Çarşamba, Kasım 22, 2006




Ve Kapanır Parantez


Kitaplarda Ölmek

Adı, soyadı Açılır parantez Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti Kapanır, parantez. O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. Ya sayfa altında, ya da az ilerde Eserleri, ne zaman basıldıkları Kısa, uzun bir liste. Kitap adları Can çekişen kuşlar gibi elinizde. Parantezin içindeki çizgi Ne varsa orda Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci Ne varsa orda. O şimdi kitaplarda Bir çizgilik yerde hapis, Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki, Öldürebilirsiniz.

Behçet Necatigil



Yoktum; daha yeni ölmüştüm, üzerimde müthiş bir hafiflik vardı.

Bedenimi hastane odasında bırakıp, dışarı çıktım… Merdivenleri iner çıkarken hiç zorlanmıyordum. Akşam olmuştu; güzel bir sonbahar akşamıydı. Nereye gittiğimi bilmeden uzunca süre yürüdüm…

Şaşkındım… Öleceğimi bildiğim halde yine de olayın şokunu üzerimden atamamıştım. İnsan ölmeden nasıl bir şeyle karşılaşacağını bilemiyor… Boğazın Anadolu yakasını bir uçtan bir uca yürüyerek katettim. Hiç yorgunluk duymuyordum; tuhaf bir duyguydu.

Uzun süredir pençesinde kıvrandığım ölümcül hastalığın neden olduğu ağrılarımdan kurtulmuştum. Öldüğüme göre sorumluluklarım; her ayın ev kirasının, telefon, elektrik, su faturalarının, çocukların okul taksitlerinin ödenmesi gibi yükümlülüklerim de yoktu.

Artık ürün veremediğimi, yazarlık serüvenimin sona erdiğini söyleyen edebiyat eleştirmenlerinden, ikide bir sözleşmemizi burnuma dayayan yayıncımdan kurtulmuştum.

Çok uzun süredir hayal edip de yapamadığım her şeyi yapabilirdim. Avare avare sahilde dilediğimce dolaşabilir; çimenlere boylu boyunca uzanıp gökyüzünü; güneşi, ayı, yıldızları, bulutların seyrini, kuşları izleyebilirdim.

Bütün bunları yapmak için bolca zamanım olacaktı; ancak önce kendi cenazeme mi gitseydim? Tereddüt içindeydim… Aslında merak etmiyor da değildim.

O an aklıma geliveren, Aziz Nesin’in “İçimde bir merak / öyle bir merakki / ölümümden bir ay sonra / bir güncük yaşamak / ve / dostu düşmanı / suçüstü yakalamak “ dizelerini mırıldanarak yürüdüm.

Sabah olmuş, güneş yüzünü göstermişti. Esnaf dükkanlarının kepenklerini açmaya başlamıştı. Yeni gelmiş gazete balyalarını açan bir bayiin yere serdiği gazete kümelerine göz gezdirdim. Birinci sayfalara ekonomi ve savaş haberleri hakimdi; hep sıkıntılı haberler… Bunlardan da kurtuldum diye düşündüm. Gazetelerin bir ikisinde sağ alt köşelerde benimle ilgili haberler vardı: “Edebiyatımız önemli bir ismini kaybetti,” gibi başlıklar atmışlardı. Bu “önem” sözcüğüne şaşırdım.

Her yere rahat girip çıkabiliyordum ve hiç kimse beni görmüyor, fark etmiyordu.

Nereye gömüleceğimi biliyordum. Karacaahmet’teki aile kabristanında bana da yer vardı. Önce gasilhaneye gittim. Zavallı bedenim bir cenaze arabasında tabutun içinde getirildi. Sağlığımda yıldızımızın hiç barışmadığı bacanağım cenaze arabasında şoförün yanında oturuyordu. Bir başka arabayla arkadaşlarımdan, komşulardan birkaç kişi geldi. Özensiz bacanağım yüzünden tabut arabadan indirilirken yere devrildi; tabut kapağı açıldı, kefene sarılı cesedim yere serildi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi çekiştire çekiştire yeniden tabuta yerleştirdiler…

Asabım bozulmuştu. Merak edip gelmesem daha iyi olurdu. Bütün bu olanları görmek dayanılacak gibi değildi. İmam ölü bedenimi kanıksamış bir yüz ifadesiyle, kaba hareketlerle yıkarken iyice sinirlendim.

Ardından cenaze namazı için camiye gittim. Çok kalabalık değildi. Bizimkiler de her nedense ilan verip, bir gün daha beklemek yerine hemen gömmek için acele etmişlerdi.

Bedenim musalla taşında tabut içinde yatarken eş dost camiye gelmişlerdi.
Oğlumun ve kızımın ağlamaktan kızarmış gözlerini görünce yüreğim parçalandı. Yayıncım eşimi bir kenara çekmiş usulen yaptığı başsağlığı konuşmasından sonra baskısı çoktan tükenmiş kitaplarımı hemen basmanın doğru bir şey olacağını söylüyordu. Bir de adımı yaşatmak için ödüllü bir edebiyat yarışması düzenlemeyi öneriyordu.

Caminin cemaati olmasa cenaze namazını kılacak kimse olmayacaktı; benim çevremden namaza katılan ancak bir iki kişi olmuştu. Namazdan sonra da mezarlıkta alelacele gömüp dağıldılar.

Sonuç olarak her şey çok asap bozucuydu. Neyse ki merakımı gidermiştim.

Bitmişti… Artık dilediğimce avarelik edebilirdim. İstanbul kazan, ben kepçe dolaşmaya başladım. Doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen ne kadar çok bilmediğim, görmediğim yer vardı.

Bir gün Beyoğlu’nda gezerken kitapçıların vitrinlerinde sıra sıra yeni baskısı yapılmış kitaplarımı gördüm. Bir kültür merkezinde de edebiyatçılığımla ilgili bir söyleşi vardı. Öldükten sonra birden önemsenmiştim. Başımı sallayıp, güldüm… Ellerim cebimde yürürken içime hüzün çöktü; öldükten sonra ünlenen yazarları andım.

M.HAKKI YAZICI