. Sanki babamın daktilosunun sesi olmasa uyuyamayacaktım. Tıktıkların temposu arttığında hikayede gerilimin arttığını anlıyorduk. Heyecandan hızlı çarpmaya başlayan kalbinin sesi gibi tıktıkların hızı da artıyordu. Babam anlattığı hikayenin havasına girerek, bir ara yazmayı kesiyor, içeri odada yatan annemin yanına sessizce süzülüyordu. Bütün bunları daktilo sesinin kesilmesinden, kapı gıcırtısından, annemin “Senin hiç uykun gelmez mi?!.” diye şikayetlenen uykulu sesinden anlardım. Bir süre sonra babam pantolonunu çekiştirerek odadan çıkar, daktilosunun başına geçerek yazmaya devam ederdi.

***

Anneannemin fal bakma merakının hayatımı olumsuz etkiliyeceğini bilemezdim. Fahriye Ablanın uzak semtlerden bir kısmeti çıkmıştı. Hiç itibar etmezdi Fahriye Abla görücü gelenlere, pek çoğunun yanına bile çıkmazdı. Yeni kısmeti Kapalıçarşı’da dükkanı olan, hali vakti yerinde bir adamdı; uzaktan hısımları oluyordu.

Anneannemin “Sana bir bakış bakacak / Kalbini içten yakacak / Sen ne kadar dirensen de / Seni koluna takacak,” diye baktığı kahve falından etkilenip evleniverdi, adamla. Nişan, düğün derken mahalleden uçuverdi, Fahriye Abla.

Aylarca kendime gelemedim. Yemekten içmekten kesildim. Dikişe gelen kadınların arasında saatlerce oturup, Fahriye Abladan söz ederler mi diye, konuşmalarını dinliyordum. Arasıra annesini, ablasını görmeye geliyormuş; hamileymiş; aslında pişmanmış. “Herif, ayı. Bir ayı ile evlendi, güzelim kızcağız,” diyorlardı.

İyice süzülüp zayıflamıştım. Annem babam sebebini bilmediklerinden akıl erdiremiyorlardı benim bu halime. Bütün bu olanlara anneannemin baktığı falın neden olduğu düşüncesiyle ona da küstüm, iki bayram üstüste elini öpmedim.

***

“Bu çocuk ancak yatılı okulda adam olur,” diye babam beni annemin bütün karşı çıkışlarına rağmen askeri okul imtihanlarına soktu. Oğlunun subay olup, darbe yapmayan bir general olmasını istiyordu belki de. Aslında kazanmamak elimde idi. Sınav sorularını cevaplamazsam kazanamazdım. Ama nedense bir sebep bulamadım. Artık Fahriye Ablamız yoktu, mahallede. Belki de bu kırgınlıkla bütün soruları yaptım. Ben de evden, mahalleden uzaklaşmak istiyordum.
Ancak hafta sonlarında geliyordum eve. Bazen dersleri bahane edip okulda kalıyordum. Büyümüştüm; babam benim artık tam bir erkek olduğumu söylüyordu.

***

Bir hafta sonunda eve geldiğimde seneler sonra misafirliğe gelmiş Fahriye Ablayı görmek çok hoş bir sürpriz oldu. Çocuğu olmuştu; yanında getirmişti. Çok sevindim, heyecanlandım. O da beni görünce sevindi, sarılıp yanaklarımdan öptü. Yine çok güzeldi. Teninin de çok güzel koktuğunu ilk kez o zaman farkettim.

“Kocaman yakışıklı bir delikanlı olmuşsun,” dedi.

“Yakışıklı” lafını Fahriye Abladan duymak dünyanın en güzel şeyiydi. Oturduk uzun uzun konuştuk, hal hatır sorduk birbirimize.

Gece babam eve yine sarhoş gelmişti. Bildik bağırış çağırış ve kavgalardan sonra annem kapıyı çarpıp odasına girdi. Uzun süren bir sessizlik olmuştu. Bir türlü uyuyamıyordum. Babamın daktilosunun tıktıkları olmasa uyuyamayacaktım. Yatakta bir o tarafa, bir öbür tarafa döndüm, nafile. Bir türlü uyuyamıyordum. Dayanamadım, merak edip kalktım. Babam niye yazmıyordu. Oturma odasının kapısında içeri bakınca şaşırdım. Babam bir bilgisayar almıştı. Ses çıkarmayan bilgisayar klavyesinin başında sigarasını yakmış tıkır tıkır senaryosunu yazıyordu. Yaşlandığını farkettim babamın. Muhalif ve mutsuz yaşlanmıştı. Gözlüksüz okuyup yazamıyordu. Yanına gittim, dizlerinin dibine çöktüm.

“Ne oldu, uyuyamadın mı?”

“Uyuyamadım. Daktilo tıkırtısı ninni gibi geliyordu. Onun sesi olmayınca uyuyamadım.”

“İstediğin o olsun,”dedi.

Bilgisayarında daktilo sesi efekti veren bir program vardı. Ayarlarını yaptı, bilgisayarından yazarken daktilo sesi çıkmaya başladı.


M.HAKKI YAZICI

YAŞAMIN PLANI BU, SENİN DEĞİL


Camdan baktığında karşı komşunun perdeleri örttüğünü gördü, saat altı olmuş dedi, kalkıp sofrayı hazırlamalı. Bu küçük kasabada herkes her gün aynı şeyleri yapardı. Saat kullanmaya bile gerek yoktu aslında. Sobaya bir odun daha atıp, mutfak tezgahına doğru yürüdü.

Başını tülbent ile sıkmıştı, bu ağrılarına iyi geliyordu sanki. Başı her zaman ağrırdı, ne zaman başlamıştı ilk hatırlamıyordu, boşandığı sıralardı belki de daha öncesi ne bileyim dedi.

18 yaşındaydı istemeye geldiklerinde, efendi , sessiz sakin bir adama benziyordu Saffet, ona kimse sormamıştı ister misin diye. Gençti , kanı kaynıyordu, evlilik , ev , çoluk çocuk , her genç kız gibi onunda rüyasıydı. İçi içine sığmamıştı heyecandan , erkekler hakkında tek bildiği, konu komşu kadınların gün gezmelerinde anlattıklarıydı. Artık o da yaşayacaktı o söylenenleri, sinir olurdu o evli kadınların sen anlamazsın türünden tepeden bakışlarına. O da aynı şeyi yapacaktı tabii , bu bir tür ayrıcalık gibiydi.

Düğün, dernek , ilk gece , ilk hafta , alışmaya çalışıyordu ama özlüyordu bir yandan da baba evini. Saffet işe gider gitmez , üstün körü ortalığı toplayıp bir koşu anasına gitmeyi adet edinmişti. Akşam onun eve gelmesinden biraz önce eve girer acele ile yemek hazırlardı. Saffet önceleri ses etmiyordu ama daha sonraları o da rahatsız olmaya başladı. İlk kavga nedeni buydu, son kavga da bu yüzden olmuştu ya her neyse.

Şimdi evli kardeşinin evinde sığıntı gibi olmuştu, kardeşi çalışıyordu, evin bütün işi, yemek, çocukların bakımı hepsi onun üstündeydi. Gençlik , bilsem kocaya katlanırdım, hiç değilse kendi evim olurdu. Çocuklar bağırarak içeri daldı, üç oğlan, biri onundu. En kıymetlisi oğluydu, üstüne titrerdi , ama enişte öyle değildi, her olayda ilk oğlu suçlanırdı. Babası olsa böyle olmazdı ya.. Açtı hepsi, doluştular sofraya, kardeşi ile enişte de gelmişti. Akşam başladı, gündüz hiç değilse kendimle kalıyorum , akşamları hiç çekilemez oluyor.

Enişte ters bir adamdı. Her istediği hemen olsun isterdi. Öyle kolay beğenmezdi, yemeği, temizliği. Hep bağırıp, çağıran bir adamdı. Canı isteyince iyi olurdu lakin, o banyoya girdiğinde , Sakine, kız gel şu sırtımı bir sabunla dediğinde. Ona da iyi geliyordu. Pek bir şey anlamasa da , erkeksizdi yıllardır , hiç yoktan iyiydi yine de. Kardeşi susar yok olurdu ortadan böyle zamanlarda. Hiç konuşmazdı iki kız kardeş bu konuyu ama pekala da bilirlerdi birbirlerine kuma olduklarını.

Enişte yine bağırıyordu oğlana, bu bağırış baş ağrılarını iki katına çıkarırdı her seferinde. Küçük yerdi burası , nereye gitse dul kadın laf olurdu. En büyük hayali oğlanın okuyup, bir iş güç sahibi olmasıydı, o zaman gideceklerdi bu kasabadan, kendi evi , kendi düzeni , kendi hayatı olacaktı. Bu da olmazsa dayanamazdı hayata.

Liseyi bitirene kadar okudu Hasan . Büyük şehre yerleşmişlerdi o arada hep birlikte. Yıllardır azar azar kenara koyduğu, herkesten gizlediği, emekli aylığından arttırdığı parası da birikmişti. Yaşlanıyordu gittikçe, baş ağrıları hiç çekilmez olmuştu artık. Az kaldı diyordu, şu oğlan askerliğini de yapsın , sonra bir iş ve ayrı ev.

Hasan az çok bilirdi anasının hayallerini, ama yürekte durmuyordu bir yandan. Okuldan bir kıza sevdalanmıştı o çoktan. Yüreği bir başka atıyordu onu her gördüğünde, eli eline değdiğinde. Askerlik vardı önünde , onu da bitirdi mi, bir iş, sonra da kurarız yuvamızı. Anam da oturur bizle ne olacak. Bize bir zararı olmaz , lakin diyemiyordu bunu sevdiği kıza bir türlü. İstemezdi Gönül anasını , büyük şehirde yetişmişti , öyle kaynana ile oturacak bir kız değildi. Seviyor beni, belki de kabul eder deyip, yüreğini ferahlatmaya çalışıyordu ama sıkılıyordu, çok sıkılıyordu bu yüzden.

Askere giderken bile söyleyemedi anasına Gönül’ ün varlığını. Söyleyince hemen olup bitmeliydi her şey, güvenemedi anasına o askerdeyken huzur vermez kıza diye. Sakine’ de gün saydı oğlu ile, az kalmıştı kendi yaşamına.

Hasan Gönül’ ü zor razı etmişti beklemeye, ama bekledi kız. Döndü geldi Hasan, herkesin zor dediği askerliğe bazen bitmese dediği bile olmuştu. Biliyordu anasını, nereden çıktı bu evlilik diyecekti ama gönüldü bu işte durmuyordu.

Sabah erkenden indi İstanbul’ a. Denizin kenarında bir çay içti, simidini paylaştı martılarla. Sallana sallana gitti evine. Anası kapıda karşıladı. Pek güzel bir karşılama olmuştu. Eniştesi bile sarılıp hoş geldin demişti. Sevmiyor değildi enişteyi, yıllarca zoruna gitmişti lafı, sözü, yeri geldiğinde dayağı. Aklı ermeye başlayınca anasını banyoya alışına da fena içerlemişti lakin o da herkes gibi susmaktan yana kullanmıştı tercihini.

Sakine ’ nin ayakları yere basmıyordu sevinçten. Ev aramaya başlamalı bir yandan diyordu, almıştı son iki yıldır taksitle biraz eşya, oğlanın haberi yoktu, bilse nasıl sevinecekti kim bilir? İş bulana kadar sadece benim emekli maaşım olacak, onla da anca geçiniriz, eşyayı önceden ayarlamak lazımdı. Elinden geldiğince almıştı bir şeyler. Gelinlik kız gibiydi, kap kacakları, yorgan, nevresimleri seçişi. Pahalıdan yana bakmamıştı hiç , hem ucuz hem güzel olsun diye uğraşmıştı.

Hasan ikinci gün gördü Gönül’ ü. Özlemişlerdi birbirlerini. Öpüşüp koklaştılar bir süre. Sonra konu açıldı. Hasan bugün yarın konuşurum annemle diyordu sen de bir yandan söyle sizinkilere. Ama daha en önemli konuyu söyleyememişti kıza. Anamla oturacağız diyememişti bir türlü. Bu nasıl bir sıkıntı idi onun için, her iki kadında- çok sevdiği iki kadın da- karşı çıkacaktı birbirinin istediğine. Hallederim zamanla alışırlar birbirlerine anlarlar beni diye rahatlatmaya çalışıyordu kendini.

Ayakları geri geri gidiyordu, istemiyordu bir yandan eve varmak öbür taraftan Gönül’ ün hayali geliyordu gözünün önüne , çözmem lazım bu işi diyerek gayretle yürümeye devam ediyordu.

Sakine’ de heyecanlıydı, bu akşam konuşacaktı oğlanla ev aramaya başla diyecekti. Başı bile ağrımıyordu son bir haftadır. Keyifliydi, şakalar yapıp duruyordu sağa sola. Yıllarca dayanmıştı ama gelmişti artık güzel günler. Hasan kapıdan girince mutlulukla yüzüne baktı, gözlerini kaçırdı oğlan, hissetti, başına ağrı yavaştan girmeye başlamıştı. Yemeğimizi yiyelim öyle dedi, durdu duramadı , bu oğlan da bir şey var ya hadi hayırlısı, kuruntu yapıyorum ben ne olacak sanki. Ağrıyordu başı hafiften.

İkisi de doğru düzgün bir şey yemedi. Enişte bile fark etmişti ortamdaki gerginliği ama sallamadı.

-Sakine kız bir rakı koy bana dedi her zamanki koca sesi ile ,

-Zıkkım iç dedi Sakine ‘ de her zamanki gibi.

Mutfakta rakıyı koydu Sakine bir yandan ben de mi bir yudum alsam şu meretten, derdi kasveti atarmış ya neyse , ne derdim var ki benim, en güzel günüm. Yürüdü salona doğru , içkiyi adamın önüne koydu, oğlana seslendi, odaya gel diye.

Bu oğlanda bir şey var ben biliyorum ama hayırlısı, Hasan girdi kapıdan, anası yatağın altındaki sandıktan bir şeyler çıkarıyordu. Göz ucuyla baktı, bu saatte temizlik mi yapacak , nereden çıktı bu, arkası dönükken söyle kurtul Hasan, kaçışın yok artık bundan, söyle bitsin.

- Ana bir kız var, adı Gönül, biz birbirimizi seviyoruz.

Sakine’ nin başına bıçaklar saplandı, kulakları uğuldadı, tansiyonum çıktı, yanlış duyuyorum, oğlan daha salonda ben hayal görüyorum. Döndü baktı, Hasan yüzüne korku ile bakıyordu, avaz avaz bağırmaya başladı.

- Ne kızı , benim anan , eşyalarımız, evimiz olacak peş peşe sıraladı sözcükleri ve artık anlamlarını yitirdi sonunda söyledikleri, mırıldanıyordu ya da inliyordu.

Hasan , anlamadı ne olduğunu, ne dediğini de anlamadı anasının. Bayılıp kalmıştı , koştu bir yandan anasına, bir yandan salona.

Sakine gözünü açtığında herkes başındaydı, Hasan yoktu, kafasını çevirdi, köşedeki koltukta oturmuş, başını ellerinin arasına almıştı. İçi yanıyordu kadının, bunca yılın hayalleri hepsi uçup gidecek miydi? Tanımadan nefret etti kızdan. Oğlunu almıştı elinden. Hayallerini, evini, eşyalarını, yıllarını, umutlarını. İstemez beni bu kız, hoş ben de onu istemem ya benim o evin hanımı o değil. Anasına değişmez ya bu oğlan , hakkımı helal etmem vazgeçer sonunda. Direnmeliyim, kabul etmem olur biter. Kırmaz beni oğlum, helal etmem sütümü. Başı ağrıyordu, çok şiddetliydi ağrı ,biliyordu kaybettiğini aslında içten içe, kazansa bile kaybedecekti ama direniyordu, direnecekti de.

Hasan ağlıyordu artık saklamadan gözyaşlarını, teyzesi anlatmıştı anasının o askerdeyken aldıklarını, yaptıklarını, hayallerini. Sıkışıp kalmıştı, boğuluyordu, sevdası kilometrelerce uzaklaşmıştı sanki, onun da içi yanıyordu. Anasına kıyamazdı, kendine kıyacaktı yolu yoktu. Kavruldu yüreği ama yoktu çaresi. Göz göze geldi anasıyla, o an Sakine’ nin ana yüreği kıyamadı yavrusuna. Bakışlarındaki acıya, çaresizliğe. Bitmişti her şey artık dönüş yoktu.

Olsun dedi varsın olsun, yaşamın planı bu sana mı soracak ne yapacağını, sevmiş oğlum , kalan günlerim de bana hep böyle bakacağına, alsın sevdiğini, ben buraya alıştım zaten başka evde oturamam ki, uzattı elini oğluna, aldı yanına, kucakladı. Anladı Hasan sevdiğine kavuştuğunu o anda anladı.

GUNSELİ DÖNMEZ