Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Adalar Seyir Defteri – 1 / 12.03.2005

Güzel olduğu kadar soğuk bir günün ilk ışıkları. İçimde son iki aydır yapamadığım o erken kalkıp yollara koyularak, görüntü ve an avcılığı için yürüyüp fotoğraf çekme arzusu en üst noktasında.
Vapurla Büyükada’ya hareket ederken tutamıyorum kendimi. Büyülenmişcesine kalkıp, çıkıyorum üst güverteye. Karşımda dalgalar, onların hareketinde oynayan, uçup konarak cilve yapan martılar. Yalnız ve mahzun değiller bugün, zaten onları şarkı dışında pek öyle görmediğimi düşünüyorum. Ama bu görüntü bende bir hüzün yaratıyor. Hüzün benim hayatı sevmemdeki önemli bir unsur. Nasıl en zor anda bu hayattan zevk alabiliyorsam, aynı şekilde minik bir hüznü de yakalayabiliyorum. Objektifime çarpan su zerrecikleri nedeniyle fotoğraf makinasını kenara koyup, o minik su öpücüklerinin yüzüme de değmesini istiyorum. Kıskandım mi makineyi acaba?

Hüzün ve vapur ve ada. Kimler hüzünlü olabilir bu vapurda. Makine dairesinin yalnız çarkçıbaşları. Ayaklarım kendiliğinden yöneliyor aşağıya. Mazot kokusu, gürültü, yerlerde hafif yağ izleri arasından gürültü kaynağına doğru yöneliyorum. Motorların arkasından çıkıyor Ahmet Çavuş. Gürültüden zor da olsa anlaşarak konuşmaya çalışıyoruz. 20 yıldır aynı tür vapurlarda aynı iş. Hepimiz böyle değil miyiz aslında. Ama dar bir mekanda aralıksız 24 saat bu işi yapmak kolay değil. Gözlerinde yılları görüyorum Ahmet Çavuş’un. Motorlardan birinin hava yapmasından tedirgin. Hava lodos ya, güven olmaz denize böyle günlerde. Biraz daha muhabbet ettikten sonra zor da olsa bir fotoğrafla donduruyoruz sohbeti.

Vapur adaya yaklaşmak üzere. Güzel evler poz verircesine dizilmiş, onca çirkinleşen mimariye karşın bizler buradayız diye sesleniyorlar. Fazla insan yok bugün. Sakinler birbaşına kalmış. Ada insanı beni daha çok ilgilendirmeye başladı. Karada ama ana karadan uzakta olmak, etrafın sularla çevrili olması, sakinlik ama fazla sakinlik, durgun deniz, hırçın deniz, deli deniz….Kısıtlı bir yaşam ama şüphesiz sakin…

İskeleden inişle beraber önce yokuşu çıkıyoruz hızlıca. Aklımıza geliyor da duraklıyoruz, kahvaltısız nereye gideceğiz ki! Berker’i beklerken kahvaltı olasılıklarını inceliyoruz. Büyükada’nın eski pastanesinin çok güzel incirli ve cevizli sarmaları olur. Umutla içeri süzülüyorum. Kimse fark etmiyor girdiğimi. Pasta yapımı başında yaşlıca bir adalı uzatıyor başını içeriden. Hoşbeş muhabbet, incirli cevizli diyorum. Olur mu bu kadar az kişi varken, satamayız. Onun zamanı kalabalıktır diyor. Güllaç gibi, pide gibi diye düşünüyorum. Özel şartların kurabiyesi demek. Neyse başka sefere deyip ilerliyorum. Güzel bir kahvaltı sonrası başlıyoruz deklanşöre basmaya.

Daha henüz dilburnuna doğru yokuşa kendimizi vurmuşken, küçük bir bakkalın girişindeki yazı dikkatimi çekiyor. “Gülümseyiniz”. Ne hoş, samimi, içten bir çağrı bu. İçeri doğru kafamı uzatınca genç görünen bakkalın yaşlı görünüşlü ama genç ruhlu sahibi gülümseyerek “hoş geldiniz” diyor. Minik bir sohbetle enerjimi yenileyip yakalıyorum bizimkileri.

Yolda Troçki’nin evine dönmeden at arabalarının beklediği bir dönemece geliyoruz. Koşa koşa ne olduğuna bakıyorum. Lastikleri taşıyan araba yükü devrilmiş. İmeceyle toparlıyorlar lastikleri. Soğuk havada daha sonra onlar ısınırken ben de ellerimi uzatıyorum. Beraber ısıtıyoruz ellerimizi, aynı zamanda konuşuyoruz. Hepsi doğudan gelmiş 7 kişi, 7 işçi. 7 çift soğuktan çatlamış el. Kars, Van, Doğubeyazıt, Erzurumlu. Türküdeki gibi bir ranzada yer almışlar, kaderlerini birleştirerek. Sohbet ederken bütün bu yerlere gittiğimi öğrenmeleri aramızdaki sıcaklığı, yakınlaşmayı arttırıyor. Vanlıyla daha bir koyu sohbete dalarken fotoğrafını çekmek istiyorum. Çektirmesem diyor ama bunu derken de muzip bir gülümsemeyle yapıyor. Yani hadi bakalım çekebilirsen dercesine. Peki diyorum ama atları tutarken objektife bakmadan poz veriyor. Van hakkında bir soru sorunca”he gerçekten” diye döndüğünde basıyorum hafifçe deklenşöre. Kadrajlanıyor birden ve “yapma ya, olmaz çektirmeyecektim”diye zıplamaya başlıyor. Gidip sarılıyorum. “Filmi çıkartayım, sana vereyim istersen” blöfümü görmek istemiyor. Şakalaşarak ayrılıyoruz. Fotoğrafını istemeyecek kadar kendineden uzak mı, yoksa barışıklığını mı kaybetmiş. Tam olarak ne olduğunu bulamasam da, onun dediğinin aksini yapsam da, saygı duyuyorum bu uzaklardan gelen inşaat emekçisine.

Burna doğru gelirken yolda belediyenin temizlik görevlisiyle karşılaşıyoruz. Ak saçlı, ak bıyıklı gülecen bir yaşlı. Hergün Pendik’ten geliyormuş. Zaten 350 YTL alıyor, yol parası düşünce geriye kalıyor 175. Emekliliğini adada bekliyor. Keşke hep burada kalarak bu bekleyişi sürdürse de, üç kuruş daha fazla kazanabilseydi. Ülkenin bazen küt diye karşımıza çıkan içler acısı hali. Dişlerimi sıkarak, kızarak ama onunla da konuşarak fotoğrafını çekiyorum.

Büyükada’nın teması insanlar ve atlar etrafında dolaşıyor benim için. At arabalarının arasından geçerken çektiğimiz fotoğraflar atların çilesini yansıtıyor adeta. Onlar sadece o araçlardan arınmış yollarda dört nala koşturulurken özgürlüklerini yaşıyorlar duygusuna kendimi kaptırmışken; birden Uzakdoğu filmlerini andıran güneşli puslu bir havanın içinden özgür atlar çıkıyor karşımıza. Çitlerin arkasında oluşlarını algılamaya çalışırken, ada kılavuz ve koruyucumuz Patinaj koşmaya başlıyor. Atlar çitleri aşıp bize doğru geliyorlar ve hızla önümüzden geçip, kendilerinin rahatsız olmayacağı köşelere doğru koşturuyorlar. Rahat duramıyoruz, peşlerinden gidiyoruz Berker’le. Ama yanlarına yaklaştığımızda yeniden eski yerlerine koşup fazla fotoğraflamamıza izin vermiyorlar. En azından arabaların dışında özgürlüklerine sahip bu hayvanlara saygı duymaktan öte ne yapılabilir ki!

Dilburnu’ndan dönüş bizlere farklı sürprizler sunuyor. Masmavi gökyüzünü arka fonuna almış sarı tomurcuklara poz dayanmıyor. Fotoğrafçılığın hazzına varmak bu olsa gerek. Toktağan’la parmaklıklara tırmanıp, akrobasi hareketleriyle çekiyoruz harika renkleri. Hemen ardından öğle güneşinin tadını damda çıkarmakta olan bir martıya türlü çağrılarla adeta bir poz için yalvarıyoruz. Nafile tek bir ışık yok, bir ara başını kaldırır gibi olsa da; başarısız bir fotoğraf olduğu kesin. Ancak adalılar için ellerinde iki makinayla bir kuşla iletişime kurmaya çalışan bu iki insan uzun bir süre konuşulacak konu oluyor.

Bu iki ilginç olay arasında onunla karşılaştık. Can. 20 yıldır adada yaşayan ada sakini bir genç. Biz yaşlarda. Önümüzdeyken durup fotoğraftan söz etmeye başladı. Uzun saçları, uzun boyu ve samimi tavrıyla bizleri yanıltmayan bir adalı davranışı daha. Her ne kadar kendisini asosyal olarak tanımlasa da; bu kadar hızlı fotoğraftan sözedip hatta bir turumuza katılmak istediğini belirtmesi kendisini tanımlamasıyla ciddi bir çelişki. Telefonlarımızı aldık, arayacağız birbirimizi.

Filmler bitiyor, stoklar tükeniyor. Dayanamadım, son kurşunu verdim an avcısının silahına. Siyah beyaz dia film. Şimdi bile heyecanlanıyorum bu filmle. Dile kolay NewYork’tan alınıp, büyük olasılıkla yine Amsterdam’da banyo edilecek bir filmle Adalar’ı çekmek. Heyecan verici değil de ne bu.! Zaten aslında neden dijital bu kadar heyecan verici değil diye düşündüğümde de, hep bunlar geliyor aklıma. Düzeltme olmaksızın o an’ı sınırlı kare ile yakalayıp, banyoya vermek. Sonra filmi alacağınız günü heyecanla bekleyip, elinize o zarfı aldığınızda sanki onları siz çekmemişcesine heyecanla fotoğraflara bakmak. Kendinize sürpriz yapmak bu. Ve sonrasında keyiflenmek, hem de nasıl. O fotoğraflara kahve eşliğinde, bir kadeh kırmızı şarap yanında, sevdiklerinizle paylaşarak bakmak. Şunu yaşıyor olabilmek bile kendimize yaşattığımız bir ayrıcalık.

Toktağan “hemen dön, yakala bunu” dediğinde neyi yakalamam gerektiğini bilmeden hızlıca yollarda tırıs tırıs gelen bir at arabası arasam da; beni bekleyen poz hemen arkamızdaki eski evin çatı katından bakan genç çiftmiş. Makinayı bile ayarlayamadan içeri girmeleri, sonra “tüh adam hazırlanmıştı çıkıp bir görünelim” dercesine yine gelmeleri ve şak şak deklanşöre basmam. İşte size altın değerinde iki saniyenin kısa öyküsü.

İnsanlar bizleri hiç yanıltmadılar Büyükada’nın pırıltılı gününde. Kendine özgülüklerini gösterirken samimiyetlerini tüm içtenlikleriyle yansıttılar. Belki onlar bu yazıyı hiç okumayacak olsalar da, buradan teşekkür etmek istiyorum.

13:40 vapuruyla dönüşümüz biraz daha farklı oluyor. Yorgun, fotoğraf çekmekten mutlu ama gözlerimin önünden geçen portrelerle biraz daha derin derin düşünüyorum. Bir ara Selçuk’un omzuna başımı koyup, gözlerimi kapıyorum. Konuşmalar, vapurun sesi, arada bir açılan kapı, martı sesleri, denizin salıntısı, adadan hala burnuma gelir gibi yapan mimoza kokuları hepsi birbirine karışıyor.

CEM SARVAN

Salı, Ağustos 02, 2005

Nalbandın Fayton Sefası


Bu kaçıncı bardak çaydı içtiği? Dört mü, beş mi?

Sabah ezanından beri mutfak penceresinin önünde oturuyordu. Önce, sadece damlardaki martıların çığlıkları, sokaktan geçen tek tük arabaların sesleri vardı. Hava yavaş yavaş aydınlandı; apartman sahanlığı sesleri başladı; işe giden komşular, servise yetişmek için koşuşturan çocuklar paldır küldür indiler merdivenlerden. Karşıdaki apartmanın penceresinden sarkan pazen sabahlıklı bir kadın, evin önüne yanaşmış sabırsızca korna çalan öğrenci servisinin şoförüne “geliyor, geliyor !! ” diye seslendi; apartman kapısından çıkan küçük bir kız çocuğu çantasını sürükleye sürükleye koşturdu. Üst katta oturanların tekir kedisi yine kapı aralığından miyavlayarak kaçtı; arkasından, kedinin sahibi şişman kadın şıpıdık terlikleriyle koşturarak peşine düştü.

Damadı mutfakta bir göründü, bir kayboldu; arkasından kızı banyodan çıkmış ıslak saçlarıyla mutfağa girdi, torununa kahvaltılık bir şeyler hazırladı.

Saçlarını kurularken “Baba bu gün evde temizlik var, birazdan kadın gelecek. Sen de biraz dolaşsan... Kahveye falan gitsen... Yeni insanlarla tanışırsın. Hava da güzel... Bir dolaş istersen. Dört gündür evden hiç dışarı çıkmadın,” dedi kızı.

Doğru... Dört gündür evden hiç dışarı çıkmamıştı. Zorla alıp getirmişlerdi onu... “Baba, bir başına buralarda kalma, yaşlandın artık, kendine bakamazsın,” demişlerdi. Gelmezdi gelmesine, ama o gözü kör olası ihtiyarlık yok mu; dermanı kesilip, yatak döşeklik olunca direnememişti. Komşuların haber edip çağırdığı kızının, damadının ısrarlarına dayanamayıp, yetmişbeş yıllık evini, memleketini bırakıp, İstanbul’a kızının yanına gelmişti.

Eski dingillerle, paslı demir çemberlerle dolu dükkanını, örsünü, çekicini bırakıp gelmişti. Hoş artık dükkanın kapısı çalan da pek yoktu ya. Devir çoktan traktörlerin, Anadol kamyonetlerin, Reno steyşınların devri olmuştu. Dövülen örsün çın çın öten sesini, su verildikçe sertleşen nalın çıkardığı ıslığı, toynakların seslerini özler olmuştu.

Aysel: kızı,... apar topar hazırlanıp, “İşe geç kaldım, akşama görüşürüz”, deyip torunu Arzu’yu da alıp çıktı. Damat çoktan gitmişti.

Kalktı, giyindi. Başına kasketini geçirdi, tesbihinin ceket cebinde yerinde olup olmadığını yokladı.

Dört günde özlemişti kasabasını...”Cevriye’m beni bırakıp gitmeseydi ne işim vardı benim buralarda,”diye düşündü. Kaç yıl olmuştu karısı öleli? Ya Halil!? Kapı komşusu, saraç; atlara, eşeklere koşum takımları ve eyer takımları, işlemeli semerler yapan; yörenin meşin üzerine en güzel sırma, iplik işleyen ustası...Önce dükkandaki işi bırakmıştı; traktörlere, Anadol Kamyonetlere, Reno steyşınlara yenik düşmüştü; sonra da, o amansız hastalığa... Yalnız nalbantlar, saraçlar mı? Bakırcılar, kalaycılar, nalıncılar, sepetçiler...Hepsi bırakmışlardı mesleklerini. En son, direnip işini terketmeyen bir tek o kalmıştı çarşıda. Komşu kasabalardan bile nalbant olmadığı için ona gelirlerdi. Truva Atını yapma fikrini Odysseus'a veren Prylis'le meslektaş olduğunu bilmez ve farkında değildi; ama mağrurdu. Nalları dikmeye hiç niyetim yok benim, diyordu. Tek tük müşteri gelse de, iri pazulu, güçlü kollarından eser kalmasa da dükkanını her sabah açardı.-Ta ki elden ayaktan düşürüp, yatak döşek yatıran hastalığa kadar.

Temizlikçi kadın gelmiş, işe girişmişti bile.

“Nerelisin sen kızım?”

“Sivas’lıyım.”

“Pek güzel.”

Ben biraz dolaşacağım, ayak altında dolanıp sana engel olmayayım, deyip çıktı.

Birden beton irisi apartmanların sıralandığı sokakta buldu kendisini. İstanbul’a ilk gelişi değildi. Aysel üniversiteye girdiğinde, Cevriye ile birlikte onu yerleştimek için gelmişlerdi. Trenden Haydarpaşa’da indiklerinde Garın merdivenlerinde büyülenmiş gibi kalakalmış; camilerin, sarayların, koca koca binaların, denizin, bembeyaz gelinlik giymiş gibi salınan vapurların, martıların, sabırsızca vapur yanaşmadan iskeleye atlayan insanların şehrini; sadece kartpostallarda, Türk filmlerinde gördüğü o ünlü silüeti uzun uzun süzmüştü. Herhalde korkmuştu bu koca şehrin heybetinden, karmaşasından...Aysel’in elini iyice sıkmıştı avucunda. Pek gönlü yoktu kızını bu koca şehre emanet etmeye, ama çaresi yoktu.

Kahveye gitse gidemezdi, alışkanlığı yoktu; hem kimseyi tanımıyordu. Allahtan hava güzeldi. Beton irisi apartmanların arasından sahile doğru yürüdü. Ağaçlar kesilmiş; bahçeler, taşlarla betonla kaplanmıştı. Otopark olan bahçelerde güzelim ağaçların yerini dizi dizi otomobiller almıştı. Apartmanlar, balkonlara asılmış çamaşırlar, otomobiller, elektrik ve telefon kabloları, rengârenk tabelâlar arasından geçti. Eskiden beri bir alışkanlığı vardı; gördüğü tabelaları okuya okuya yürürdü: “Diş Hekimi Sevim Nalbantoğlu”, “Avukat Hasan Hüseyin Nalbant”... Nalbantların tükendiği bu dünyada ne kadar çok nalbant isimli insan yaşıyordu?!

İskeleye yakın parkta bir banka oturdu. Denizi, balıkçıları, vapurları, simit vapurlarının peşi sıra uçuşan martıları, martıların yemeğe davet ettiği kedileri, adaları seyretti.

Parkın bir köşesinde kurulu seyyar çay ocağının garsonunun getirdiği çaydan içti. Hava güneşli ve ılıktı. Sabahın bu ilerleyen saatlerinde her şey birden sessizleşmiş, sadece martıların, kıyıya vuran yumuşak dalgaların, vapur düdüklerinin sesi duyulur olmuştu. Telaşlı insanlar, yerli yersiz korna çalan arabalar birden yok olmuştu. Kalktı sahil boyunca iskeleye kadar yürüdü.

İskeleden Adalara vapurlar kalkıyordu. Bilet alıp bindi. Arka güverte püfür püfür esiyordu. Çımacıların halatları çözmesini; vapurun suları köpürtüp, ağır ağır manevra yaparak iskeleden ayrılmasını, arkasında beyaz köpükler bırakıp, denizi yara yara yol almasını seyretti. Onu ürküten beton irisi apartmanlar iskeleden uzaklaştıkça küçüldüler. Parmaklıklara abanmış küçük bir çocuk annesinin aldığı simitten bir lokma ağzına, bir lokma da denize, martılara atıyordu. Martılar simit parçaları daha denize düşmeden havada yakalayıp, yutuyorlardı. Önündeki sırada oturmuş kadınlar hararetli hararetli komşu dedikodusu yapıyorlardı. Yolda karşılaşan vapurların kaptanları birbirlerini selamlamak için “vuuup” diye öttürüyorlardı düdüklerini.

İlk adada indi. Vapur yanaşmadan, uzaktan baktığında en büyüğü buymuş gibi görünmüştü. İskeleden ara sokaklara amaçsızca girdi.

Akasya ağaçları, erguvanlar, çiçekler arasından yürüdü. Ağaçlar yavaş yavaş sararmaya başlamıştı. Yere düşen kurumuş yaprakların üstüne bastığı zaman çıkardığı seslerden başka ses yoktu. Bir bahçe duvarına oturup sararan yaprakların dallarından yavaş yavaş, süzüle süzüle yere düşüşlerini seyretti. Yavaş yavaş, süzüle süzüle düşen yaprakların ait oldukları yerden kopmamak için yerçekimine direnişini izledi. Rüzgarda savrulan yaprakların hışırtısının aslında hıçkırışlarının sesi olduğunu düşündü. Hüzünlü, ama hoş duygular kapladı içini.

Bir sokaktan girip, öbür sokaktan çıktı. Birden ummadığı bir manzara ile karşılaştı; şaşırdı, soluğu kesildi; yaşlı yüreği küt küt atmaya başladı. Şaşırtan sadece doğanın güzelliği değildi. Cennette miyim ben acaba, diye düşündü: Karşısına çıkan meydan atlarla, faytonlarla doluydu.

Faytoncuların bekleştiği kahvenin önüne oturdu. Heyecanlı kağıt, okey, tavla oyunlarını izledi.

Dayanamayıp en yakın gördüğü, esmer, genç bir faytoncuya sordu:

“Bu adada nalbant var mı?”

“Olmaz mı bey amca, bu kadar at olur da nalbant olmaz mı?”

“Beni gezdirir misin?”

“Tabii ki bey amca, işimiz bu.”

“Peki, beni nalbanta da götürür müsün?”

“Tabii ki...”

“Hadi öyleyse!”

Bardaklarındaki yarım kalmış çaylarını bir dikişte içip kalktılar.

Nalbant, kendisi kadar olmasa da yaşlı bir adamdı. Dükkan falan hak getire; bir duvar dibinde tentenin altında, yan yatırılmış eski bir buzdolabı kasasının içindeki çekiçi, örsü, suntıraçı, nalları ve çivileriydi bütün sermayesi. Nallar İzmit’ten hazır geliyordu. Meslektaş olduklarını söyleyince sarılıp öptü; birlikte gezmeyi teklif etti.

Tentesi körüklü, koltukları düğmeli, dikiz aynasının kenarında, atların boynunda renkli boncuklar, orlon ponponlar, ziller sallanan boyası dökülmüş eski zaman faytonuna kuruldular.
\r\n \r\nFaytoncu kırbacını şaklatıp atları tırısa kaldırdı. Kırbacını şaklattıkça atlar meşin gözlüklerinin arasından faytoncuya yan yan bakıyorlardı. Sağdaki at hışımla kuyruğunu sallayınca üstündeki bütün sinekleri savurdu.\r\n \r\nFaytoncu arabanın çanına basınca yollar açıldı. Akasyaların, mimozaların, zakkumların arasından geçtiler. \r\n \r\nAtlar kanatlandı, fayton bir rakkase gibi indi adanın yokuşlarından. Terleyen atların altın rengi parladı güneşte… Esen rüzgar, buluttan bir kol sardı ihtiyarları; görünmez birer yıldız oldular… Faytonun çanı nalbandın parmaklarının arasındaki kehribar tespih gibi eski zamanı hatırlatıyordu. Atların nal tıkırtılarıyla zaman sahile vurdu. İhtiyar nalbandın anıları canlandı, hayalleri parladı, dönen tekerleklerin gıcırtısında…\r\n \r\nBütün yoklar; şamtatlıcı Recep Usta, macun şekerci Şevket Amca, aktar Halil Efendi, leblebici teyze, poşete girmemiş genç kızlar, hepsi gördüler önlerinden geçen faytonu ve içindeki nalbantları…",1]
);
//-->


Faytoncu kırbacını şaklatıp atları tırısa kaldırdı. Kırbacını şaklattıkça atlar meşin gözlüklerinin arasından faytoncuya yan yan bakıyorlardı. Sağdaki at hışımla kuyruğunu sallayınca üstündeki bütün sinekleri savurdu.

“Şu atı görüyor musun bey amca sütçü beygiri falan değil,” dedi faytoncu, “Gazi Koşusunda dereceye girmiş bir yarış atı bu. Şimdi de yaşlanınca ben garibin sermayesi oldu.”

Sonra da sözleşmişler gibi hiç konuşmadılar; yol boyunca sadece sıralanan ağaçlarda ötüşen kuşların ve atların asfalt yolda takırdayan nallarının seslerini dinlediler. Faytoncu arabayı çeken iki atı tırısa kaldırıp, rüzgar yüzlerine vurmaya başlayınca keyifleri yerine gelmişti.

Yanyana oturan iki yaşlı nalbantın yüzünde dinledikleri bu musikinin verdiği huzur ve mutluluk vardı.

Faytoncu arabanın çanına bastıkça yollar açıldı. Akasyaların, mimozaların, zakkumların arasından geçtiler.

Atlar kanatlandı, fayton bir rakkase gibi indi adanın yokuşlarından; terleyen atların altın rengi parladı güneşte. Esen rüzgar, buluttan bir kol sardı ihtiyarları; görünmez birer yıldız oldular. Faytonun çanı nalbandın parmaklarının arasındaki kehribar tespih gibi eski zamanı hatırlatıyordu. Nal tıkırtılarıyla zaman sahile vurdu; ihtiyar nalbandın anıları canlandı, hayalleri parladı dönen tekerleklerin gıcırtısında.…

Bütün yoklar; şamtatlıcı Recep Usta, macun şekerci Şevket Amca, aktar Halil Efendi, leblebici teyze, poşete girmemiş genç kızlar, hepsi gördüler önlerinden geçen faytonu ve içindeki nalbantları.

***

Beklemediği kadar mutlu olmuştu. Dönüşte bindiği beyaz vapurda yine arka güverteye oturdu. Başka bir çocuk yine martılara simit atıyordu. Ada sefasından mutlu dönen sevgililer, güleryüzlü kadınlar, erkekler vardı. İhtiyarların bile yüzü gülüyordu. Kaptan köşkünün altında nazar değmesin diye, üstünde nazar boncuğu olan bir nalın asılı olduğunu gördü. Vapur iskeleden ayrılıp suları yara yara yol alırken ada yavaş yavaş küçüldü. Onu Adaya, bu sürpriz cennete götüren vapurun beyaz boyalı dökümden güvertesini okşadı, teşekkür etti.

M. HAKKI YAZICI