Cuma, Ağustos 24, 2007

Bir Ziyaret
Dilek Dalaklı

Bu şehre gelmeyi sen mi seçtin?
Veyahut da kalmanı kim istiyor?
Peki bundan önce gelmene kim izin vermemişti?
Seni tutan öteki şehirler?
Hiç sanmıyorum. Onlar bu konuda çok da söz sahibi değillerdi sanki.
Şöyle söyleyebilirim: Bu şehirde kimin kalıp kimin gideceğine şehrin kendisi karar verir. Gönlü olursa kalabilirsin, gönlü olmazsa kalamazsın. Gitmeyi kafasına koyana "Dur, gitme!" diyecek cesareti olan, hatta başına açtığı ufak tefek belalarla bazen
bir uçağı bazen bir otobüsü kaçırtan odur. Bunu da biri diğerinin aynı olan günlerin güvenle tekrarlandığı, belli bir yaşa seni hapseden kompleksli başka şehirler gibi yapmaz.
Her gün, bir gün daha başka bir yaşta olduğunu sana küçük çelmeler takarak ya da ödüller vererek hissettirmeyi bilir.
Daha birçok şeyin yanısıra çekiciliği işte bundandır.
Bazen ama izin verebilir belki gitmene.
Kaçmaktan vazgeçtiğinde, ona geri döneceğini bildiğinde,
hiçbir yeri ondan daha çok sevemeyeceğini öğrendiğinde...
Başka yerlerde biriktirdiğin kendini getirebilirsin bu şehre.
Bugünün görünümü altındaki katmanlarından sızan ve bunu aşan bilgeliğiyle sormaz sana eskiden kimleydin, hangi şehirde. Omuzlarındaki yükü farkeder sen birşey demesen bile.
Bu şehre kim bilir kimler sırtında (karnında / cüzdanında / çorabında / otobüsün bagajına sızıntı yapan bidonda) ne taşımıştır da utanırsın belki kendi hafifliğinden.

Yeni yılın ilk gününde... dedim de. Yılbaşının bayramla birleşmesi savaşlara inat gizli bir ilahi şaka mıydı? Bu iyimser kardeşlik duygusundan pay çıkaranlar sadece doğulular mıydı?
Batılıların da böyle işaretleri izlediği oluyor muydu?
Yoksa bu işaretleri ne batılılar ne doğulular, ama sadece biz
1. köprüye yakın oturanlar mı farkediyorduk? Bilemiyorum.
Bunlar başka bir hikayenin konusu olabilir tabi de işte öteki hikayeye kadar kim öle kim kala diyeyim ve lafı fazla da uzatmayayım! Yeni yılın ilk gününde, artık yılbaşını yalnız geçirdiğime mi yoksa bayramda kimseyi ziyarete gitmediğime mi bilinmez, liseden bir arkadaşımın "niçin aramadın, gelseydin ya" sitemleriyle başlayıp "hadi Beyoğlu'nu gezelim, hadi kültür turu; kilise cami, bak gezi rehberi de var.." diye devam eden çağrılarına dayanamayıp karşıya geçtim. Karşıya geçişimi de ayrı bir maceraya dönüştürmek mümkünse de baklayı bir an önce ağzımdan çıkarmak ve şu hikayeyi anlatmak istiyorum aslında.
Bu arada sitemkâr arkadaşım gibi düşünceli okurları endişelendirmemek için bir not düşmekte yarar var. Canım yılbaşı eğlencesi çekmedi. İçki filan da içmek gelmedi içimden. İnsanlarla birarada olup da şakalaşmaları uzaktan izleme fikrine ise -kendim bile yapsam o şakaları- çok katlanasım gelmedi sadece. Bayramda da ailemi telefonla aramıştım zaten (Allah tekrarına kavuştursun!), mesafeli hallerime de çok alışık olduklarına göre anlam aramayı gerektirecek bir durum yok. Yabancı filmlerdeki gibi şükran gününde noelde yalnızlığın aklı başa getirmesi, sonra iyiliksever geniş ailede sofraya Yalnız için bir tabak daha eklenmesi şeklinde bir şeyler canlanıyorsa da kafalarda, lüzumsuz gerçekten. Zaten bu hikâye bununla ilgili bile değil. Bunları söylerken arkada asıl hikâyeyi toparlamaya uğraşıyordum sadece.

Eğlenmek için buralara geldiğimiz zamanlardan farklı olarak, daha bir keşfetmeye meraklı ruh haline geçiverdik. Cami kilise gezmek de değişikti de, İKSV'nin iki dükkan arasına girmiş o kocaman yeşil kapısı mesela tuhafımıza gitti, yani bir adım öncesinde kapının farkına varmamışken, bir adım sonra görüveriyorduk, sanki bir adım öncesine gitsek tekrar kaybedecekmişiz gibi. Yukarı aşağı oynatıldığında üstünde şekil değiştiren resimlerden bulunan kalemtraşlarla oynamak kadar keyifliydi bu keşif. Elimizdeki rehberde adı geçen, Galatasaray Lisesinin biraz ilerisindeki bir pasajı bulduk. Karanlık ve daracık bir girişten o ferahlatan avluya nasıl çıkıldıysa artık, vitrininde 1930'lu yılların şapka modelleri bulunan dükkânın biraz ilerisindeki banka reklâmlı tek tahtası eksilmiş banka dikkatlice oturduk. İki erkeğin -nadiren de olsa katlanıp bir diğerine- bir araya geldiğinde konuyu kendilerinden ve aşk hayatlarından uzak tutan konularda konuşmaları ne kadar doğalsa, iki kadın biraraya geldiğinde de o gün, kırık aşk acısı o kadar doğal açıldı ucundan, arkadaşım anlattı. Dinledim ben de. Ta ki önümüzden bize bakıp geçen iki kadın birşey unutmuş gibi geri dönüp arkadaşıma yaklaşıncaya kadar. Kadınlardan biri tanıyordu Elif'i. Selamlaşma konuşması beklediğimden fazla sürdü. Kendini Dilara diye tanıtan kadından, az önceki kırık aşk hikayesindeki sevgilinin haberlerini merakla dinledim, tesadüflere işaretlere takılmamak için kendimi zorlayarak. Bu detaylı bilgiler yüzünden bir sonraki gün Paşa Zade Camii'nin arkasındaki "çatı"ya sürüklenmemiz kaçınılmazdı. Dilara, aynı mahallede büyüdükleri Mehmet'in çocukluğunu biliyor ve onun için çok endişeleniyordu. Gerçi kendisi de görmemişti Mehmet'i ama eşinin Mısır Çarşısı'nın önünde Mehmet'i görüp o mu değil mi diye takip etmesiyle bulmuşlardı yaşadığı yeri. Dilara'nın Elif'le konuşması esnasında "çatı" öyle bir fenomen haline geldi ki bir gece klubü müydü kimseyi kolay kolay içeri almayan, yoksa Abidin denilen bir adamın apartman dairesi mi iyi ağırlanan dostlarının övgüyle isim taktığı, veyahut da keşlerin takıldığı virane bir afyon tekkesi miydi pek anlayamadım. Ama son seçeneği de Elif'e konduramadım. Yani daha önce bizi Asmalı Mescitteki hoş bir cafeye, sonrasında da herkesin çok güzel göründüğü, bir başka arkadaşımızın şirketteki Genel Müdür Yardımcısı'yla karşılaştığı o klube Elif götürmüştü. Yine insanların güzel giyinip güzel koktukları hoş mekânların varlığından kendisi sayesinde haberdar olmuştuk ve minnetimizi de "yine gidelim" diye dile getirmiştik ne de olsa. Arkadaşımın televizyon ünlülerinin yaşadığı bir semtte oturmasını ise biz taşradan gelenlerin kendilerini bu şehrin merkezine yerleştirme isteklerine bağlıyorum övünç veya utanç meselesi yapmadan kısaca. Ve yine hakkındaki tarifi kuvvetlendirmek için
Mehmet'in de kendi işinin patronu olduğunu belirteyim,
yine yorum yapmadan da bu hikâye kendini anlatsın artık.

Mehmet'le Elif en son bıraktığımda evlilik hazırlıkları yapan,
sosyal hayatları renkli, bu buluşmamızda gözyaşları arasında
Elif'in söylediğine göre doğacak çocuklarının isimlerine varıncaya kadar her şeyin netleştiği, ömürlerinin sonuna kadar hayatı birlikte geçirmek üzere plan yapmış bir çiftti.
Planlar yapmak, hayal kurmak hadi bir derece de bunları yüksek sesle de konuşup kesinleştirdiklerine göre ilişkinin nasıl bir sağlam zemin üzerinde bulunduğu konusunda kaygı duymaya gerek yoktu. Tek sorun Mehmet'in bir türlü rayına oturmayan işleri ve zorlandığı ödemelerdi. Ama olsun! Mehmet Elif'i seviyordu, adam çalışkandı, yurt dışı bağlantıları, çok zengin çok ünlü müşterileri vardı,
en önemlisi Elif'in deyimiyle "adam gibi adamdı".
Bu laftan onun delikanlı ve maço mu, dürüst ve mert mi yoksa biraz daha ileri gidip yatılacak kadın evlenilecek kadın ayırımı yapmayan adamlardan mı olduğunu anlamadıysam da Elif birşey anlıyordu belli ki.
Nasıl daha çocukluğunda bu şehre bir kamyonun arkasında göçmüşlerse ve kendini sıfırdan var ettiyse, işleri de öyle yoluna koyardı. Ama olmadı. İşler yoluna giremedi. Elif, Elif'in ailesi,
Elif'in soran arkadaşları, İstanbul'da yaşayan akrabaları vardı.
İşler düzelmezmiş gibi bir de beklentileri karşılayamamak,
çok olmaya başladı. Mutlu sularda yüzerken meleksi bir samimiyetle kendisinden beklenenin üzerinde vaatlerde bulunan her erkek gibi, kendini kaptırdığı hayallere sevdiği kadını da inandıran her erkek gibi, her kendisinden bekleneni karşılayamayan erkek gibi, Mehmet de önce Elif'i eleştirmeye başladı.
Sokakta sigara içilmesi, arkadaşlarla görüşülmeye başlanması, "kızın ailesi"nin biraz fazla sözünün geçmesi vs. Mehmet'in hırçınlığını ve Elif'e yaptığı zulmü arttırdı.
Sonunda her ailenin yaptığı gibi Elif'e sahip çıkıldı, ayrılık kabullenildi, Elif'e başını sokacak bir ev alınarak evler ayrıldı. Ayrılıktan arta kalan üzüntüler psikoloğa, aileyle konuşulamayacak diğer konular da yatılı okuldan arkadaşlarına havale edildi.
Herkes bundan biraz az veya biraz fazlasını yaşamıştı, garipsenmedi de çare arandı daha çok.

Dilara'dan, Mehmet'in çok kilo verdiğini, üstünün başının döküldüğünü, Abidin'in onu çok kötü etkilediğini, Mehmet'in artık sürekli "çatı"da olduğunu, işyerine gitmediğini, "çatı"nın gerçekten boğazı gören en güzel yer olduğunu, sürekli kendilerini güneşe serdiklerini, köpekler ve kedilerle yaşadıklarını dinledik.
Dilara yanımızdan ayrıldığında, Elif'in gözleri dolu doluydu.
Hani başka bir kadın olsa, ya da artık Elif Mehmet'e heyecan vermiyor olsa, çekip ondan kendini, başka bir hayata başlamak veya psikoloğun ya da benzer tonlamayla akıl veren o karı boşamacı -hepsi kadın!- arkadaşların söylediklerine uymak kolay olabilirdi.
Oysa, herif perişandı işte.
Aşkından olmasa bile, perişan olma durumu kadınların
en kalpsizinin bile kalbini yerinden sökmeye yarardı,
kendi iyi durumda olsaydı bile. Bu çok net.

Üstelik şimdi bir de tesadüf eseri Elif'in duymak istediklerini söyleyecek, düzenli memuriyet hayatına devam ederken aklının
bir köşesinde okuduğu kitaplara, seyrettiği filmlere kendini çok kaptırdığından, kafası bozulup yöneticisine kendisini işten atması için yalvaran bir mektup yazmış olan, yoldan çıkmaya ve yoldan çıkan başka insanlara rastlamaya ihtiyaç duyan bir arkadaş da bulunuyordu. Bu durumda "boşver bırak bu psikolog zırvasını,
ne anlar o senin iki kişilik ilişkinden" diyiverdim Elif'e.
Sonra da, "sen biliyor musun peki nerde bu yer" diye de motive edince işte ertesi gün düştük yola. Ben bu kasvetli durumdan kendime bencilce bir pay çıkararak sıfırlanmış bir hayatla karşılaşmaya ne kadar muhtaçsam Elif de o sıfırın sol yanına kendini koyup bir koca yaratmaya o kadar muhtaç durumdaydı.

Paşazade Camii'ne yaklaştığımızda, Elif uzaktan onun cami avlusunda olduğunu farketti. Mehmet'in onu o haliyle görmemden tedirgin olup utanmaması için benden geride durmamı rica etti. Yine de arkadan arkaya Mehmet'e çaktırmadan ve bu hikayenin polisiye bir hikayeye dönüşmesini önlemek ve Elif'i gözden kaybetmemek için baktım. Mehmet'i arkadan gördüm, sanki küçülmüş çekmişti. Kulaklarını ve boynunun bir kısmını görebiliyordum. Zaten önceden de esmerdi de teninin mor ve kahverengi karışımı bir renk almasına, bizlerin tatil olmazsa bilmediğimiz nasıl bir güneş neden olmuştu ki. Saçları uzun süre berber ve tarak görmediğinden bakımsız dalgalar bırakmıştı. Tepesinde daha önce fark etmediğim açıklık vardı.
Epey konuştular ve halledemediler meseleyi.
Elif, öyle dünyevi kavramlarla konuşuyordu ki, çizgi ötesine geçmiş karşı tarafın bir harfi bile anlamadığını biliyordum.
Adam, etyemez, sigara içmez, gün yüzü görür! olmuştu
ve biz ona hasta muamelesi yapıyorduk.
Onu eve çağırıyorduk "gel bir banyo yap, traş ol" diyerek.
Adam fırçalanmamış dişleriyle rahatça gülüp omuzlarını silkti.
Kendi hayatıyla kendi hayatı arasına giren ne varsa ("mediator namına" diye içimden geçiriverdim o saniye!) hepsini silip atmıştı. Geriye hiçbir şey bırakmamıştı. Bu dünyanın, yeryüzünün değil,
bizi saran bu alemin tüm kuşatmasından sıyrılmıştı ve üstüne bir rahatlık gelmişti. Eskiden kalitesiz bir şeyi üstüne giymeyen,
şimdi karşımızda çöpleri karıştıranların kostüm ve makyajına bürünmüş -bu durumun gerçek olduğunu algılamakta zorlanıyorduk hâlâ- bu adamın yaşamak için çalışmasına gerek yoktu. Kıt denilen kaynaklar belki de yetiyordu. Sevgi, aşk gibi kavramlara da ihtiyacı yoktu, Elif'in döktüğü dile duyarsız kalmasından anlaşıldığı kadarıyla. Ya da belki bunlar yeni tanımlamalar gerektiriyordu. Sanki Elif'in "seni hâlâ seviyorum" demesinden adam "*é@X!<#&" gibi bir şey anlıyordu. Sonradan Elif'le yazışmalarımızda
acaba bunun yerine "bak hayvanlarda da dişiler seçiyor,
ben de bir sebepten seni seçtim!" desen anlar mı
diye bir daha gözden geçirecektik meseleyi.
Adam "Beni rahat bırakın" kıvamından "Peki istediğiniz zaman ziyarete gelebilirsiniz, kapım açık" kıvamına geçinceye kadar biraz uğraştık. Aslında uğraşmadık da geri çekildik ve eve gelmesi için zorlamaktan vazgeçtik. Elif kapının aralık kalmasından rahatladı. Dönüş yolunda o akşam da onda kalmam için ısrar etti.
Sebep ne olabilir? Bir sonraki gün evde eldiven, çorap, çamaşır namına bulduklarını koca bir poşete koydu, bulamadıklarımızı da Eminönü'nden satın alarak yine yollara düştük. Bu defa camide bulamadık, çatının bulunduğu tarafa fazla da yaklaşmadan -sahi biz oraya niye hiç çıkmadık!- yukarıda gördüğümüz bir adama el salladık. Mehmet yanımıza indi. Halinde acizlik namına bir şey yoktu, ona getirdiklerimiz için "gidin ihtiyacı olanlara yardım edin" diyordu. İş güç ve fatura gibi gündelik sorunlara sahip olan insanlardan daha netti, daha kendine güvenliydi. Zaten insan dibe vurdu mu böyle şaşaalı şekilde dibe vurmalıydı, öyle 3 kuruşluk meseleler için değil.

İki gün ziyaretten sonra Elif "hafta sonları gidersem gelir misin benimle" dedi. İşte yarın yine gidiyoruz.
Elif biraz rahatlasa ve erzak taşıma işini bıraksa
belki biraz daha iyi olacak. Bir de Elif'in korkaklığından hiç çıkmadık yukarıya. Kimler var, kendilerini güneşe serip ne yapıyorlar.
Hâlâ sisler ardında bu kısım. Belki yarın bu konuda bir şeyler daha öğrenmek mümkün olabilir. En kötü ihtimalle beni verir, karşılığında Mehmet'i geri alırız.

Perşembe, Ağustos 09, 2007

EGO ŞİŞİRME İSTASYONU

Günün yorgunluğu yüzlerinden okunan çıraklar canla başla akşam temizliğini bitirmeye çalışıyorlardı. Bir köşede oturmuş, güleç yüzlü, görmüş geçirmiş olduğu her halinden belli olan usta günün yorgunluğunu çay ve günde iki defa, sabah kahvesiyle ve atölyeyi kapatırken içtiği sarma sigarasıyla çıkarıyordu. Ortaya seslendi:

“Yarın sabah kim açacak?” Oysa cevabını biliyordu. Çırakların en küçüğü olan, ilkokulu yeni bitirmiş oğlu, çocuk saflığına renk katan yaşına göre iri vücuduyla öne çıktı.

“Ben açacağım ya usta; çocukların hepsi de gelecek her zamanki gibi!” İstasyondayken babasına usta diye hitap etmesi gerektiğini biliyordu.

“İyi, aferin,” dedi usta, “Ben gelmeden tahtırevanı hazırlayın, yalnız kapısını çatmayın, sığdıramayız sonra; temizliğine, süsüne püsüne dikkat edin yeter.”

Çocuklar sevindiler ve heyecanlandılar. Yarın yine en sevdikleri işleri yapacaklardı; ego şişireceklerdi. Usta onlara her şeyi bir bir öğretiyordu; çok zevkli bir iş yapıyorlarmış gibi geliyordu ve hep kendilerini bile unutup bütün ilgilerini işe veriyorlardı. Bu iş başka türlü de yapılamazdı zaten. Usta onlara hep, “Bu işi iyi öğrenin, günün birinde kendi istasyonunuzu açtığınızda aklım sizde kalmasın,” derdi.

Usta dükkânın kapanmasından az önce, “Eve uğrayacağım sonra da yapılacak bir işim var,” diyerek hemen bir sokak ötedeki evine doğru yürüdü. Oğlan dükkânı kapattıktan sonra çıraklarla beraber evlere dağılacaklardı. Hep böyle yaparlardı. Hepsi de yakınlarda oturuyorlardı zaten. Bu iş uzakta oturarak layıkıyla yapılamayabilirdi çünkü acil durumlar olabiliyordu. Yarınki iş acil değildi fakat önemliydi.

Usta ertesi gün sabahın her zamanki saatinde işe geldiğinde kahvesi hazırdı. Sigarasını sararken çevreye göz gezdirdi. Her şey yerli yerindeydi. Oğlu da dâhil çıraklar ateş gibiydiler doğrusu. Tahtırevan atölyenin bu iş için en uygun yeri olan musalla benzeri bir mermer kaidenin üzerinde olanca güzelliğiyle görevini yapacağı anı bekliyordu. Tahtırevanın en göz alıcı parçası olan içeriden açılması çok kolay olmasına karşın dış etkenler nedeniyle gibi görünse de kimsenin üzerinde anlaşamadığı bir nedenden kilitlenip kalıveren, dışarıdan da ancak şifresiyle ve çoğu kez ustalık gerektiren yöntemlerle açılabilen kapı, diğer alet edevatla birlikte duvara dayanmış olarak bir kenarda duruyordu. Çırakların başka işler yaparken de gözlerini üzerinden ayırmadıkları şey ise şişirme pompasının önünde inik ve hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ego… O olmasa bu ve benzeri birçok istasyondan ekmek yiyen insanların işleri ne zor olurdu kim bilir?

Herkeste olan ve içeriden yapılan küçük ayarlarla veya ayarının kaçmasıyla büyüyüp küçülüveren, duruma göre sahibine de çevresine de türlü zorluklar çıkarabilen ya da bir deniz feneri gibi parlayıp ta uzaklardakilere yol gösterebilen bir şey. Bunun küçülüp büyümesi ile ilgili ihtiyaç duyulabilecek tüm kaynakların hem onun kendi içinde hem de çevresinde olduğunu bilen çoktur; belki de herkes biliyordur ama insanlar tembel. Kendileri uğraşmaktansa istasyona gelip, yara bereyi, patlak yerleri tamir ettirdikten sonra kendilerini şişirttiriyorlar ve binip tahtırevana gidiyorlardı. Ustanın ustasından el alır almaz bu istasyonu açması bu düşüncelerle olmuştu.


Usta kahvesini içtikten sonra çırakların yerde yatmakta olan egoyu ele alıp, yaralı ve patlak yerleriyle ilgilenmelerini istedi. Kendisi de bir yerinden tutuyordu. Çırakların öncelikle bunu iyi öğrenmeleri gerekiyordu. Tamirat iyi yapılmazsa hem kolay şişirilemezdi hem de kolayca sönüverir, kimseye yararı olmadığı gibi mahcubiyet de yaratırdı. Devir öyle bir devirdi ki pek çok kişi sık sık şişirilen bir egonun sonunda kendi kendisine zarar vereceğini düşünmüyordu. İyi ya, istasyonun varlık nedeni de bu değil miydi zaten? Alan memnun, satan memnun; yeter ki işi doğru yapsınlardı.

Tamir bittikten sonra şişirme işlemini usta yapacaktı. Bu uzun yılların deneyimini gerektiren, çok ustalık gerektiren bir işti. İşin iyi yanı şuydu ki, sarf malzemesi bedavaydı. Büyük egoların ücretsiz bağışladığı kokusuz, görünmeyen ve havadan daha ağır olmasına karşın bir garip devinimle uçucu oluveren bir malzemeydi bu. Usta bağışçıları görür görmez tanırdı. İstasyondan içeriye sessizce, neredeyse görünmeden girer ve köşedeki işi bilen için kullanımı kolay aygıta bağlanarak bağışlarını yapar ve yine sessizce giderlerdi. Böyle çok kişi gelmezdi ama yetiyordu işte; daha şişmeye gelen hiçbir egoyu geri çevirmemişlerdi.

Egonun tamiri bitip de son kontroller yapıldıktan sonra, usta gidip izleme cihazını ve bir iki aygıtın vanalarını, düğmelerini ayarladı, kalibrasyonu kontrol etti. Şişirme işleminin başından sonuna kadar titizlikle yapılması gerekiyordu. Patlama tehlikesi vardı. Müşteri memnuniyetsizliği de söz konusu olabilirdi çünkü sonuçta şişirilen şey bir egoydu. Ellerindeki ego ise daha önce de gelmişti ve usta bunun daha da dikkat gerektiren bir müşteri olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu. Kendi kendini iyileştirebilen türde bir model olmasına karşın bir nedenden bunu yapamıyordu. Ve bu egonun sorunu sanki birçoklarından biraz daha karışık unsurlar taşıyordu. Bir kere bu egoda kendi kendine büyümenin nöronlarına giden kanallar bazen nedensiz yere, bazen de kendini iyi görememekten veya aniden depreşiveren kendi iç şişinme duyguları yüzünden tıkanıyordu. Bunun sonucunda çareyi kendi içinde aramak yerine dışarıya dönüyor ve ihtiyacını karşılamak için uğraşırken ara sıra giriverdiği çatışmalarda yara bereye maruz kalıyor ve iniveriyordu. Bu durumlar aslında ona göre olmamalıydı, denilebilecek kadar malzeme de kendisinde vardı üstelik. Fakat ayar kaçtığında yakında bir istasyon olmasının kime ne zararı var ki diyen bir egoydu bu.

Usta, egoyu ana vanaya bağladı. Vananın yanındaki kırmızı kolu aşağıya çekti. Özgüven ekranının altındaki tuşlara basarak bazı logaritmik değerler girdi. Altında kendi çarpık el yazısıyla “namütenahi” yazan yan yatmış sekiz rakamı şeklindeki sonsuzluk işaretinin kolunu yavaş yavaş yukarıya doğru itmeye başladı. İzleme ekranında çeşitli işaretler, sayılar oynaşmaya başladı. Çıraklar yüzlerinde bir merakla karışık gülümseme ile nefeslerini tutmuş izliyorlardı. “Bunu hiç unutmayın, basıncı iyi ayarlamak lazım; aniden fazla basınç kullanılırsa patlayabilir, uygun basınç verilmezse de hiç şişmeyebilir” dedi usta, “özellikle tıkanık ve önceden şişmiş yerleri geçerken çok dikkat edilmeli ve oralar boşaltıldıktan sonra tam kıvamında şişirilmeli.”

Şişirme işleminin birinci aşaması kaynaşma aşamasıydı ve bazen kısa ama en çok üç saat sürüyordu. Bu arada birçok ayarlar yapılması gerekiyordu. Bağışçıların verdiği malzemeyi kullanan cihaz bunu ses ve duyguya dönüştürüyor ve egoya pompalıyordu. Sesin empedans ayarlarının ustaca yapılması ve parazitlenmenin olmayacağı kadar düşürülmesi gerekiyordu. Ses yavaş yavaş egonun içinde her yere ulaşıyor ve oradaki seslerle bütünleşerek bir prob yardımıyla cihaza geri dönerek otomatik olarak yeniden ayarlandıktan sonra egoya dönerek gidip geliyordu. Duygu ise sese tutunarak yola çıkıyor fakat yolda ayrılarak egonun yürek bölgesindeki adına vicdan denilen bir tel yumağına gidiyordu. Bu telin titreşimleri de aynı duygu gibi sese tutunarak işlenip geri gelmek üzere cihaza dönüyordu. Frekans ayarlarının bozulmaması için sürekli dikkat gerekiyordu.

Ayarların kalıcı olabilmesi için egonun ikinci doz aşamalarına geçilmeden bu tel yumağı üzerindeki küçük ve düğüm şeklindeki bir noktaya enerji göndererek o düğümü kendi kendine çözmesi gerekiyordu. Aksi halde ayar tutmayabilirdi. Bunun yapılıp yapılamadığını ise eski teknoloji kullanan bu istasyondaki cihazlarla anlamak olanaklı değildi. Bu noktada ustalık çok önemliydi. Usta müşterisini yolcu ederken içtenlikle hareket ederdi ama bazıları giderken kafasının içinde duyuverdiği bir sesten de hiç kaçınamazdı.

“Saldım çayıra, mevlam kayıra!” İnsanların kolayca birbirinin havasını kaçırabileceklerini biliyordu. Hiç kimse yapmasa, kendi kendilerine de yapıp suçu başkasına, bazen de istasyona atıveriyorlardı ya, ister istemez endişelenecek bir neden buluyordu.

Müşterisi çok çabuk geri dönerse, üzülürdü. İnsanları çok severdi çünkü. Ancak, “Ekmek parası; bu çocukların geleceğini de kurtarmak gerek,” deyip işi ekonomik yandan alarak üzüntüsünü çabucak yenerdi.

Egonun şişirilmesi işlemi tamamlanıp vanalar kapatıldıktan sonra işin en tuhaf ve zor kısmına geçildi. Egoyu süslü püslü tahtırevana bindirmek. Usta bu iş için şimdi kendileri de birer usta olan eski kalfalarından birkaçını ve kendisi ile birlikte yetişmiş birkaç ustayı çağırmıştı. Titizlikle taşınacak, sarkıp balon yapabilecek yerlere çok dikkat edilecek ve hiçbir sürtünme, düşürme, sendeleme olmadan tahtırevanın kapısından içeriye yerleştirilecekti. Sonra da tahtırevanın dört kolundan her birine ikişer kişi girecekler ve teslim yerine kadar taşıyacaklardı. Tahtırevan şişirilme işleminden sonra hem biraz hava değişimi gerektiği hem de bunun sarsıntısız yapılması gerektiği için çok gerekli bir unsurdu.

Taşıma işlemi bitip de kendi istasyonlarına dönmekte olan kalfalardan açık öğretimde üniversite okuduğu için herkesin üniversiteli diye çağırdığı daha genç olan biri diğerine, “Biliyor musun?” dedi, “Bizim usta bu müşteriye çok önem verir; ilk geldiğinde yanındaydım. Benim onun yanındaki son şişirme işlemimdi ve birlikte yaptıydık.” Usta çok üzüldüydü. “Böyle birinin bu şeye ihtiyaç duyması ne yazık,” dediydi.

“Nasıl geldiydi?

“Biliyorsun, bize gelenler ya geçerken görüp giriverir ya da planlar da gelir. Bu bizimki öyle yapmadı; günlerce istasyonun karşısında uzakça bir yerde durup baktı. Bazen bize doğru birkaç adım atıp sonra da vazgeçtiği, o kadar belli oluyordu ki el kol hareketlerinden. İlk önce çıraklardan biri fark etmiş, sonra usta bunu izlemeye aldı. Bir gün elinde çay bardağıyla el sallayıp çay içmeye davet etti. Yavaş adımlarla geldi. Yüzünde mahcup bir gülümseme vardı. Kararsız ve ürkekti ama cana yakındı. Usta bunu ikna edip dostluk ve diğerkâmlık cihazlarına bağladıydı. Biliyorsun onlar çabuk sonuç verir.”

“Doğru. İşimizi de gerçekten çok kolaylaştırıyorlar doğrusu. Şişirme işleminden sonra doğru yere konulup doğru frekansın bulunması çok zor ama… Sanki şimdi bu egoya uygulanmadı galiba?”

“Yok, bizim usta öyle şey yapmaz biliyorsun. Biz hala daha iyi bilmiyoruz kullanmasını ama o ana cihazdakini kullanmıştır. En uygun yüklemeyi yapmıştır mutlaka. Ne tuhaf değil mi, ayrı cihazların da çalışma ilkesi aynı gibi, ama biz ana cihazda şişirme yaparken aynı anda dostluk ve diğerkâmlık işini usta kadar iyi yapamıyoruz.”

“Bizdeki cihazlarda zamanlama ayarını bulmak çok zor da ondan herhalde.”

“Bu ego ilk geldiğinde usta buna ne biçim bir ayar çekmişti ana cihazla. Gerçi önce, …”
“Ha! Sahi biraz anlatsana…”

“Dediydim ya çay içmeye çağırdıydı usta, gelince oturup çay içtiler biraz sohbet ettiler, şakalaştılar ama biz bile görüyorduk arka yerde güvensizlik, Türkçesi patlamış tutunacak dal arıyor. Bunlar ustanın yorumları; bir de dediydi ki, o hemen görmüş, daha da arka yerde tutunduğu kocaman bir kendi dalı varmış. Güvensizlik o dalı da eğip bükmüş. Her şeyin ölçüsü kaçmış, güvensizlik kendini bazen aşırı güven olarak gösterir ya, bu bir o tarafa bir bu tarafa gitmeye eğilim yapmış, kendi de şaşırmış nerede duracağını, nasıl duracağını. Usta bunu ikna etmek için dostluk ve diğerkâmlık cihazlarına bağlayınca bir şeyler fark etti. Ara sıra gelip kısa da olsa o cihazlara bağlanmayı sevdi; usta buna kafa yordu, en uygun frekansı bulduğunu düşünüp özel bir şişirme çekme sözü verince ana cihaza bağlandı.”

“İstasyonu kapatırız artık herhalde. Haydi, iyi akşamlar.

“ İyi akşamlar ağabey.”

***

İstasyonda, usta her akşam yaptığı gibi çayını içip günün son sarma sigarasını tellendirirken dalıp gitmişti. Yine yüzünde alışıldık bir hüzün vardı; gün inerken kuytularda oynaşan gölgeler gibi kıpır kıpırdı yüzü. Düşüncelerle dolu olduğu her halinden belliydi. Sevimli oğlu yavaşça ve saygıyla yaklaştı; bütün gün gözlerini babasından ayıramamıştı. Dumandan uzak durmaya çalışarak izin istedi ve babasının ona bakınca aydınlanıveren gözlerindeki küçücük bir kıpırtıyı görüp, gösterdiği yere oturdu.

“Usta,” dedi çocuk, “Bu iş bize çok eğlenceli geliyor ama niyeyse sen bütün gün hep çok hüzünlüydün.”

“Siz daha çocuksunuz da ondan size eğlenceli geliyor oğlum. İnsanlar hep sizin gibi olsa…”

“Eğlenceli değil mi yani?”

“Yok, öyle demek istemedim. Doğru ayarı tutturursak ve sonuç da iyi olursa, yani bir müşteri ikinci kez gelmeye ihtiyaç duymazsa ve arada bir uğrayıp neşeyle sohbet ediyorsa daha bir mutlu olunuyor, yapılan işle övünülebiliyor.”

Çocuk sustu, babasının söylediklerini zihnine kazımaya çalışırken uzaklara daldı ve gözleri istasyonun en uzak duvarının üstündeki parlak çerçeveli siyah zemin üzerine parlak sarı harflerle yazılmış yan yana iki tabelaya kilitlendi.

“Usta,” dedi, “Şu tabelalar; birinin üzerinde şey diyor,” deyip okudu. “Her kim ego şişirme işi için gelmişse o bizim velinimetimizdir.”

“Onlar benim dedemin dedesinin ustasının, bizim hepimizin piri olan ustanın sözleri oğlum. Senin henüz görmediğin, kısmetse bir gün hepinizle birlikte gideceğimiz bir kasabanın en yüksek tepesinde bulunan bir çukurun en derin yerinde türbesi var. Himmet Dede türbesi deriz biz ama şimdiki gençler bazen bir tuhaf oluyor. Eskiden hiç değilse ego şişiren dede tepesi filan derlerdi o tepeye ama şimdi iyice tozuttular, egocu dede tepesi filan diyorlarmış; ne ayıp! Kimsede birbirine saygı kalmadı ki…”
Usta sarma sigarasının dumanlarına dalmış giderek mırıldanmaya dönüşen şekilde konuşmaya devam etti. Belli ki bu konuda biraz dertliydi.

“Gerçi bizde de kabahat var ya… Eskiden eski yazıyla yazılmış çok güzel iki tabelamız vardı, çalındılar. Herhalde bir yerlerde haraç mezat satılmışlardır. Çok güzeldiler. Kendine güven kazanmak anlamına gelen bir şeyler yazardı. O zamanlarda böyle aletler yok tabii. Ustamız Himmet Dede, büyük dedelerimiz hep sesleriyle, gönülleriyle yaparlarmış böyle işleri. Ama biz ne yaptık? Böyle kolaycı bir sürü alet edevat çıktı ya, kimse de kendi anadilini pek ciddiye almıyor ya, oturduk aletin yaptığı işi tabelamıza da yazdık millet anlasın diye…”

Artık sesi duyulmaz olmuştu; “Himmet Dedenin kemikleri sızlıyordur şimdi,” diye söyleniyordu oysa. “Bizde kabahat çok canım! Ben gençken bazı şımarıklar neler diyorlardı öyle kendi muhtacı himmet dede, başkasına ne himmet ede diye. Onları kazanmak için neler yaptım; başarabildim mi? Ne gezer. Neyse, şimdi bu aletlere de şükür, zoru kolaya sokuyor…”

Çocuk diğer tabelayı da okudu, “Her kim müşterisini şişirip patlatır veya ayarını doğru yapmaza günahı kendi boynunadır.” Sonra ekledi, “Günahı kendi boynuna ne demek?”

“Güzel oğlum, bu iş ustalık gerektiren bir iştir. Aletleri iyi öğrenmek yetmez. Az çok gönlünü de katmalısın; kendini bir an için müşterinin yerine koymalısın. İşi doğru ayarıyla yapmazsan, hem müşteri hem de çevresi zarar görür bundan. Günah! Aslında en iyisi müşterinin buraya hiç gelmeyip kendi ayarını kendi yapmasıdır. Kendi ellerinde tüm malzemeler var ama nedense ya bunu göremiyorlar ya da kullanamıyorlar.”

“Fakat herkes kendi ayarını kendisi yaparsa bize hiç müşteri gelmez ki!”

“Gelirler merak etme. Hem o zaman dostluk gibi şefkat gibi daha kolay cihazlarla çalışırız; daha zevkli olur. Yarın hatırlat da sana dostluk ve diğerkâmlık ayar cihazlarının çalışmasını anlatayım. Onlara her zaman ihtiyaç olacaktır. Ha, özgüven cihazının çalışmasını iyice belledin, değil mi?”

“Çalışıyorum usta.”

Usta sigarasını söndürdü. Hüznü kaybolup gitmişti. Derin bir mutluluk hissetti. Ayağa kalktı, o da hemen ayağa kalkıveren oğluna doğru bir iki adım yaklaşarak uzandı ve oğlanın yanağını sıkarken, “Aslan oğlum benim,” dedi.

D. Kemal Tarım
09.08.2007