Çarşamba, Nisan 27, 2005

LODOSCU


Çok kızmıştı Şeyma’ya... Üstüne vazifeydi sanki...Yeni gelen öğretmen kendinizi tanıtın, demişti. Adınız soyadınız, babanız ne iş yapıyor, filan...Daha ağzını açamadan “Onun babası lodoscu,”diye atılmıştı. Ona neydi ki?.. Oysa o, “Babam serbest meslek sahibi,” diyecekti.

Öyle değil miydi zaten. Babasının patronu yoktu, canı istediği zaman çalışıyordu; daha doğrusu lodos olduğu günlerde...Serbest çalışıyordu yani... Babasının patronu olsa olsa lodos rüzgarı olabilirdi; ekmeğini o veriyordu. Kumkapı sahillerinde denizin kıyıya vurduğu çöpler arasından işe yarar bir şeyler varsa toplayıp satıyordu babası. Her akşam da eli kolu dolu gelirdi; Naciye’ye göre dünyanın en kıymetli babası onunkiydi: Ele güne muhtaç etmeden geçindiriyordu çoluğunu çocuğunu. Bazen lodos rüzgarının kıyıya vurdukları arasından oyuncaklar bulup getirirdi Naciye’ye. Yanından hiç ayırmadığı plastik bebeği Ebru’yu da babası getirmişti bir akşam. Sadece bebeği Ebru mu ki, bütün oyuncaklarını babası getirmişti. Bebeğin bir gözü yoktu ama olsun, annesine ona elbiseler diktirtmiş, süslemiş püslemişti. Ebru eski öğretmeninin adıydı. Çok severdi eski öğretmeni Ebru Hanım’ı. Tayinini isteyip başka bir şehire gitmişti; çok ağlamıştı arkasından.

***

Ne kötü bir kızdı, bu Şeyma!.. Daha önce de böyle yapmıştı: Önceki öğretmen Ebru Hanım zamanında, dersin ortasında, parmağını kaldırıp “Öğretmenim, Ercü Naciye’ye aşk mektubu yazdı,” diye hiç bağırmıştı. Sanki öğretmen ona sormuş gibi. Kıskanmıştı besbelli...

Öğretmen gelip bulmuştu defterinin arasında itinayla sakladığı mektubu.

Bir ders arasında, bahçede Ercüment yanına yaklaşıp bir zarf içinde verip, bir şey söylemeden uzaklaşıvermişti. Önce ne olduğunu anlamamış; zarfı açıp okuyunca şaşırmış, bunun bir oyun olduğunu sanmıştı. Defalarca okumuştu mektubu. O hınzır kız, Şeyma, defterinin arasına sakladığı mektubu görmüş; zorla elinden alıp okumuş, sonra da alay etmişti. Bu kadarla kalacağını sanmıştı; öğretmene gammazlayacağını hiç tahmin etmemişti. Onu da yapmıştı işte.

Üç kişi aynı sırada oturuyorlardı. Aralarında Aysun oturmasa çimdiği basacaktı Şeyma’ya. Naciye kıpkırmızı olmuştu utancından. Göz ucuyla arka sıralara bakmıştı: Ercüment, aralarında oturduğu iki sıra arkadaşının arasında iyice büzülmüştü; minicikti zaten, utancından iyice küçülmüş, sıranın altında kaybolmuştu sanki.

Ebru öğretmen elinde mektupla kürsüye gidip oturmuş, Ercü’nün yazdığı mektubu okumuştu. Önce gülmüş, bir daha okumuş; sonra da gözleri buğulanmıştı. Mektubu özenle katlayıp cebine koymuştu. Çok kızdığını sanmıştı Naciye; öğretmenin Müdüre şikayet edeceğini düşünüp, işin dallanıp budaklanacağından korkmuş, günlerce uyumamıştı. Daha sonra dediklerine göre Ebru Öğretmen mektubu nişanlısına göstermiş; “Bak bacak kadar çocuklar sevgililerine ne güzel mektuplar yazıyor, örnek al!” demiş. Nişanlısı da dalga geçmiş, gülmüş. Gene dediklerine göre Ebru Öğretmen, nişanlısına küsmüş, nişanı atmış. Bu nedenle de başka bir şehire tayinini istemişti.

***

Çok kötü bir kızdı bu Şeyma...Bu kaçıncı kötülüktü yaptığı. Babası da tuhaf bir adamdı zaten. Mahallenin bakkalı... O da serbest meslek sahibiydi yani... Ne farkı vardı ki babasından? Ama Şeyma kıskanıyordu Naciye’yi. Babası ona oyuncak getirmiyordu da ondan belki. Belki de Ercü’den... Bir gün bakkala gitmişti; annesi çamaşır mandalı almaya yollamıştı, bebeği de koltuğunun altında. Şeyma’nın babası bakkal Tahir Amca, “Kız Naciye bu bebeğin babası kim?” demişti. Aynı Şeyma’nın hınzır bakışları vardı yüzünde: Gülüyordu. “Babası yok onun,” demişti Naciye. Bakkal, “ Saklama kız, söyle bakim kim bu bebeğin babası?” diye ısrar etmişti. “Yok dedim ya Tahir Amca, bu bebek oyuncak; oyuncak bebeklerin babası olmaz ki,” demişti. Plastik bebeklerin babası olmazdı; keşke olsaydı da, Ercüment olsaydı...Bu Şeyma’nın yaptığı şeyden sonra Ercüment hiç yüzüne bakmaz olmuştu: Hep uzaktan uzaktan geçiyor, geçerken de gözlerini yere indiriyordu: Çok korkmuştu çocukcağız.

***

Bir akşam ufacık tefecik babası boyundan büyük bir vitrin mankenini sürükleye sürükleye gelmişti. Geldiğini duyunca yalın ayak kapıya koşturmuştu Naciye. Babasını koltuğunun altında endamlı bir vitrin mankeni ile görünce şaşırmıştı: Halbuki o kendisine yeni bir oyuncak getirdiğini sanmıştı.

Avluda çamaşır yıkayan annesinin hiçbir şeyden haberi yoktu.

Naciye’nin babası yüklükten annesinin artık içine giremediği genç kızlık elbiselerini bulup, mankene giydirip; süsleyip püsleyip baş köşeye oturttu. Pek de güzel bir şeydi. Babası bir kadeh rakı doldurup, bir tabakta beyaz peynir domatesle mankenin karşısına oturdu.

Annesi koltuğunun altında çamaşır leğeni ile içeri girince kızılca kıyamet koptu. Babası çok normal bir şeymiş gibi, “Ne var bağırıp çağıracak, o bir cansız manken! Naciye’nin plastik bebeğinden ne farkı var ki?!..”diyordu. Ama annesi sakinleşmiyor, bağırıp çağırmaya devam ediyordu; sonunda da resti çekti: “Ya ben, ya bu manken,” diye kestirip attı. Babasının tepesi attı,” Ben dışarı çıkıyorum,”deyip, kapıyı çarpıp çıktı.

Babası ben dışarı çıkıyorum dediğinde nereye gittiği belliydi: Ya kahveye, ya da meyhaneye giderdi. Lodos esmediği günlerde babasının vakit geçirdiği yerlerdi kahve ile meyhane. Ne de olsa serbest çalışıyordu.

***

Babası her zamanki gibi sarhoş dönmüştü eve. Mankeni yerinde göremeyince sinirleri tepesine çıktı; annesine sert sert sordu. Annesi, başıyla bahçeyi göstererek, “Layığını buldu,” dedi.

Sarhoş babası sendeleyerek bahçeye çıktı; çitleri aşıp, evleri ile mezarlığın arasındaki koruluğa doğru koştu. Mahalleli çoktan toplanmıştı bile; her kafadan bir ses çıkıyordu; “Cinayet varmış,.. korulukta adam asmışlar,” diyorlardı. Komşuları Hatice Teyze koruluktaki ağaçlardan birinde asılı sallanan karaltıyı görünce avazı çıktığı kadar haykırmış, mahalleyi ayağa kaldırmıştı; konu komşu evinden dışarı fırlayıp koşmuştu. Yakındaki karakoldan bir ekip otosu gelmişti. Hava bulutsuzdu, mehtap vardı; ayın aydınlattığı ağaçların arasında bir erguvan ağacında asılı bir gölge rüzgarda sallanıyordu. Gelen polislerden biri elindeki feneri ağaca doğru tuttu: Erguvan ağacının pembe-mavi çiçeklerinin arasında sallanan vitrin mankenini aydınlattı.

Hatice Teyze, “Ah yavrum, pek de güzelmiş, pek de gençmiş,” diye dövünüyordu. Naciye’nin babası koşturarak gelmiş, herkesin şaşkın bakışları arasında ağaca tırmanıp vitrin mankenini indirmişti. Yine herkesin şaşkın bakışları altında boyundan büyük mankeni koltuğunun arasında sürükleye sürükleye uzaklaştı.

***

Babası o gece eve dönmedi. Naciye’nin de gözüne uyku girmedi; ertesi gün okula da gitmedi. Demek babası vitrin mankenini annesine tercih etmişti. Babası iyi adamdı halbuki; en azından Şeyma’nın babasından iyiydi. İçerdi falan ama çoluğunun çocuğunun nafakasını kazanırdı. Bütün gün bebeği Ebru’yu kucağına alıp annesinin dizinde yattı. “Anne babam hiç gelmeyecek mi?” diye sorduğuna, annesi “Abuk sabuk sorular sorup, canımı sıkma,”diye terslendi.

***

Akşam babası yine sarhoş geldi. Vitrin mankenini iyi fiyatla bir konfeksiyoncuya satmıştı. Gelirken de bir bahriyeli bebek getirmişti. Naciye, sevinçle elinden kaptı, “Bunun adı Levent olsun, Ebru’nun nişanlısı...”, dedi.

M. HAKKI YAZICI

Pazartesi, Nisan 11, 2005

fyyyatma



Güzel bir gündü; havada tatlı bir serinlik vardı. Bu küçük Ege kasabası bahar başlangıcını
Yaşıyordu; günlerce süren yağmurun arkasından güneşli bir güne gözlerini açmıştı
kasabalılar.

İstasyonda duran yorgun tren yolcularını boşalttıktan sonra uflayıp puflayarak yeniden yola
koyulmuştu. Trenin gidişiyle istasyonu dolduran kalabalıktan kısa bir süre sonra eser
kalmamıştı; yolcular, yakınlarını karşılayanlar, seyyar satıcılar, faytoncular hepsi birden yok
olmuşlardı.

Fötr şapkalı, papyonlu, ince bıyıklı, orta yaşlı bir adam, bir süre elinde küçük tahta valizi,
koltuğunun altında keman kutusuyla ayakta dikilerek etrafı süzdükten sonra kasabanın
içine doğru yürüdü. İlk defa geldiği bu Ege kasabası da diğerlerine benziyordu. Mübadelede
el değiştiren eski Rum evleri mimariye damgasını vurmuştu. Yol boyu sıralanan
ağaçlar bahar çiçekleriyle bezenmişti. Kasaba meydanında küçücük bir kaidenin üzerine
oturtulmuş Atatürk büstü, meydanın arkasında kasabanın en görkemli binası olan
kaymakamlık, hemen yanında ise büyükçe bir park vardı. Görkemli ağaçları burasının çok
eski bir park olduğunu belli ediyordu.

Adam, sol elinin baş parmağı yeleğinin köstekli saatinin bulunduğu cebinde, yavaş yavaş
çarşı içine doğru yürüdü. Ortalığı ışıl ışıl aydınlatan güneş aniden bir bulutun arkasına girdi.
Bu aylarda sık yaşanan bir bahar sürprizine, yağmura yakalandı; ufak yağmur taneleri
düşmeye başlamıştı. İlk gördüğü kahvehaneye girdi; cam kenarında bir masaya oturdu. Kirli
camdan çarşıdan gelip geçenleri görebiliyordu. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Sokaktakiler
telaşla kaçışmaya başladılar. Kahveci, yanına geldi.

“Bir şey içer misiniz abi?”

“Orta şekerli kahve lütfen.”

Sokakta saçak altlarına sığınan birkaç kişinin dışında kimse kalmamıştı. Kahvehaneye
tarladan dönen ıslanmış gündelikçiler girdi. Adamın yanındaki masaya oturup gürültülü
bir şekilde şakalaşarak konuşmaya başladılar. Garson, kahvesini getirdi; masaya koydu.

“Buyur, beyim.”

“Sağol.”

Teklifsizce bir bakışta yabancı olduğu anlaşılan adamın yanındaki sandalyeye oturdu.

“Merakımı bağışla beyim. Gelişinizin sebebi?.. Tayin falan mı?”

Sıkça sorulan bu tür sorulara alışmış bir umursamazlıkla cevap verdi.:

“Memuriyet değil. Turne için geldim. Kurulacak çadır tiyatrosuyla ilgili olarak...Orada
keman çalıyorum ben.”

“Çok güzel...İsminiz?”

“Salih... Salih Zeki Uğurata. İstanbulluyum.”

“Hoşgeldiniz Salih Beyim. Çam Şenliği, ha?! Vay canına be, bahar geldi desene.”

Her yıl geleneksel olarak, bahar başlangıcında kasabanın hemen dışındaki çamlıkta panayır
Kurulurdu; bu panayır, onbeş gün, en fazla bir ay sürerdi.

“Seni ilk defa görüyorum, beyim. İlk gelişin mi?”

“Evet, biz daha önce hiç gelmemiştik... Havalar iyi gitse bari.”

“Ya öyle.”

Kahveci kalktı.

***

Salih Zeki Uğurata... Kruvaze ceketi, pantolonunun paçası duble, her zaman ütülü koyu renk
takım elbisesi, yakası kolalı gömleği, papyonu, ince tel çerçeveli gözlüğü, pırıl pırıl boyalı
siyah ayakkabıları, kibar şık görünüşüyle gittiği her taşra kasabasında yabancı olduğu hemen
belli olan bir beyefendi: Bir Osmanlı paşazadesinin oğlu, Mekteb-i Mülkiye mezunu, eski bir
banka müdürü; kendi ifadesiyle bir “yaşam küskünü”. Aslında yüzündeki çizgiler, şakağına
düşen aklar ve gözlerindeki fer çok şey anlatıyordu; ancak bilene, anlayana...Hemen
herkesin merak ettiği bu iyi eğitimli İstanbul beyefendisinin o şehir senin, bu şehir benim
dolaşarak ekmek parası peşinde koşturan basit bir tiyatro kumpanyasının üyesi olmasının
nedeniydi.

***

Ne sınırsız ihtirasları vardı karısının. Bitip tükenmeyen isteklerinden bıkıp usanmıştı; bir
müdür maaşıyla bu isteklerin karşılanamayacağını biliyordu, ancak nafile. Banka müdürü
maaşı azımsanmayacak bir paraydı, ama o bile yetmiyordu. Karısı da kayınvalidesi de birer
canavar gibi gözükmeye başlamışlardı gözüne; kaçıp gitmeyi, kurtulmayı düşünüyordu.
Niyeyse senelerdir yapamıyordu.

***

Kahvehanenin camının kenarındaki masada oturmuş; gözleri sokağı döven yağmur
damlalarına dalmış, kahvesini yudumluyordu. Kimbilir hangi düşüncelere sürüklenmişti?
Masanın dibinde tahta valizi, yanındaki sandalyeye koyduğu kemanı. Bütün mal varlığı bu
kadardı. Kemanı ilk derslerini aldığı haminnesinin armağanıydı. Yüksek Kaldırım’daki bir
rehinciden almışlardı. Adamın demesine göre veremden ölen bir yahudi terziye aitti; ölünce
yoksul ve çaresiz kalan ailesi kemanı satmak zorunda kalmıştı. Bu kemanın değerli bir
Stradivarius olduğunu anlamayan bilemezdi. Haminnesi almak için altınlarını bozdurmuştu.

Hava iyice kararmıştı. Kara bulutlar dağılmamıştı ama yağmur hızını kaybetmişti. Dışarıda
dükkanların vitrinlerinin, evlerin pencerelerinden sızan ışığın aydınlattığı yoldaki su
birikintilerine düşen yağmur damlaları görünüyordu. Adamın yanındaki masada oturan
gündelikçiler hararetli bir okey oyununa dalmışlardı; arkalardaki masalardan birinde beyaz
sakallı, gözlüklü, başında kasket bulunan ihtiyar bir adam bastonuna yaslanmış uyuyordu.
Onlardan başka bir kaç kişi daha vardı içeride; çay ocağının hemen üstüne yerleştirilmiş
radyodan akşam haberlerini izliyorlardı.

Yanına gelen kahveci:

“Almanlar iyice kudurdu,” dedi.

Onaylar gibi başını salladı, hesabı istedi.

“Bildiğin iyi, ucuz bir otel var mı?”

“Kahvenin sırasında, yüz metre kadar yukarıda orta halli bir otel var; temizdir.”

Yağmur iyice yavaşlamıştı. Çarşıdan yukarı doğru yürüdü; otelin önüne geldi. Gösterişsiz
küçük bir oteldi. İyi bir otel olmayabilirdi; ama tercih yapabilecek durumda değildi. Böyle
küçük kasabalarda bazen otel bile bulunmayabiliyordu. İçeri girdi; otel katibine kaydını
yaptırdı. Anahtarını aldı. Yavaş, yavaş merdivenleri çıktı; kapıyı açtı; valizini yatağın
kenarına koydu. Ayakkabılarını çıkarmadan sırtüstü yatağa uzandı. Yatağın yanındaki
duvarda bir tahta kurusu yukarı doğru tırmanıyordu. Eliyle şaplak atarak beyaz badanalı
duvara yapıştırdı; böceğin gövdesi duvara yapışıp parçalandı; bir kan lekesi
oluştu. Onun kanı olamazdı; daha yeni gelmişti otele. Belli ki bir önceki oda müşterisinin
kanıyla kendisine bir ziyafet çekmişti tahtakurusu.

Yorgun ve dalgın görünüyordu. Bir sigara yaktı. Gözleri ahşap tavana takıldı. Tavandaki
lekeler sanki birer insan resmine dönüşüyor, canlanıyor ve ona bir şeyler anlatıyordu.

***

Genel Müdürlükten gelen müfettiş değişik bir çocuktu, ona müdür odasının karşısındaki
odayı vermişlerdi. Sabah mesaiye geldikten sonra, saatlerce kafasını kaldırmadan çalışıyordu;
sadece tuvalet ihtiyacı olduğunda ve evrak istemek için yerinden kalkıyor, onun dışında hiç
yerinden kalkmadan çalışıyordu. Çoğu zaman çaycının getirdiği çayı farketmiyor, masasında
soğutuyordu.

Odaların kapıları açık olduğunda müdür masasından müfettişi oturduğu yerden görebiliyordu.
Tel çerçeveli gözlüklerinin üstünden bakıp, göz göze geldiklerinde hafif bir tebessümle
selamlaşıyorlardı.

Müfettişler, çekinilecek bir şey olmasa bile insanı her zaman tedirgin ederlerdi..

***

Elbiselerini bile çıkarmadan yattığı küçük otel odasında uyandı. Sabah olmuş, güneş epey
yükselmişti. Kalktı otelin penceresinden dışarı baktı.Toprağa akşam yağan yağmurun kokusu
sinmişti. Çiçeklerin yapraklarında hala yağmur damlacıkları vardı. Kuşlar, cıvıldaşıp uçuşarak
adeta ışıl ışıl, güneşli bir bahar gününün başlangıcını müjdeliyorlardı.Tütün işçileri traktör
römorklarına doluşmuş tarlalara gidiyorlardı; erkeklerin bir çoğunun başında kasketlerinin altında
poşuları vardı; kadın ve kızlar ise şalvar giymiş, omuzlarına kıvraklarını atmışlardı. Lise
öğrencileri başlarında özel şapkaları, yakındaki başka bir kasabadaki okullarına gitmek üzere
minibüslere biniyorlardı.

Giyindi çarşıya indi. Esnaf, tek tek dükkanlarının kepenklerini açıp vitrinlerinin önüne
tezgahlarını sıralıyorlardı. Gazete arabası koca desteler halinde günlük gazeteleri
getirmişti.

Çadır tiyatrosunun eşyalarını, dekorlarını getiren kamyonlar İzmir-Manisa yönünden gelip
kasabanın meydanından geçerek, Çamlığa doğru devam ettiler. Askeri garnizonun önünden
geçtiler. Sabah içtiması için toplanan erler tel örgülerin kenarına koşuşarak, merakla bakıp,
keplerini çıkarıp sallayıp, ıslık çalarak konvoyu selamladılar.

Hummalı bir çalışma başladı. Çamlığa ulaşan kamyonlardan ağaçların arasındaki açıklığa
eşyalar indirilmeye, hızla gösterilerin yapılacağı çadırın, lunaparkın salıncaklarının, atlı
karıncanın, sergilenecek hayvanların kafeslerinin kurulmasına başlandı. Bir hareketlilik,
tatlı bir heyecan vardı; yorgun turneler bile bu heyecanı tüketemiyordu.

Akşama doğru çadır tiyatrosunun geri kalan diğer elemanları da birer ikişer kasaba
meydanına gelen minibüslerden indiler. Kimileri meydanın karşısındaki kahveye gelerek
kapının önündeki masalara oturdular. Çadırlarda kalan işçilerin dışındaki kumpanya
elemanları Salih Zeki’nin kaldığı otele yerleştiler. Zaten kasabada kalınabilecek tek otel de
oydu.

***

Müfettiş bir gün kapının önüne dikilip :

“Vedalaşmak istiyorum,” dedi, “Benim işim bitti; raporumu bitirdim. Artık yarından sonra
Şubeye gelmeyeceğim.”

Ayağa kalktı el sıkışıp, vedalaştılar.

“Gene görüşürüz.”

Daha sonra Genel Müdürlükte çalışan bir arkadaşından öğrendiğine göre müfettiş günlerce
didiklediği evraklarda bazı usulsüzlükler saptamış; raporunda bunu yazmıştı.
Kredi Komitesi kararına uymayan, teminatı eksik bir kredi verilmişti. Kredi verilen adam
itibarlı bir tacirdi; zaten krediyi vadesi gelmeden sorunsuz kapatmış; bankanın bir kaybı
olmamıştı; ama Komite Kararının dışına çıkılmıştı. Şube çalışmalarının bütün başarısına
rağmen uyarı alması gerekiyordu.

“Sanki müşteri bulmak, plasman yapmak kolay bir şey,” diye söylenip, yırtınıyordu ama Genel
Müdürlükteki adamların umurunda değildi.

Sonra zaman zaman tek başına kaldığında Salih Zeki hak verdi adamlara; iş kuralına uygun
yapılmalıydı; tersi de olabilirdi ve kredi batabilirdi.

Başarısını gölgeleyen bir hatası, yolsuzluğu yoktu; ama birden tedirgin oldu: Olabilirdi de.
Buna çok yakın hissetti bir an kendisini; Müfettişlerin bile anlayamayacağı bir yolla
kendisine menfaat sağlayabilir, bir kere başlayıp, alıştıktan sonra işi ileri götürüp hiç
onaylamadığı, boyutları büyük bir yolsuzluğun içinde bulabilirdi kendisini.

“Allahım, sen aklımı koru,” diye söylendi içinden, “Ne korkunç bir şey!”

Karısının önüne geçemediği ihtirasının onu sürükleyeceği kaçınılmaz son buydu.

Kararını verdi. Bu kaçınılmaz sondan kurtulmanın tek yolu işi bırakmak; uzaklara, olabildiğince
uzaklara gidip, kaçmaktı. Belki yine mutsuz olacaktı ama şerefine-kendi şerefinden de önemli
olan ailesinin şerefine zarar vermeden, yeni bir hayata yelken açmalıydı.

***

İki gün sonra gösterilere başladılar. İşler iyi gidiyordu. Şanslıydılar; gösteri saatlerinde
yağmur da yağmıyordu; yağsa bile kısa sürüyor, arkadan güneş güzel yüzünü
gösteriyordu. Ne de olsa bahar yağmuruydu yağan.

Kayık salıncaklar, atlı karınca, çocukların gözdesiydi. Gerilmiş telin üzerinde
akrobat Niyazi’nin ve kızının yaptığı numaralar heyecandan hop oturtup hop kaldırtıyordu
kasabalıları. Mandrake Kazım’ın yaptığı gözbağcılık numaraları da hiç yabana atılacak gibi
değildi. Gösterilerin sonunda Niyazi’nin kızı, Kazım’ın maymunu Abdurrahim’le birlikte
dolaşarak paraları topluyordu. Adı Abdurrahim’di maymununun; çok sevimli bir
şeydi. Abdurrahim isimli insanlar Kazım’a maymuna bu ismi koyduğu için kızabilirlerdi; halbuki
o, çok sevdiği için maymununa rahmetli dedesinin ismini koymuştu. Tahsilatta onun rolü
küçümsenemezdi; elinde tuttuğu şapkaya atılan bozuk paraları sevinçle çığlık çığlığa
zıplayarak Mandrake Kazım’a veriyordu.

Geceleri büyük çadırda yapılan gösteriler büyüklere mahsustu. Dansöz Semiha saz heyetinin
eşliğinde raksediyor; arkasından İbiş’le arkadaşları kısa bir komedi-dram oynuyorlar; Mandrake
Kazım maymunu Abdurrahim’le birlikte sihirbazlık hünerlerini göteriyordu.

Gecenin sonunda Gülşen çıkıyordu sahneye: Kumpanyanın assolisti idi; patronun metresi
olarak torpilliydi. Kaprisi ile herkesi yıldırmıştı. Genellikle içkili çıktığı sahnede ağır havalarla
başlayıp, oynak şarkılarla bitiriyordu programını. “İzmir’in Kavakları”nı mutlaka söylüyordu.
Yöre şarkıları her zaman seyirciyi çekiyor, havaya girmesine yardımcı oluyordu. En gözde
şarkısıysa “Makber”di. Nasıl da cesaret edip söylüyordu böyle zor bir şarkıyı? Çoklukla da
şarkı sözlerini unutuyordu. Salih Zeki, hemen arkasında kemanıyla eşlik ediyordu; durumu
idare etmek, şarkı sözlerini seyircilere farkettirmeden sufle etmek görevi de ona düşüyordu.
Aslında hareketli ve güzel bir kadındı. Hele içkili olduğu zamanlarda iyice coşuyordu. Giydiği
dekolte, ağır tuvaletle erkek seyircileri kendisine hayran ediyordu.

Kasabalılarla da kısa sürede kaynaşmışlardı. Seviyorlar, saygı gösteriyorlardı.
Gündüzleri pek yapılacak işi yoktu Salih Zeki’nin; genellikle kahvede oturup vakit
öldürüyordu.

***

Otelden çıktığında öğlene yakın bir saat olmuştu. Yukarı mahalledeki Aynalı Kahvenin
yanındaki caminin müezzini öğle namazı için ezanı okumaya başlamıştı bile; arkasından
Çarşı Camiinin müezzini, onun arkasından da bütün camilerin müezzinleri arka arkaya
ezana başladılar. Yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp baktı. Vakit ne kadar da çabuk
geçmiş dercesine, hayret ifadesiyle dudağını büktü.

“Amca ayakkabılarını boyayım mı ?”

Kahvenin yan camına sırtını vermiş, derme çatma küçük boya sandığıyla, kara kuru, zayıf bir
boyacı çocuk sorusunun cevabını bekler bir halde gözlerini dikmiş bakıyordu. Hiç niyeti
yokken, ister istemez ayağını boya sandığının üzerine koydu. Çocuk hasır bir iskemle uzattı.

“Otur amca, ayakta kalma.”

Çocuk büyük bir gayretle önce fırçasıyla ayakkabıların tozunu aldı. Sonra küçük bir
kavanozdan, falçatasının ucuyla çıkardığı siyah boyayı süngerinin üzerine sıyırdı. Sonra da
ayakkabının üzerine yaydı.

“Amca, ben seni tanıyorum.”

“Nerden ?”

“Panayırdan.”

“Sen hiç geldin mi?”

“I ııhh, abimgil gelmiş, o evde anlattıydı.”

“Senin adın ne?”

“Muharrem.”

“Mektebe gidiyor musun?”

“Hı hı, ilkokul dörde gidiyorum. Okuldan çıkınca da ayakkabı boyuyorum.”

Çocuk cilayı dağıttığı ayakkabının üzerini bezle parlattıktan sonra, her iki eline aldığı
fırçaların uçlarını boya sandığının kenarlarına vurdurarak, yarattığı ritmle coşup, ayakkabıları
iyice parlattı.

“Yahu sen bayağı ustaymışsın be Muharrem; ayna gibi yaptın pabuçlarımı.”

“He ya, bak bakalım ayakkabılara, yüzünü görcen mi?”

Parasını verdikten sonra, çocuğun kıvırcık saçlarını okşadı. Gerçekten de pırıl pırıl olmuştu,
ayakkabıları.. Baktığında parıldayan ayakkabılarında hayal meyal yüzünü gördü. Talihsiz
serüveni sanki yansıyan yüzünden okunuyordu.

Ayakkabılarını gıcırdatarak çarşı içine doğru yürüdü.

***

Bölge Müdürünün odasına girdiğinden bu yana onbeş dakika olmuştu. Selam sabahın
dışında hiçbirşey konuşmamışlardı. Hoş Müdür de önündeki dosya ile meşgul, arada
kafasını kaldırmadan sırf laf olsun diye bir iki kelime bir şeyler söylüyor, sonra işine
devam ediyordu.

“Yenganım nasıl, sağlık ve afiyettedir inşallah?”

“İyi, allaha şükür.”

Kapı tıkladı, odacı elindeki tepsi içinde kahvelerini getirdi. Müdürün buyur ettiği koltukta
kahvesini içip, beş dakika daha hiç konuşmadan oturduktan sonra kıpırdandı.

“Uygun görürseniz istifa etmek istiyorum.”

Müdür duyduklarından şaşırmış, gözlüklerini çıkararak kafasını önündeki dosyadan kaldırdı.

“Çok düşündüm, böylesinin daha uygun olacağına kanaat getirdim.”

“Hoppala ! Nerden çıktı şimdi, bu ? “

“Belki malumatınız yok, raporu bilahare size de intikal ettireceklerdir. O zaman zaten
konudan haberdar olacaksınız. Daha şimdiden istifa etmemin daha onurlu bir davranış
olacağını düşündüm.”

“Senin gibi başarılı, geleceği parlak bir şube müdürünün ne gibi bir problemi olabilir ki?
Geçen sene en başarılı şube müdürü seçildin. Bu seneki rakamların da iyi. Bölgemdeki en
güvendiğim müdürüm sensin. Derdin ne ? “

“Güveniniz için müteşekkirim. Her şey böyle gitseydi iyiydi. Ama bazen iyi insanlar da şeytana
uyup, hata yapabiliyorlar. Hatamı kabul ediyorum.” Bunu söylerken göz pınarlarından bir iki damla gözyaşının yanaklarından aşağıya
süzülmesini önleyemedi. Elinin tersiyle yüzünü sildi.

“Kendiliğimden istifa edip, sizi de üzmeden ayrılmamın daha doğru olacağını düşündüm.”

Bölge Müdürü şaşkın bir şekilde ayağa kalkmış, donmuş bir ifadeyle kendisini izliyordu.

“Vallahi bir şey anladıysam arap olayım. Sır gibi konuşuyorsun.”

“Ben sizi daha fazla meşgul etmeden gitsem iyi olacak.”

Oturduğu koltuktan güçlükle ayağa kalktı. Bir an sendeledi. Tansiyonu düşmüş, gözleri
kararmıştı.

Bölge Müdürü endişeli gözlerle sordu :

“İyi misin, biraz daha otur da kendine gel.”

“Yok, sağolun iyiyim. Yavaş yavaş giderim.”

Odadan çıkarken bölge müdürü arkasından seslendi.:

“Biraz toparlan da öyle gel, yine konuşalım.”

***

Günler ne çabuk geçiyordu. Bu kaçıncı gündü kasabaya geldikleri? Yine yağmur yağıyordu.
Alışmıştı, bu tipik Ege kasabasının ılık lılık yağan, insanın içini ferahlatan yağmuruna.
Yağmur damlaları saçlarından yüzüne süzüldükçe bütün sıkıntılarının yerini tatlı bir hüzün
alıyordu, sanki... Kahve, yolunun hemen üzerindeydi. Oyalanacak başka bir şey yoktu.
Zamanını panayırda, otelde, kahvede geçiriyordu. İçeri girdi. Her zamanki yükünü almıştı
kahvehane. Bazı masalardan oyundan kafasını kaldıranlar selamladılar; artık tanıyorlardı
onu. Panayırın şöhretli kemancısı… Her ne kadar akrobat Niyazi, illizyonist Mandrake Kazım,
şarkıcı Gülşen, dansöz Semiha kadar “star” olmasa da tanınıyordu kasabadakiler tarafından.

Yan tarafta cama yakın bir masaya oturdu. Bir ada çayı söyledi. Camın öteki tarafında
yağmurdan ıslanmamak için saçakaltında, iyice cama yanaşmış küçük Muharrem'le gözgöze
geldiler. Muharrem gözünün bir ucuyla ayakkabılarına bakarak, çamurlanmış, boya istiyor
anlamında göz kırptı. Çok sevimli bir yumurcaktı. Başıyla içeri gel işareti yaptı. Muharrem,
boya sandığını kaptığı gibi içeri daldı.

O arada kahveci adaçayını getirmişti.

“Salih Abi, n’olur yüz verme buna. Bir alışırsa dükkandan dışarı çıkmaz.”

“Bu seferlik idare ediver, dışarısı yağmurlu.”

Muharrem, boya sandığını yerleştirdikten sonra özenle boyalarını çıkardı.

“Bak yine geçen seferki gibi parlatacaksın tamam mı?”

“Tamam amca.”

Pardesüsünün cebinden kıvırdığı gazetesini çıkardı. Sabah okuma fırsatı bulamamıştı. Açtı,
Okumaya başladı.

Gazeteye dalmış, etrafını unutmuştu. Birden bir uğultu oldu, kahvede. Yan masalarda okey,
iskambil, tavla oynayanlar, oyunlarından kafalarını kaldırmış, bağrışıyorlardı.

“Vay anam be, Allah neler yaratıyor.”

“Kurbanın olayım, yavrum.”

“Şu kalçalara bak, kalçalara.”

Kapıya yakın bir masaya oturmuş iki yaşlı emekli “Ayıp evladım, ayıp elin garibine,” diye
kızıp, söylendiler.

Şaşırmış bir halde kahvedekilerin baktıkları yöne baktı. Çarşıya giden caddeyi kesen
karşı sokaktaki iki katlı eski bir Rum evinin balkonunda genç ve güzel bir kız
çamaşır asıyordu.

“Doktor Fuat Bey’in yanaşması. Adı Fatma,”dedi Muharrem, açıklama yapmayı gerekli
bulmuşcasına.

“Bizim kasabanın köylerinden birinden. Anası babası yok; bir ağabeyi var; o da itin, ayyaşın
biri. Doktor Fuat Beyler ev işlerine yardımcı olsun diye aldılar. Garibin biri aslında.”

Muharremin fırçaları boya sandığına vurdurarak tutturduğu ritmle, tavlalara vurulan pulların,
okey tahtalarına vurulan taşların sesi birbirine karışmıştı.

“Bak bakalım yüzünü görcen mi?”

Kemancının çamurlu pabuçlarını Muharrem son fırça darbeleri ile
pırıl pırıl yapmıştı.

“Gel bakalım, otur şimdi yanıma. Bir çayı hak ettin.”

“Usta, bize iki çay gönderiver,”diye seslendi çay ocağına.

“Güzel kızdı di mi?”

“Ne dedin?”diye sordu dalgınca.

“Demin balkonda çamaşır asan kız. Fatma… Güzel kız değil mi?” diye yineledi Muharrem.

Fatma, çamaşırları asmış, balkondan içeri girmişti.

“Ha, evet,” diye cevap verdi.

“Bizim kasabanın delikanlılarının yarısı bu kıza hasta. Benim abim de. Büyüyünce ben bile
aşık olabilirim.”

“Senin için daha çok erken değil mi?”

“Bak, ama büyüyünce dedim.”

“Ha, o zaman başka.”


***

Genel Müdürlük koridorlarında Bölge Müdürü ile karşılaştı.

“Yahu seni tedirgin eden o rapor muydu? Okudum hiç önemli bir şey yoktu. Sen delirmişsin.
Bırak bu istifa laflarını da işine bak.”

Gülümsedi.

“Sağolun efendim, ama ben kararımı verdim.”

Akşam eve gidip kararını açıkladığında karısı ve kayınvaldesi şaşırdı.

“Evladım derdin nedir? Niye böyle bir karar verdin?”diye sordu kaynanası.

Karısı her zamanki cadaloz tavrı ile;

”Bırak anne, istediğini yapsın. Nasıl olsa pişman olup, kuyruğunu kıstırıp dönecek,” dedi.

Valizini hazırladı, kemanını kutusuna koydu. Ne yapacağına karar vermemişti; belki bir kaç
gün Sirkeci’de bir otelde kalır, sonra başka bir iş aranırdı. Önemli değildi. Önemli olan
yeniden huzura kavuşması idi. İhtiyacı olan yeni bir hayattı.

***

Düşündüğü gibi Sirkeci’de ucuz bir otele yerleşti. Eşyalarını yerleştirdikten sonra çıktı.
Sarayburnu’ndan, Kumkapı’ya doğru deniz kıyısından yürüdü. Yenikapıya geldiğinde
Lunapark alanının kenarına kurulmuş bir çadır dikkatini çekti. Şişman bir adam akşam için
yapılan hazırlıkları denetliyordu. Durdu onları izlemeye başlamıştı. Bakışları karşılaştığında,
gülümsedi ;

“Kolay gelsin,” dedi.

Onları izlerken sohbet gelişti. Kumpanyanın bu akşam son gösterisi idi; ertesi günü
Anadolu’daki çeşitli kasabalarda gösteriler yapmak için turneye çıkıyorlardı.

“Bu gece bizim misafirimiz olun. Belki beğenir, eğlenirsiniz.”

Olur anlamında kafasını salladı.

Gösteriler, sıradan ama gene de eğlenceli idi. Bu tür basit gösteriler bile taşrada yaşayan
insanlara çekici gelebilirdi.

Tanıştığı adam kumpanyanın patronu Rıza Bey’di. Birden aklına onlara katılmak, turneye
çıkmak geldi.

“Benim işim yok,” dedi. “Bana uygun bir iş olabilir mi, sizin kumpanyada?”

Rıza, düşündü :

“Ne yapabilirsin ki?”

“Mesela keman çalabilirim.”

“Olabilir. Çok fazla beklentin olmazsa bizimle gelebilirsin. Ne kazanırsak onu yeriz.”

Aradığı zaten böyle bir şeydi. Ertesi günü onlara katılıp, birlikte turneye çıktı.

O kasaba senin, bu kasaba benim dolaşıp duruyorlardı. Aylarca İstanbul’a dönmüyorlardı.
Alışmıştı bu hayata. İstanbul’a döndüklerinde de bazen otelde, çoklukla da kumpanyanın
çadırında işçilerle beraber kalıyordu. Kumpanyanının elemanları artık yeni ailesi olmuşlardı:
Aralarında sevgi ve dayanışma vardı; herkes herkese yardım ediyordu. Gösterilerin ağırlığı
illüzyonist Mandrake Kazım, akrobat Kazım, dansöz Semiha, İbiş ve şarkıcı Gülşen’in
üzerindeydi. Salih Zeki, orkestrada keman çalıyordu. Patron Rıza Bey’e hesap kitap işlerinde,
idari işlerde de yardımcı oluyordu; ne de olsa eski bankacıydı.

Salih Zeki’nin kumpanyaya katılmasından kısa bir süre sonra patronun metresi Gülşen ona
olan ilgisini belli etmeye, açıkça da söylemeye başlamıştı. Onun seviyesindeki kadınlar için
kumpanyanın diğer elemanlarından farklı, tahsilli, kültürlü, cazip bir erkekti. Salih Zeki
önceleri tedirgin oldu. Rıza Bey de durumu farkediyor, ama aldırmıyordu; biliyordu
Gülşen’in huyunu.

***

Sigarası bitmişti. “Yahu ben daha dün üç paket almamış mıydım?”, diye düşündü. “Yine
ölçüyü kaçırıyorum,” diye başını salladı. Köşedeki bakkala girdi.

“İki Bafra, bir kibrit, lütfen.”

Bakkal arkasındaki tezgaha uzandı.

“Hüseyin ağabey, un var mı?”

“Var, bacım, şu arkandaki raftan alıver.”

Arkasında duyduğu sese doğru döndü.

Bir infilak...Top patlaması...Alev, ateş...Ya da başka bir şeydi. Ama ne?

Kafasını kaldırıp sesin geldiği tarafa doğru dönüp baktığında gözbebeği ile irisinin birbirinden ayırdedilemediği kocaman, kapkara bir çift gözle karşı karşıya gelmişti. Yaşamı boyunca
gördüğü en güzel gözlerdi bunlar. Öylece donakaldı.

“Bu kız...Bakkala girip, un isteyen bu kız, şu bizim kahvedekilerin laf attıkları Fatma değil mi?”
diye düşündü. Evet, evet, oydu; Fatma’ydı. Ve şimdi ilk kez bu kadar yakından görüyordu onu.
Kız tezgahtan un alırken, bakkal tezgahın arkasında bira içen arkadaşına kızı işaret edip, göz
kırptı.

Gerçekten de çok güzel bir kızdı. Tiril tiril basma entarisi körpe vücudunu sarıyordu. Raftan un
aldıktan sonra birden arkasını döndü. Göz göze geldiler. İnsanın içini ısıtan, kocaman gözleri
vardı. Kız gözlerini kaçırıp, yere indirdi; tezgaha yanaştı hesabı ödedi.

Fatma dükkandan çıktıktan sonra bakkalla tezgahın arkasında bira içen arkadaşı birbirlerine
bakıp gülüştüler.

Sigaranın parasını alırken bakkal ona dönüp :

”İyi parça değil mi abi ?” dedi.

“Yaptığınız çok suluca, çok da ayıp. Niye bir genç kızı böyle taciz ediyorsunuz?” demedi,
ama onaylamadığının bir işareti olarak hiç cevap vermedi.

***

Daha sonraki günlerde kahvede oturup gazeteleri okurken farkında olmadan gözünün
kenarıyla doktor Fuat Beylerin balkonunda Fatma’yı arıyordu. Bunu gerçekten de bilerek
yapmıyordu; ama bakışları ister istemez o tarafa doğru çevriliyordu. Onu görebildiği günlerde
tatlı bir huzur buluyordu; göremezse içini sıkıntı kaplıyor, huysuzlaşıyordu.

Akşamüstü Mahfelin yanındaki çamlıkta yürürken top sahasında oynayan çocukları gördü.
Toz toprak içinde koşuşturuyorlardı. Kenara oturup seyre daldı. Oynayan çocukların
arasında Muharrem de vardı. İlk defa oynarken görüyordu onu. Kenara kaçan topu yakalayıp,
ayağı ile vurup geri attı. Muharrem’le göz göze geldiler.

“Sen de oynar mısın kemancı amca?”

İtiraz etmedi; aralarına daldı. Kan ter içinde kalmıştı, ama önemi yoktu özlemişti böyle
koşuşturmayı. Oyun bitince Muharrem, boya sandığı ile başına dikildi.

“Ayakkabıların toz içinde kalmış, boyayayım. Bu sefer para almam benden. Sen bizimle
oynadın. Takım arkadaşı olduk seninle.”

Kırmadı ayaklarını uzattı. Muharrem, her zamanki gibi özene bezene ayakkabılarını parlattı.

Daha sonraki günlerde Muharrem’le ahbaplığı ilerletti. Aralarında sözlü bir anlaşma yaptılar.
Boş zamanlarında Salih Zeki Muharrem’in derslerine yardım ediyordu. O da ayakkabılarını
ücret almadan boyuyordu. Bir iki defasında para vermeye kalkıştıysa da Muharrem’in
yüzünün asıldığını, gücendiğini farketti ve vazgeçti. Israr edip Muharrem’in onurunu kırmak
istemedi.

***

Bir gece uykusunun arasında kapısının vurulduğunu farketti. Bu tıklatma değil de kapıyı
yumruklamaktı. Uyku sersemi kalkıp kapıyı açtı. Mandrake Kazım’dı; telaşlı bir hali vardı.:

“Abi Abdurrahim kaçmış!” dedi.

Arkasında kafesteki hayvanlara bakan işçilerden Necmi vardı. Mandrake Kazım’ın maymunu
kafesinden kaçmıştı. Kafesin kapısını açık unutan bakıcı Necmi daha perişandı.
Suçluluk duyuyordu.

“Hadi gidip arayalım.” dedi. Alelacele giyindi. Otelden çıktılar.

“Nereye gidebilir ki bu hayvan?”

“Nereye gidecek ormana kaçmıştır. Ne de olsa orman hayvanı.” deyip güldü.

“Abi şakanın sırası mı?” diye sitem etti, Mandrake.

Sağa sola koşuşturup maymunu ararken Muharrem nefes nefese yanlarına geldi.

“Salih amca, Mandrake Kazım abinin maymunu, doktor Fuat Beylerin kümesine girmiş.” diye
haber getirdi.

Koşa koşa Fuat Beylerin evine gittiler. Kazım’ın maymunu Abdurrahim arka bahçedeki
kümese girmişti. Ortalık birbirine girmişti. Tavuklar gıdıklayarak kaçışıyorlardı. Kümesin horozu
erkekliğini kanıtlamak için yan yan dayılanıyordu ama Abdurrahim’in en ufak hareketinde
tavuk gibi gıdaklayarak kaçıyordu. Abdurrahim de şaşkın, bir köşede direğe tırmanmış ürkek
tavırlarla etrafa bakınıyordu.

“Kendi kafesi zannedip kümese girmiş, garibim.” Dedi, Salih Zeki.

Doktor Fuat Bey, karısı, Fatma, gürültüye uyanmışlar, şaşkın şaşkın bahçeye çıkmışlardı.
Kazım maymununu yakalayıp kümesten çıkardı. Zavallı Abdurrahim, Mandrake’nin boynuna
atılıp, sevinçle sarılmıştı. Belli ki bir daha böylesi bir maceraya kalkışmayacaktı. Onun bu
halini görüp kahkahayı bastılar.

Fuat Bey’in karısı :

“Geçmiş olsun, yoruldunuz, buyrun birer kahve içelim.”diye eve davet etti.

Rahatlamışlardı. Biraz sakinleşmek için birer kahve iyi gelecekti. Fuat Bey, gülmekten
kendisini alamıyordu.

Fatma :

“Abdurrahim de kahve içer mi?” diye gülerek sordu.

Salih Zeki, halinden memnundu. Abdurrahim’in sebep olduğu bu olay sayesinde Fatma ile
yakınlaşmak olanağını elde etmişti. Abdurrahim de günündeydi. Yaşadığı maceradan sonra
onlara yeniden kavuşmanın sevinciyle şaklabanlık yapıp, bütün hünerini göstererek hepsini
güldürmeye devam ediyordu.

***

Bir sabah erken kalkıp, otelden çıktı. İzmir’e gidip bir takım işlerini halletmesi gerekiyordu.
Garajda sırası gelen ilk minibüse bindi. Arka koltuklardan birinde cam kenarına oturdu. İnen
binenleri görmek, merakını gidermek için hep cam kenarına otururdu. Önce iki çocuklu bir
kadın bindi minibüse. Arkasından yaşlı bir köylü. Onun ardında Fatma. Evet, Fatma’ydı bu
binen.. Üzerine ince bir manto giymişti. Başını da bir eşarpla örtmüştü. Yanında Fuat Beyin
karısı vardı. Zehra Hanımla gözgöze gelince selamlaştılar.

“İzmir’e alışverişe gidiyoruz. Malum bu küçük kasabalarda her aradığın bulunmuyor.”dedi,
Zehra Hanım.

Önündeki sıraya oturdular. Daha sonra binenlere dikkat bile etmedi. Biner binmez elektriğini
salmıştı sanki, Fatma, minibüsün içine. Nereden, hangi köyden, kasabadan geçtiklerinin
farkında bile değildi. Kaskatı kesilmiş, gözünün ucuyla, farkettirmeden Fatma’yı süzüyordu.

İzmir’de minibüs boşaldı. Zehra Hanımla Fatma da alışveriş etmek için Konak tarafına doğru
yürüyüp, sokak aralarında kayboldular.

İzmir’deki işlerini çabuk halletmişti. Öğle üzeri dönmek için garaja geldi. Aksilik, o saatte
kalkacak otobüs arıza yapmıştı. Şoförle, muavini elleri simsiyah yağ içinde motor kapağını
açmış tamir etmeye çalışıyorlardı. Daha sonra gidecek otobüs de akşam saatlerinde idi.
Akşama kadar nasıl vakit geçirecekti? Tam ayrılacaktı ki elindeki torbada Fuat Bey’in karısı
Zehra Hanım’ın sipariş verdiği tuhafiye malzemeleri ile Fatma göründü. Karşı karşıya
geldiklerinde sıcak bir gülümsemeyle selamlaştılar. Zehra Hanım yoktu yanında. Akrabalarını
ziyaret etmek için gitmiş, orada kalmıştı.

“Aksilik, otobüs arızalanmış. Akşama kadar da bir başka araba yokmuş,”dedi Salih Zeki.

Fatma :

“Hay allah! N’olucak şimdi? Geç kalacağım. Merak ederler.”

“N’apacaksınız? Mecburen bekleyeceğiz. Fuarın içinde bir çay bahçesi biliyorum. Ben oraya
gideceğim, isterseniz siz de gelin.”

“Yapacak bir şey yok. Öyle yapalım bari,” dedi Fatma.

Birlikte çay bahçesine gittiler; akşama kadar bir semaver dolusu çay içtiler. Genellikle
Abdurrahim’den konuştular. Sevimli maymun aralarındaki sıcak sohbetin konusu olmuştu.


***

O gece Panayırdan döndükten sonra, çarşının yukarısındaki meyhaneye uğradı. İbişle
iki tek attıktan sonra otele döndüler. Odasına çıktığında tuhaf bir hüzün farketti, kendisinde.
Kemanını kenara koymadan önce çıkardı. Eliyle okşadı. Bir sevgiliyi, bir dostu okşar gibi
okşadı. “Ve işte, benim gerçek dostum olarak bir tek sen kaldın.”diye mırıldandı.
Kemanın yayını aldı. Yavaşça tellerine götürdü. “Fyyyatma” diye bir ses çıkardı, kemanından.
Bir daha denedi. Bir daha... Bu küçük Ege kasabasında, hiç beklemediği bir anda rasladığı,
onun artık ümidini kestiği hayatla küçük de olsa bir bağ kurmasını sağlayan Fatma’nın adını
söyletiyordu en sadık dostu kemanına.

Bir iki defa daha denedi. Gerçekten de Fatma’nın adını çıkarıyordu ses olarak kemanından.
Çenesinin altına sıkıştırdığı kemanından çıkan ses yalnızca kulağına değil, sanki
damarlarından bütün vücuduna yayılıyor yüreğinin derinliklerine ulaşıyordu. Çoktandır nasır
tutmuş yaralı yüreğine...

Yan odada kalan otel müşterisinin duvarı yumrukladığını farketti. Cebinden çıkardığı köstekli
saatine baktı. Birbuçuk olmuştu. Her kimse haklıydı. Kemanını özenle konsolun üzerine
bıraktı. Soyunup yattı. “Bana bir şeyler mi oldu? Bu yaştan sonra böyle şeyler olur muymuş?!”
diye mırıldandı.


***

Bu küçük kasaba halkının yıl boyunca bekledikten sonra yaşamına giren en önemli olaydı
Çam Şenliği. Kahvelerdeki muhabbetlerin, komşu sohbetlerinin en önemli konusu çadır
tiyatrosu ve onun elemanları idi. Nasıl olmuşsa kasabalılar Salih Zeki’nin Fatma’ya olan
ilgisini farketmişler, dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Onları birlikte görmüşler miydi, yoksa
yakıştırıp bir dedikodu mu türetmişlerdi? Neyse önemli değildi. Küçük muhitlerde böyle
şeyler olurdu. Aldırmadı. Aslında gerçek sevgiye hasret olan bu insanların çoğu bu temiz
hislere sempati besliyorlardı. Ama bu herkes için geçerli değildi.

Kemanından “Fyyyatma” diye ses çıkartmak işini akşamları yaptıkları gösteriye de taşımıştı.
İşi iyice ileri götürüp sahnede sık sık kemanını “Fyyyatma” diye öttürüyordu. Bunu her
yaptığında seyirciler gülüşüyor, arkasından da alkışlıyorlardı. Bununla da kalmıyor,
“Fatma, Fatma” diye tempo tutuyorlardı.Patronun sevgilisi Gülşen, şarkı sözlerini iyice
unutuyor, sinirinden ter ter tepiniyordu. Gene de seyircilere belli etmemeye çalışıyordu.

***

Bir gün durup dururken Muharrem, “Sen de Fatma’ya tutuldun, değil mi?” diye sordu.

Şaşırmıştı:

“Nerden çıkardın?” dedi.

“Saklama ben anladım. Hem herkes öyle söylüyor.”

Cevap vermedi. Bu susuşta ne onaylar, ne de reddeder bir anlam vardı.

O günden sonra Muharrem, Fatma’yla haberleşmelerinde gönüllü ulak oldu. Birbirlerine
yazdıkları notları iletiyordu. Salih Zeki ile Fatma, her fırsatta bir şey bahane edip ayrı ayrı
İzmir’e gidip, orada buluşuyorlar, denize bakan çayhanelerde saatlerce oturup, konuşuyorlardı.

***

Yine kaçamak yapıp İzmir’e gittikleri bir gündü.

“Sen..,” dedi Fatma.

Pasaport’ta bir kahvehanenin önüne atılmış masalardan birinde, yüzlerini denize dönmüş,
yanyana oturuyorlardı. Uzun süre hiç konuşmamışlardı. Bakışları denize sabitllenmişti,
birbirlerine bakmıyorlardı, ama sıcaklıklarını hissediyorlardı..

“Sen, çok iyisin.”

“...”

“Bana çok iyi davrandın.”

Salih Zeki, yüzünde soran bir ifade ile döndü. Göz göze geldiler. Bakışlarından sevgi
okunuyordu.

“?!..”

Bunun neresi fevkalade diye sorar gibi baktı.

“Ne demek olduğunu anlayamazsın. Şimdiye kadar bana senin kadar iyi davranan kimse
olmadı.”

Garipsedi. Bu yeterli bir şey miydi?

***

Fatma, uygun bir anı yakalayıp, çok uzun zamandır içinde saklı tuttuğu, bir türlü açılıp
anlatamadığı bir konuyu dayanamayıp, utana sıkıla doktor Fuat Bey’in karısı Zehra hanıma
açmıştı. Anlatmasa bu böyle sürüp gidecekti.

Evin genç oğlu Nazmi, askerden dönmüş, henüz iş güç edinememişti. Bütün gün evde aylak
aylak oturuyor, canı sıkıldıkça kahveye gidip pinekliyordu. Evde olduğu zamanlarda, giderek
artan bir biçimde, bakışlarıyla taciz etmeye başlamıştı. Fatma, önceleri görmezlikten,
anlamazlıktan geldi. Bir süre sonra, evde yalnız kaldıkları zamanlarda sözüm ona sözlü
iltifatlara da başladı. Gene anlamazlıktan geldi. Tacizin biçimi ve dozu her geçen gün değişerek artıyordu. Bir keresinde oturma odasında ortalığın tozunu alırken Fuat Bey’in oğlu, odasından
uykulu gözlerle çıkmış, uzun süre ayakta bakışları ile tacizettikten sonra arkasından yanaşıp
beline sarılmıştı. Kurtulmaya çalışırken ikisi birlikte kanapeye devrilmişlerdi. Nazmi, daha da
sıkı sarılmış, bırakmıyordu. Altından kurtulmaya çalışıyor, beceremiyordu. Sıyrılan etekliğinin
üstünden oğlanın kasıklarının arasındaki sertliği farkettiğinde dehşete kapılmıştı. Son bir
çırpınışla kurtulmuş, ayağa kalktığında kan ter içinde kalmıştı. Kapının arkasında asılı
kıvrağını üstüne geçirdiği gibi alı al moru mor kendisini çarşıya atmış, akşam hanım komşudan
dönünceye kadar eve girmemişti. Evde yalnız kalmaya korkuyordu. Hanım evden çıkınca
o da kendisini alışveriş bahanesiyle sokağa atıyordu. Nazmi, işi daha da ileri götürüp, bir
gece herkesin uykuya daldığı bir saatte içkili bir halde eve gelip odasına dalıp,yatağına
girmeye yeltenmişti. Ancak bağırmak, herkesi uyandırmak tehdidiyle kurtulabilmişti.

Zehra Hanım, Fatma’yı sessizce dinledikten sonra “ Sen merak etme, yavrum,” demişti.
Kafasını sallayarak söylenmişti :

“Allahım ne günahımız vardı ki bu çocuk böyle serseri oldu?”

Aradan epey zaman geçmişti. Bir gün Fatma, çalışma odasında etrafı temizlerken masada
oturmuş bir şeyler okuyan doktor Fuat Bey, gözlüklerini indirip :

“Demek bizim hayta seni rahatsız etti?” dedi.

Belli ki Zehra Hanım, kocasına konuyu açmıştı.

Fatma saygılı bir ifade ile işini bırakıp, ellerini önüne kavuşturup, hiçbir şey söylemeden
kafasını yere eğdi. Fuat Bey, döner sandalyesini ondan yana çevirip, kaykıldı.

“Bak kerataya hiç ummazdım.”

Gözleri ile tepeden tırnağa Fatma’yı süzdü. Ayağını uzatarak ayak baş parmağına taktığı
etekliğinin ucunu yukarı, baldırlarına kadar sıyırdı.

“Hımmm. Ağzının tadını biliyormuş.” Dedi.

Başka bir şey söylemeden masaya dönüp önündekini okumaya devam etti.

Fatma, şaşırmıştı. Ayakta hiç kıpırdamadan bir süre dikildi kaldı. Destek beklerken, ne umup
ne bulmuştu? Babası da oğlundan farklı değildi. Bu evde nasıl yaşamaya devam
edebilecekti ki?

***

Olanlar Fatma’yı çok etkilemişti. Kimselere açamadığı bu sıkıntısını Salih Zeki’ye anlatmıştı.

“Benim kimsem yok,” dedi Fatma. “Ağabeyimi saymazsak öyle sayılır. Onun da kendine bile
hayrı yok.”

“...”

“Ben de sizin kumpanya ile gelebilir miyim? Kimseye yük olmam; çamaşırlarınızı yıkarım,
yemeklerinizi yaparım, hayvanlara bakarım. Hele Abdurrahim’i çok iyi beslerim.”

Birlikte güldüler.

“Iııh.” Dedi, Salih Zeki. “Zor bir hayat bizimkisi, yapamazsın.”

Fatma, alınmış gibi yüzünü astı. Salih Zeki, gönlünü almak için ;

“Aslında senden daha iyi yardımcı olmaz, ama ben seni düşündüğüm için böyle söylüyorum.”

***


Bir akşamüstü çarşıda arkasından bir delikanlı seslendi.

“Abi, bakar mısın?”

Baktı. Esmer, kavruk bir delikanlıydı. Tanıdığı birisi değildi. Kendisinde seslendiğinden emin
olamadı, etrafına bakındı, başka biri yoktu ; ona seslenmişti. Durup, döndü.

“Abi, bi dakka konuşabilir miyiz?”

“Buyur evladım.”

Fatma’nın ağabeyi idi. Dikkat edince içkili olduğu, dili dolaştığından, gözleri kaydığından
anlaşılabiliyordu. Genç adamın arkasında iki arkadaşı daha vardı. Onlar da sarhoştu.

Fatma’nın ağabeyi :

“Efendi adamsınız, amca,” dedi, “Size yakışıyor mu?”

Evet, efendi bir adamdı; doğru...Ama yakışmayan neydi?

İyice sarhoştu anlaşılan; sözcükleri toparlayıp, derdini tam anlatamıyordu. Sonuç olarak
Salih Zeki’nin Fatma ile olan ilişkisini onaylamıyordu. İkazla başlayıp, tehditle biten, “abi,
amca” ile başlayıp “ulan moruk”la biten bir sürü şey konuştu. Ayakta uzun uzun dinledi. Cevap
vermedi. Karşısında meramını anlayabilecek birisi yoktu. Daha fazla bu sarhoş muhabbetine
katlanamazdı. Arkasını döndü, yürüdü.

***

Rahatsız eden sadece Fatma’nın ağabeyi değildi. Öğleden sonra oteldeki odasında uzanmış
yatarken tiyatronun meydancılarından biri nefes nefese geldi. Tiyatronun patronu Kazım Bey
çadırında bekliyormuş. Giyindi panayırın yolunu tuttu. Çamlığa ulaşıp patronun çadırına doğru
seyirtti. Rıza Bey çadırın önündeki sundurmada masa kurdurmuş, şişman bir adamla karşılıklı
içiyorlardı.

“Hayırdır patron, erken değil mi ?”

Patronla içki içen şişman adam “ Bu işin zamanı olmaz, üstad. Ne zaman canın çekerse o
zaman içeceksin.”, diye lafa karıştı.

Rıza Bey bir sandalyeyi gösterdi.

“Sen de otursana Salih Zeki.”

Sandalyeyi altına çekip, kendisine rakı koydu. Tabağına beyaz peynir, domates, salatalık
çekti. Rakıdan bir yudum aldı. Bu sıcak yaz gününde, buzsuz bile olsa bir hoş gelmişti, rakı.

“Haklıymışssınız. Bu işin zamanı olmazmış.”

“Ben dedim, sana üstad. Ne zaman canın çekerse o zaman içeceksin, bu mereti. Kural
koymayacaksın.”

Şişman adama dikkatli bakılınca ilk kadehini içmediği belli oluyordu. Dili ufaktan dolaşmaya
başlamıştı, bile.

Adamı tanımıyordu, adını da bilmiyordu. Ama günlerdir bu kasabadaydılar. Çarşıda, pazarda
gördüğü kasabalılarla, akşam tiyatroya gelenlerle artık aşina olmuştu. Bu şişman adam
kasabanın ileri gelenlerinden biri olmalıydı, yanılmıyorsa hemen her akşam tiyatroya gelip,
protokola ayrılan ön sıralarda oturanlardandı.

Patron :

“Salih, bu bey, emniyet amiri, nezaket ziyaretine gelmiş, seninle de tanışmak istedi.”

“Üstad hayranlarınızdanım. Sanatınızı çok takdir ediyorum.Vallahi zevkle izliyorum.”

“Sağolun, teveccühünüz.”

“Yo yooo, vallahi iltifat etmiyorum. Çok iyisiniz.” Bir an durdu. Rakısından bir yudum aldı.
Sonra kıkırdıyarak,”Hele kemanı Fatma diye öttürmeniz bir harika. Nasıl yapıyorsunuz, yani
üstad. Bravo.”

Salih Zeki hiç sesini çıkarmadı.

“Sizin bu Fatma işi bütün kasabanın dilinde. Millet başka bir şey konuşmuyor. Güya bu kız
bizim doktor Fuat Bey’in yanaşması olan Fatma’ymış, öyle mi, üstad ?”

Salih yine cevap vermedi.

“İyi avrat, ama değil mi ?”

Daha lafını bitirmeden kahkahayı koyuverdi. Gülerken elindeki rakı kadehinin yarısını üstüne
döktü. Rıza Bey de sanki eşlik etmek zorunluluğundaymış gibi zoraki bir kahkaha koyuverdi.

“Bravo üstad, belli ki ustalığınız bir tek kemanda değil. Güzel, körpe bir yavruyu gözünüze
kestirmişsiniz. Bu yaşta bu enerji, bu gözü peklik takdire şayan yani, bravo.”

Sıcak yaz günü, öğle ortasında içtiği rakının tesiriyle iyice kafayı bulmuştu.
Konuşurken dili dolanıyordu.

“Bizim de içimiz çekiyor, ama mümkün değil. Bu küçük kasabada herkesin gözünün
önündeyiz. Yaprak kımıldasa herkesin haberi oluyor. Resmi erkandan olmamız, karı, çoluk
çocuk her şey elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir kaçamak yapamıyoruz. Lanet olsun. Yoksa...”

Emniyet amiri bu sefer de masadaki elinin tersiyle devirdi. Bardaktaki rakının geri kalanı da
masa örtüsünün üstüne döküldü. Rıza Bey, yerinden fırlayıp bardağı yere düşmeden tuttu.

“Canınız sağolsun. Ben şimdi tazelerim rakınızı.”

Kadehe koyduğu rakının üstüne su ilave ederken sordu :

“Su yeterli mi ?”

“Tamamdır, sağolasın.”

Emniyet amiri, yenilenen rakı bardağından bir yudum aldı.

“Hepsi iyi de üstadım, biliyorsun biz de burada görev yapıyoruz. Bu mevzu ayyuka çıktı.
Herkesin dilinde. Bize çok şikayet geldi. Kasabanın bütün ileri gelenlerinden
inanamayacağınız baskılar geliyor.

***

Havalar hep iyi olacak değildi ya, o akşam yağmur daha program başlamadan iki saat önce,
bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı. Gösterinin yapıldığı çadır iyice ıslanmış,
ağırlaşmıştı. Yükü çeken direkler bu ağırlığa direnirken gacur gucur sesler çıkarıyordu.
Eskimiş çadır bezinin eriyen, delinen yerlerinden yağmur damlaları sızıyordu. Çok fazla
bilet de satılmamıştı. Zorunlu olarak gösteri iptal edildi.

Dönüşte otele gitmek istemedi Salih Zeki’nin canı. Çarşıdaki meyhaneye gitti; tek başına içti.
Geç olmuştu. Kimse kalmamıştı içeride. Masaları toplayan garsonlar güç bela kaldırdılar.
Kendinde değildi. Yağmurdan ıslanmamak için saçak altlarından, duvarlara tutuna tutuna
çarşıdan aşağı indi. Nefeslenmek için sırtını bir vitrine dayadı. Eski sevgili bankasının
kasabadaki şubesinin vitriniydi burası. Güldü. Yüzünde gülmekle, ağlamak arasında bir ifade
vardı. Geçmişi geldi aklına. Harcanmış, çarçur edilmiş kıymetli hayatı. Yüzündeki gülme ifadesi
yerini ağlamaya bıraktı. Yüzünü vitrine döndü, kafasını cama dayadı, hıçkırmaya başladı. Uzun
süre öyle kaldı. Yerden aldığı bir taşı cama vurarak kırdı. Kırılan camın kırıkları elini de
kanatmıştı. Ama aldırmıyordu.

Arkasından birinin omuzuna dokunduğunu farketti. Tiyatronun İbişiydi bu. Herkesi güldüren
şaklaban İbiş... Ne büyük haksızlıktı. Herkesi güldüren, ancak kötü kaderini paylaşan sevgili
dostunu herkes İbiş diye çağırıyordu. Halbuki sevgili dostu Yılmaz’dı o.

Yılmaz, kolundan çekiştirerek, ”Gel,” dedi, iyi değilsin otele dönelim.”

Odasına kadar çıkmasına yardım etti.

“Uyu kendine gelirsin.”

Sırtüstü yattı yatağında. Tavandaki lekeler yine bir şeyler anlatıyordu.

Kafasını kaldırarak doğruldu. Komodinin üzerindeki kemanına uzandı. Nemli, temiz bir bezle
özenerek sildi. Üstüne titrediği Stradivarius’unu sapından tutup, dizine dikine koyup, arkaya
kaykılıp, gözleri ile geriden bakarak tepeden tırnağa süzdü. Dolgun göğsü, ince beli ve iri
kalçası ile zarif, endamlı bir kadın vücudu gibiydi. Sonra sol omuzuna yerleştirip, çenesinin
altına sıkıştırdı, başını sola doğru eğerek kulağını gövdesine iyice yaklaştırdı. Kemanın yayını
topuğundan tutarak tellere yaklaştırdı. Çalmaya başladı. Bach’ın, Mozart’ın esin kaynağı keman,
ona aşk ilham ediyordu. Gövdesinin iki yanındaki f harfi (Fatma’nın f’si) şeklindeki ses
deliklerinden içeri süzülüp, yankı bulup yeniden dışarı çıkan müzik sesi bütün benliğini sardı.

Kendinden geçmiş bir halde, yayı çenesinin altına sıkıştırdığı kemanının tellerinin üstünde
gezdirerek en güzel “Fyyyyatma” sesini çıkarıyordu; oda komşularının homurtularına, kapıya
duvara vurmalarına aldırmadan. Çıkan ses, çenesinin altından, yayı tutan elinin bilek
damarlarından kanına işleyerek yaşlı yüreğinin ta derinliklerine ulaşıyordu.

Yorulmuştu. Soyunma odasındaki aynanın karşısında koltuğa kendisini attı. Aynada yüzünü
görünce şaşkınlaştı. Daha da mı yaşlanmıştı, ne ?

“ Ben de seni kadınlarla ilgilenmez sanırdım. Meğer sen ne kart zamparaymışsın.”

Patronun sevgilisi Gülşen üzerinde siyah kombinezonla kapıya yaslanmış onu süzüyordu.
İri göğüsleri fırlayacakmış gibi kombinezonunun dekoltesini zorluyordu. Bir elinde yine içki
bardağı vardı. Sarhoştu.

“ Şaka yapma. İyi değilim.”

“ Sana olan duygularıma hiçbir zaman cevap vermedin. Bula bula bir yanaşmayı mı buldun
gönül verecek ?”

“Şakalaşacak durumda değilim.”

“Pis zampara. Sübyancı!”

Ağzındaki içkiyi yüzüne püskürttü; dengesini kaybedip, Salih’in oturduğu koltuğa doğru
sendeleyerek üzerine yığıldı . Kombinezonunun etekleri sıyrılmıştı. İri kalçalarını
Salih’in kucağına yayarak, kollarını boynuna doladı; dudaklarını dudaklarına dayadı.

“ Sana olan zaafımı biliyorsun, hadi öp beni.”

Kapı tıkladı. Kumpanyanın işçilerinden biri kapıyı açıp girdi. Gülşen, toparlandı.

“Ne var ulan, o... çocuğu, sen kapı diye bir şey bilmiyor musun, ne diye elalemin odasına
paldır küldür dalıyorsun!?” diye bağırdı Gülşen.

“Abla, Rıza Abi seni göremeyince merak etmiş, bir bak dedi.” Ağzını kapatmış gülüyordu;
Salih Zeki ile göz göze gelince göz kırptı. Patron Rıza Bey, Gülşen’in nerede olabileceğini
tahmin etmiş, kendi gelmemiş adamı yollamıştı.


***

Muharrem kötü haberi tez ulaştırdı. Ağabeyi, Fatma’yı yanaşma olarak verdikleri doktor Fuat
Beylerin evinden alıp köye geri götürmüştü. Muharrem, Fatma’nın hatıra olsun gönderdiği bir
yemeniyi getirmişti. Salih Zeki büyük bir hüzünle avucunda sımsıkı tuttuğu yemeniyi ceket
cebine koydu.

O günden sonra Fatma’yı hiç göremedi; üzüntüden yemek içmekten kesildi. Fatma ne
Alemdeydi? Merak içindeydi. Elinden gelen bir şey yoktu. Fatma, imbat rüzgarı gibi tatlı
bir esinti halinde ömrünün geç zamanında hayatına girmiş ve çıkmıştı.

***

Çam Şenliği sona ermişti. O sene oldukça eğlenceli geçmişti; kasabalılar hallerinden
memnundu. Doyamamışlardı kayık salıncaklara, atlı karıncaya, Akrobat Niyazi’nin, Mandrake
Kazım’ın numaralarına, Abdurrahim’in şaklabanlıklarına, İbiş’in komikliklerine, dansöz
Semiha’nın güzelliğine, Salih Zeki’nin kemanı ile çaldığı müziğe, fırsat buldukça kemanını
“Fyyyatma” diye öttürmesine ve hatta Gülşen’in şarkılarına... Onun “Makber” şarkısını
okumasını bile özleyeceklerdi.

Kumpanya toplanıp, eşyalarını yine kamyonlara yükleyip hünerlerini sergileyecekleri başka bir
Anadolu kasabasına doğru yola çıktı. Bu defa Salih Zeki onlarla gitmedi; İstanbul’a geri döndü. Kumpanyaya dahil olarak başladığı bu yeni hayatı da onu yaşam coşkusuna geri döndürecek
bir çare olmamıştı.


M. HAKKI YAZICI

Perşembe, Nisan 07, 2005

HEGEL

Almanya’da küçük bir kasaba, binyediyüzlü yılların sonu. Avrupa karmakarışıktır. Sınırın ötesindeki Fransa en berbatıdır. Paris’den çıkan yeni düşünceler, sınır komşusunda zaten kafaları karışık olan düşünce adamlarının kafalarının daha fazla karışmasına sebep olmuştur.

Stuttgart’ın küçük bir köyünde bir düşünce adamı yetişmektedir. Baba Georg Ludwig HEGEL, günün geçerli mesleği ayakkabıcılık ile iştigal etmektedir. Ayakkabı yapımının yanı sıra boş vakitlerinde “salarım çayıra mevlam kayıra” diyerek çocuk üretimine devam etmektedir. Yedi kardeşin en büyüğü Georg Wilhelm Friedrich’in o kadar çocuk gürültüsü içinde kafayı yediği ve sonucunda deli saçması fikirler ürettiği daha sonraları rakipleri tarafından bolca dile getirilecektir. Hegel çareyi “okuycam” diyip kaçmakta bulur.

Para olmayınca okuması da güç olmuştur. Çareyi, parasız yatılı “İncil Kursuna” yazılmakta ve din okumakta bulur. Eline ne geçerse okuması ve söylediklerini kimsenin anlamaması üzerine çevresindekiler, bir bildiği vardır herhalde biz anlamıyoruz demişler, anlar görünmüşlerdir. Hegel’in meşum kaderi burada başlamıştır, daha sonraki yıllarda filozofum diye ortada salındığı halde Hegel’i ben nasıl anlayamıyorum diye intihar edeni bile tarih yazacaktır.

Din okumakla aradığını bulamayan Hegel, bir Cumartesi günü “babamı görücem” diye kurstan izin alır, o izin alış. Küçük bir köye yerleşir ve başlar kukumav kuşları gibi düşünmeye. “Ağır ol da Molla desinler” hesabı, Hegel’in sürekli düşünmesi arada bir konuşmasına rağmen anlayan olmaması köylü kızlar arasında acayip bir karizma yapmasına sebep olur. Köyün en güzel ama delifişek kızlarından Helga, Hegel’e vurulur, bir an için olsa bile onu düşüncelerinden ayırmayı başararak ayartır ve hamile kalır. Hegel’de kendisini geçindirmeye para yoktur. Çaresiz, kaldığı penceresiz tek göz gecekondu evine Helga’yı da alır. Gel zaman git zaman bir oğulları olur. Düşünceler ile iyice kafayı bozan Hegel sevgilisinin;

- Oğlumuzun adı ne olsun?

Sorusuna

- Ne konuşup duruyorsun be beynimi ...tin .

Demesi üzerine, çocuğun adı Tin olur.

Doğumun üzerinden henüz bir yıl geçmeden, köye peşindeki kitap yüklü katırını çeke çeke bir adam gelir. Köy kahvesinde demli çayını içerek soluklanırken adının Kant olduğunu söyleyen adamın çevresi köylüler tarafından sarılır. Kant’ın konuşmalarından da hiç bir şey anlamayan köylüler, onu Hegel’e götürürler. Köylüleri ve Kant’ı evin az ötesindeki söğütün gölgesinde kitap okumakta olan Hegel karşılar. Kitap yüklü katırı Kant zanneden Hegel, onu içeri buyur eder. Köylülerin araya girmesi ile gerçek anlaşılır, katır apar topar zaten küçük olan tek göz evden çıkarılır, duruma tepki olarak katır, evin ortasına pislemeyi başarır. O hengamede Hegel katırın üzerindeki kitapları indirip köşeye yığar.

Köylüler de çaresiz içeri buyur edilmiştir. Helga’nın demlediği çay ikramı esnasında Hegel, bir elinde çay öbür elinde Aristo’nun Devlet’i bir yandan da ayıp olmasın misali Kant ile sohbet etmektedir. Delifişek Helga, evin loşluğunda köylüler ve Hegel ile sohbet etmekte olan Kant’ı çaktırmadan süzmektedir. Düşünceleri oturmuş olan Kant kendisine olan ilginin daha ilk anda farkına varmıştır.

Tin de mutludur, sürekli konuşan ve kendisini engelleyen annesi misafirlerle ilgilenmektedir ve odanın ortasındaki taze katır pisliği oyun için onu çağırmaktadır. Çamur olarak algıladığı o yığınla oynamaya başlar.

Kısa zamanda Kant ile sohbetten sıkılan köylüler teker teker izin isterler ve kahvelerinde onları bekleyen okey masalarına geri dönerler.

Helga ocakta kaynamakta olan su ile bulaşıkları yıkarken bir gözü de Kant’dadır. Helga, Hegel’i çok sevmiş ama onun varsa yoksa düşünmesinden, genç bir kadını ihmal etmesinden dolayı ondan soğumuştur. Şimdi karşısına çıkan bir diğer filozof, içindeki ateşi alevlendirmiştir. Oğlunun bok içinde olmasına bile aldırmamaktadır.

Hegel, Kant’ın kitaplarına dalmış, hangi birini okuyacağını şaşırmış, bir ona bir buna göz atmaktadır. Kant’ın her an gidebileceğini bildiğinden de hiç huyu olmadığı halde kitapların birkaçını aşırmanın çarelerini düşünmektedir. Ne Helga’nın aşüfteliğinin ne de boka bulanmış Tin’in farkındadır.

Kant; gezgin kitap satıcısıdır. Köy kasaba demeden katırına yüklediği kitapları satmaktadır. Ama satmadan önce bütün kitapları okumaktadır. Böylece çok pahalı olan birçok kitabı okumuş ve kendisine bir düşünür görünümü vermiştir. Neler yoktur ki okuduğu kitaplar arasında; Simya, büyü, eski masal kitapları. Platon’un bilinen ve bilinmeyen tüm diyalogları, büyük düşünürlerden Aristo ve Zihoristo’nun karşılıklı atışmalarının yazılı olduğu diyaloglar. Tevrat’ın 3000 yıllık orjinallerinden biri, eski ahitten çıkarılan mezmurlardan bazıları, ilk İncil kopyaları, hatta şeytani kitap sayılan 323 İznik konsülü öncesi İncil’lerden birkaçı, unutulan kadim din kitapları, daha neler neler.

Kant tüm bilgisine rağmen dünyevi zevklerinden de hiç vazgeçmiş değildir. Eve girer girmez benzer durumlara alışık olduğundan durumu kavramış, Helga’nın ihmal edildiğini anlamıştı. Durumdan yararlanmak için plan yapmaya başlar. Ortada boka bulanmış Tin canını sıkar.

Akşam olmak üzeredir, Evin içinde yeterli aydınlık olmadığından Hegel, eline birkaç kitap alıp dışarıya söğüt gölgesine gider. Trans halinde kitapları okumaya devam eder. Ne Helga, ne Kant ne de alnında şiddetle kaşınan iki bölge umurunda değildir. Hiç okumadığı bir sürü kitap ile o çok mutludur. Aklına bir şey gelir tekrar içeri girer, evin ortasında boka bulanmış Tin’in boyunun kısa kalabileceğine aldırmadan üzerinden atlar, kitap yığınından birkaç kitap daha alıp, gölgeliğe geri döner. Evin en karanlık köşesindeki yatakta bok içinde olmaktan mutlu Tin’in çığlıklarına aldırmadan, Hegel’in boynuzlarının uzaması için var güçleri ile çalışan Kant ve Helga’nın farkına bile varmamıştır.

Ancak Helga ve Kant, Hegel’in farkına varmışlardır. Küçük yerde rahatlıkla postu deldirebileceklerinin de farkındadırlar. Oracıkta karar verirler ve o gece kaçmak üzere anlaşırlar. Tin oyun alanının sınırlarını oynamakta olduğu bokla çizmiştir. Yukarıdan bakıldığında oyun alanı bir dairedir.

Akşam yemeği sonrası ocaktaki ateşin aydınlığında kitap okumaya çalışan Hegel, el ele tutuşarak kaçan yeni sevgililerin farkına bile varmamıştır. Helga, giderken evin ortasında boka bulanmış uyuyakalan oğluna son bir bakış atar, gözlerinden iki damla yaş süzülür.

Kant; yaptığı alışverişten karlı çıkıp çıkmadığı sorgulayıp, katırını kurtardığına şükretmektedir. Biran evvel canını ve sevgilisini tehlikeli sulardan çıkarma telaşı ile zaten okumuş olduğu kitaplarını, değerini bilecek birine bıraktığı için üzülmemeyi tercih eder. Tin bok içindedir, aklından son bu düşünce geçer.

Kokulara ve Tin’in ağlamaları üzerine köylüler 2 gün sonra eve girerler. Evdeki manzara şudur. Hegel, kitapları rasgele karıştırmaktan vazgeçmiş, önce kronolojik sıralama ve okuma listesi yapmıştır. Hâla Kant’ın kitapları alabileceğini sandığından hiç uyumadan okumaktadır.

Tin, sorumluluk dairesinin içinde avaz avaz ağlamaktadır. Köylüler az daha yetişmese Tin açlık ve susuzluktan ölecektir. Kitap okumakta olan Hegel’i kendi haline bırakıp Tin’i Hegel’e hâla yanık olan Köyün Feodal Bey’inin kızına götürürler. Tin kurumuş bok içindedir.

Monica; Bey’in karşılıksız aşk acısına gark olmuş biricik kızıdır. Hegel’i o aşüfte Helga’ya kaybettiğinden beri ince derde düşmüş gibi bir deri bir kemik kalmıştır. Bir anda ellerinde kurumuş bok içindeki Tin ile köylüleri görünce şaşırır, durum anlatılınca eline geçen bu fırsatı kaçırmamak babası ile konuşmaya gider.

Düğün’de nikahı kıyan Papazın elinde İncil, Hegel’İn elinde eski bir Mezmur, Monica’nın elinde Tin olduğu rivayet edilir. Tin temizlenmiştir.
Hegel’in bu evlilikten peş peşe iki oğlu daha olur. Eşi hamile iken Hegel Kant’dan kalan tüm kitapları defalarca okumuştur ve artık Us’u açılmıştır. Bunun için ilk çocuğa Us ismini verir. Eşi ikinci çocuğa hamile iken de uzun doğa yürüyüşlerine çıkarak doğa’da olan bitenle kafayı bozar. Çocuğun adı Doğa olur.

3 erkek çocuğu büyütmekle yükümlü Monica; çocukların kavgalarında bıkar ve çocukların oyun odalarına 3 daire çizer. Her çocuk ne yapacak ise kendi dairesi içinde yapacaktır. Ancak bazı imtiyaz ve istisnalar vardır. Us ve Doğa hem küçük hem de Monica’nın çocuğu olduğundan Tin’in alanına girip istedikleri gibi oynama hakkına sahiptirler. Tin ise kendi alanında oynayacaktır.

Tin; büyümekte olan kardeşlerini idare etmek zorunda olduğundan kendi dairesini üçe böler, birine ancak kendisi sığdığından kardeşleri oraya girememektedir. Kardeşleri, vakitlerini bolca Tin alanında geçirmekte, kendi dairelerinde yapmadıkları pislikleri Tin’e ait büyük dairenin içindeki küçük dairelerinde yapmaktadırlar. Tüm bunlar Tin’in aklının iyice karışmasına sebep olmaktadır.

Hegel; çocuklarının iyi yetişmesini istemekle birlikte, onların özgün gelişmelerine engel olmamak için fikir düzleminde onları etkilememeye özen göstermektedir. Özellikle ortanca oğlan Us’dan çok beklentisi vardır. Onun okuduklarından etkilenmemesi için okuma yazma bile öğretmemiştir. Özgün düşünebilmesi için sadece usuna güvenmesini, usunun ona doğru yolu göstereceğini sürekli öğütlemektedir. Küçük oğlu Doğa’yı ise çıktığı uzun yolculuklarda yanına alıp doğa bilinci aşılar.

Aradan yıllar geçer, Hegel ve Monica yaşlanmışlar, çocuklar evden uzaklaşmış, artık düşüncelerinin anlaşılabileceği Nürberg Üniverstesinden gelen ısrarlı davetleri kırmayarak Rektör olmuştur.

Us; usuna güvenmiş, toprak ağası dedesinin yerini alıp yan gelip yaşamıştır. Us’u sayesinde dünyevi kaygıların üstesinden gelebilmiş, aile içinde en rahat hayata sahip olmuş, diğer kardeşlerine dedesinin mirasından zırnık koklatmamıştır.

Doğa; babası sayesinde tabiat ile iç içe yaşamanın mutluluğunu tatmış, Ağır Sanayi Hamlesine başlayan Almanya’da ilk çevreci hareketleri başlatarak Greenpeace örgütünün temellerini atmıştır.
Tin; Sonunda kafayı yemiş, Almanya’da bir akıl hastanesinde yaşamını sürdürmüş, fikirleri ile da

REFİK KOCABAŞ