Salı, Mayıs 16, 2006

FLOYD



Floyd Patterson’ın, “The Gentleman of Boxing” lakabıyla maruf eski ağır sıklet dünya boks şampiyonunun 11 Mayıs’ta öldüğünü okuyunca hüzne kapıldım. Eski idollerimden birini daha kaybetmiştim. Toprağı bol olsun. Bizim kuşak Patterson’u da en az Muhammet Ali kadar çok sevmiştir. Sonra, Patterson’ın şampiyon olduğu, Sonny Liston’ın, daha sonra Muhammet Ali’nin henüz ortaya çıkmadığı yılları, eski arkadaşlarım Oya ve Behzat’ı hatırladım.

O yıllarda Türkiye’de televizyon yoktu; Patterson’la İsveçli Johansson arasında 1959’da başlayan ve dünya ağır sıklet boks şampiyonunun belirlendiği unvan maçlarını ancak gazetelerden takip edebiliyorduk. Fotoğraflar dışında sadece o yıllarda sinemalarda filmden önce gösterilen yaklaşık on dakikalık siyah beyaz dünyadan haberler kuşağında Patterson’un maçlarının kısa özetlerini bir iki kere görebilmiştim. Patterson cıva gibiydi, her maçında bir iki kere knock-down olmasına karşın hakem ona kadar saymadan ayağa kalkmayı başarır ve daha sonraki raundlarda rakibini nakavt etmeyi başarırdı. Bir –iki dakikalık maç görüntülerini görebilmek için aynı filme üç kere gittiğimi bilirim. Kazım Kanat’ları, Şansal’ları, Hıncal Uluç’ları yetiştiren eski spor muhabirlerimiz “Siyahi Patterson mu, yoksa İsveçli Beyaz Johansson mu kazanacak” diye bizleri gaza getirirlerdi. Kalbimiz tabii ki mazlum zencilerin temsilcisi efendi sporcu Patterson için çarpardı ve maçlarının öncesinde Patterson’un kazanması için din derslerinde bize ezberletilen tüm duaları okurdum.

Ne güzel günlerdi. 1963 ya da 1964. Lise birinci sınıftayım. Oya’yla tanışmamızı nasıl unuturum. Sirkeciden bindiğim banliyö treninde okuduğum kitaba öyle dalmıştım ki son anda trenin Yeşilyurt istasyonuna girdiğini görüp hemen kapıya koşmuştum. Belki de Jack London’ın, karnını doyurabilmek için yıllar sonra yeniden ringe çıkıp dövüşmek zorunda kalan yaşlı siyahi boksörün dramını anlattığı “İki Kalem Pirzola” isimli öyküsünü okuyordum. Aç günler geçirdiği için eski formunu kaybetmiş, güçsüz düşmüş boksör canını dişine takarak dövüşmesine, beş altı raund dayanmasına rağmen kazandığı takdirde eline biraz para geçmesini ve belki bir kaç ay daha yaşayabilmesini sağlayacak olan maçı dayak yiyerek kaybeder ve öykünün sonunda ringin ortasına serilmiş, hakem başında dikilmiş, yüksek sesle ona kadar sayarken ayağa kalkmaya mecali kalmadığını görür ve “ah, iki kalem pirzola olsaydı …” der. Ne müthiş spordu boks, beni resmen büyülüyordu.

İşte Oya’yı ilk kez o gün, trenden inerken görmüştüm. İçimden “tıpkı Safinaz” demiştim. Kızcağızı yalnızken değil de arkadaşlarımla birlikteyken görseydik birimiz herhalde gülerek “a bakın çocuklar! Safinaz yolunu şaşırmış!” veya “Temel Reis de buralarda olmalı!” diyerek laf atardık. Ne acımasızmışız çocuklarmışız o zamanlar. Oya hemen hemen benim boyumda ve çok sıska olmasına rağmen enerjik, sportif bir görünümü vardı. Amiyane tabirle balkon namına bir şey yoktu ama iri güzel siyah gözleri vardı. Göz göze gelmiştik. Gözlerini kaçırmadığı gibi turnikelere yürürken bana yaklaşmış ve “Afedersiniz, İrfaniye caddesine nasıl gidebilirim?” diye sormuştu. Merdivenlerden yan yana inerken ona yolu tarif etmiştim. Sonra sormadığım halde semtimize üç gün önce taşındıklarını, halâ yerleşmekle meşgul olduklarını, bu yüzden ilk kez bugün evden çıktığını, daha önce babasının arabasıyla gelip gittiği için evinin yolunu bile bugün ilk kez öğreneceğini söylemişti. Daha önce Bostancı’da oturduklarını, bu yüzden burada hiç arkadaşının olmadığını anlatmıştı. İstasyondan çıkınca ona yolu tekrar göstermiştim ve tam iyi günler dileyip ayrılmak üzereyken aniden “Vaktiniz varsa İrfaniye caddesine kadar benimle yürür müsünüz?” diye sormuştu. Sonra buna bir sebep göstermesi gerektiğini düşünmüş olacak ki “Bugün bale çalışırken topuğumu incittim de”. Henüz adını bile bilmediğim ve ilk kez karşılaştığım bir kızdan böyle bir öneri gelmesine öylesine şaşırmıştım ki, “evet, tabii” mi desem yoksa “tabii memnuniyetle” filan mı desem diye bocaladığım için hemen cevap verememiş, bana bir kaç dakika gibi gelen bir rötardan sonra da ağzımdan anlaşılmaz bir homurdanma sesi çıkmış ve “eyvah, bende şizoid kişilik bozukluğu var galiba” diye düşünmeme sebep olmuştu. Düşüncemde bir başka ani değişiklik daha olmuştu, billur gibi net, kulağa müzik gibi gelen sesini duyar duymaz onu çirkin Safinaz değil bir çok genç kızın anorexia nevrozadan ölmesine sebep olan manken Twiggy’e daha çok benzediğini düşünmüştüm. Adının Oya olduğunu söylemiş, benim adımı sormuştu. Sonra trende okuduğum kitabı ve başka neler okuduğumu sormuştu. O da o sıralar Doktor Jivago’yu okuyormuş. Yolda ayrıca altı yaşından beri Madam Olga’nın bale okuluna gittiğini, orta okulu bitirdiğini, önümüzdeki ders yılında bizim liseye başlayacağını söylemişti. Ondan iki yaş büyük olmasına rağmen sınıfta kaldığı için lisemizin ikinci sınıfa gidecek bir de abisi olduğunu, abisinin bir de çok hoş bir sevgilisi olduğunu söylemişti.

Aynı gün Oya’yı mahalle arkadaşlarıma anlatıp “bana bakın, bana çok ilgi gösterdi, sanırım benimle çıkmaya can atıyor, herhalde yengeniz olacak, sakın asılmayın” deyince kahkahalarla gülmüşlerdi. Schadenfreude durumu var galiba diye düşünmüştüm. Nerdeyse yerlere yatacaklardı. “Oğlum sen yandın! Kaç burdan git, ya da vasiyetnameni yaz! Evde kapanıp kitap okuyorsun, dünyadan haberin yok! O dediğin kız Oya. Behzat’ın kız kardeşi! .. Behzat boksör! Ayı gibi bir herif! Sakın kulağına gitmesin, seni parçalar!”

-“Bir yanlışlık olmasın? Kız çok cici, paşa bir kız, balerin! Abisi de herhalde kültürlü, efendi çocuktur?”

-“Hayır, yanlışlık yok! İrfaniye caddesinde, Aşkın apartmanına yeni taşındılar. Behzat Deniz Lisesinden kovulmuş, bu yıl bizim Liseye gelecek. Üç yıldan beri Fatih Boks Klübünde boks çalışıyormuş.”

Bir kaç gün sonra ben de Behzat’la tanışmıştım. Boyu bizlerden bir karış daha uzun, otuz kırk kilo daha ağır, sağlam yapılı, gürbüz bir çocuktu. Her yanından sağlık fışkırıyor olmasına rağmen yüzünde bir tuhaflık vardı ve bu korku veriyordu. Onunla iki yıl genellikle sabah aynı saatteki banliyö treniyle aynı okula gittik. Önceleri ben Behzat’a mesafeli durdum. Daha sonra Oya’yla sokakta karşılaştığımızda selamlaştık, ayaküstü konuştuk ama abisinden dayak yeme korkusuyla Oya’nın daha yakın arkadaş olma çabalarına karşılık vermedim, ondan hep uzak durdum.

Bir erkek ve bir kız kardeş birbirlerinden bu kadar farklı olabilirdi. Oya güler yüzlü, arkadaş canlısı, çalışkan, harika bir kızdı. Ciddi ciddi bale çalışıyor, Madam Olga onu sınavlara hazırlıyordu. O yıl sınavı kazandı ve İstanbul Devlet opera ve balesine girdi. Temsilleri olduğunda bana haber verirdi, bir kaç kez onu izlemeye gittim, küçük rollere çıkıyordu. O zaman bile düşük profil vermeye dikkat ederdim. Şimdi Behzat görecek, “ne işin var senin burda? Yoksa Oya’yla aranızda bir şey mi var?” diyerek Atatürk Kültür Merkezinin ortasında bana girişebilir diye ödüm patlardı. Behzat kavgacı ve biraz serseri tabiatlıydı. Onu adam etmeyi beceremediğini düşünen babası “seni askeri okul paklar” diyerek ilkokuldan sonra Behzat’ı Deniz Lisesine yazdırmış, fakat o lise birinci sınıfta kendisini okuldan kovdurmayı başarmıştı. Haftada iki gün antremana gider, ara sıra da maçları olurdu. Özellikle maçlardan sonra suratı şişler, morluklarla dolu olurdu. Gel gelelim Behzat’ın suratının sık sık Çarşamba pazarına dönmesine kız arkadaşının katkısı bokstan çok daha fazlaydı.

Behzat Küçük Çekmece’de oturan kız arkadaşına sırılsıklam aşıktı. Diğer zamanlar saldırgan, asi, kavgacı, atılgan, sert biri olan Behzat’ın kız arkadaşının yanında bambaşka biri olduğunu aylar sonra farketmiştim. Kız arkadaşına karşı son derece saygılı ve sevecen davranan, nazik, yumuşak, şefkatli, haza beyefendi biri olur çıkardı. Edith Piaf’ın sevgilisi şampiyon boksör Marcel Cerdan da ring dışında öyle kuzu gibi bir çocukmuş, bir uçak kazasında hazin bir şekilde ölerek Edith’i gözyaşlarına garketmişti.

Behzat kız arkadaşıyla hafta sonları Bakırköy’de buluşur sinemaya giderlerdi. Behzat akşama doğru kızı Çekmece’ye, evinin olduğu sokağın başına kadar götürür, dönüşte ise mahallenin namusunu korumaya azimli Çekmeceli gençlerin saldırısına uğrar, tüm dövüşkenliğine rağmen sayıca üstün olan ve sopa, motosiklet zinciri gibi, muşta gibi araç gereç kullanmaktan da çekinmeyen Çekmeceli serserilerle kavga ederdi. Her seferinde karşı taraftan birkaçına ağır hasar verdirse de yalnız olduğu için sonuçta sıkı bir dayak yerdi. Behzat’ı ne zaman görsek dudağı patlamış, gözü morarmış, burnu şişmiş olurdu. Okulda ve mahallede bize kavgalarını ayrıntılarıyla anlatır, yaralarının ne şekilde oluştuğunu biraz da övünerek açıklardı. Kendisinin de ellerinin armut toplamadığını, karşı tarafa verdiği hasarı da anlatırdı. Huşu içinde dinlerdik. Behzat yolda yürürken de sürekli olarak çevreyi tarar, Çekmeceli düşmanlarını Çekmece hudutları dışında tek başlarına yakalayıp bir temiz pataklama umuduyla yanar tutuşurdu. Sonuçta Behzat’a göre dünya bir boks ringiydi; insanlar bu ringdeki oyunculardı; ringe çıkarlar ve sonra ringden inerlerdi; bazen kendi başlarına bazen sedyeyle.

Bazı meraklı arkadaşlar zaman zaman boş bulunup da Behzat’a boks tekniği ile ilgili bir soru tevcih ettiklerinde Behzat büyük bir şevkle sorularını yanıtlar, bununla kalmaz onun üzerinde uygulamalı olarak gösterirdi. Gard, ters gard, eskiv. Vuruşları merak etme salaklığını gösterenler ise Behzat’ın sağ ve sol kroşe, swing, aparküt, direkt ve sağ –sol- tekrar sağ gibi kombine vuruşlarının tadına bakmış olurlardı. Behzat yapı, görünüm ve arkadaşlar arasındaki tavır ve davranışları bakımından The Big Lebowsky filmindeki psikopat Vietnam gazisini oynayan John Goodman’a benzerdi. Aynı filmde Steve Buscemy’nin canlandırdığı Donny’e benzeyen saf arkadaşımız Ali bir gün “Behzat, boksta belden aşağı vurmak neden yasak?” diye sormuş, Behzat da “işte bunun için” diyerek karnına kontrollü olarak vurmasına rağmen Ali dakikalarca kıvranmıştı. Neyse ki ben gard ve eskiv teknikleri dışında ders almaya yeltenmedim. Yüzüne inmek üzere olan bir yumruktan kaçınmak için eğilmeyi, yumruğun şiddetini azaltmak için başı yumrukla aynı yöne kaçırmayı ve kontra yumruk yemekten kaçınmanın önemini öğrendim ondan. Çok geçmeden bütün arkadaşlar Behzat’a özenerek evde ayna karşısında yalnız başımıza ve birbirlerimizin evine gittiğimizde gölge boksu yapar olmuştuk. Bir gün Behzat’a onun klübüne yazılıp boks yapıp yapamayacağımı sordum. “Yapabilirsin, istersen seni götüreyim ama sonra söylemedin deme, burnunu kırarlar” dedi.

-“Nasıl yani?”
-“Dokun burnuma” dedi, “dokun, dokun! Bastır. … İşte senin burnun da böyle olur.”

Gerçekten de burnu lastik gibi yumuşaktı. Kendi burnumu yokladım, benimkinin ortasında ve üst kısmında sert bir kemik vardı.

“Senin burnunda kemik yok mu?”

-“Vardı. Antremanda ve maçlarda burnunun fazla kanamaması ve yumruk yeyince canının fazla acımaması için burun önceden kırılır. Ben boksa başladığımda bundan hiç haberim yoktu. Antremanlara başlayalı bir kaç hafta olmuştu, bir gün antreman sonrasında klüpten iki abi koluma girdiler, sıkı sıkı tuttular; ben ‘ne var, n’oluyor?’ demeye fırsat kalmadan baktım ki hoca karşımda duruyor. Aniden bir yumruk çaktı! Tam burnumun üstüne. Balyozla vurmuşlar gibi oldum, dünyamı şaşırdım, beynimde şimşekler çaktı, ağzımdan burnumdan kanlar boşaldı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Aptal aptal hocaya baktım; hoca ‘git sümkür’ dedi. Abiler lavaboya götürdü, sümkürdüm ve burnumdan kocaman bir kemik ve kıkırdak parçası çıktı.”

-“Vay canına! Bu vahşet ya! Bunun başka yolu yok mu?”
-“Var tabii. Amerika’da artık ameliyatla alıyorlarmış kemiği, ama bizde halâ hocalar yumrukla ameliyat ediyor. Kolay değil tabii, çok usturuplu vurmak gerekir.”

Şimdi düşünüyorum da, Behzat korkusuyla Oya’dan uzak durmakla iyi mi ettim, bilmiyorum. Behzat sert mizacına rağmen iyi, mert çocuktu. Daha 19 yaşındayken kız arkadaşıyla evlendi ve semtimizden ayrıldı. Akıllı uslu biri olduğunu duydum. Herhalde kız kardeşinin iyi biriyle arkadaşlık etmesini, mutlu olmasını o da isterdi. Ama gene bir risk mevcuttu. Arasıra yaptığım gibi, şeytana uyup bir yanlışlık yapar ve kardeşini üzersem acaba Behzat beni de ameliyat eder miydi?

ERDAL YÜZAK